Sorun küresel çözüm sınıfsal

Radikal değişimlerin mümkün ve meşru olduğu böylesi tarihsel bir dönemde işçiler, yoksullar, yönetilen sınıfların geniş kesimleri karar vermek durumundadır. Hâkim sınıf politikalarının nesnesi mi olunacak yoksa kendi sınıf politikalarını mı geliştirecekler? Evet, sorun küreseldir ancak yanıt açık ki sınıfsaldır. Tarih göstermektedir ki yönetilen sınıflar kendi politikalarını üretemezlerse, üretilen hâkim sınıf politikalarının nesnesi olmaya devam ederler.

Google Haberlere Abone ol

Koray R. Yılmaz*

Şunu baştan söylemek gerekir. Eğer Türkiye’de ve dünyada güçlü sendikalar, emekten ve demokrasiden yana etkili sol partiler ya da kamusal alanda etkin güçlü işçi birlikleri, güçlü demokratik organizasyonlar olsaydı içinden geçmekte olduğumuz sürece dair öneriler şüphesiz daha etkili olabilirdi. Bu kurum ve yapıların varlığı emekten yana, dolayısıyla aslında toplumun ekseriyetinden yana geliştirilebilecek somut politikaları tartışmak için ihtiyaç duyulan ortamı mümkün en geniş katılımla gerçekleştirebilme olanağını da sağlardı. Bu dinamiklerin yeterli olmadığı koşullarda, emekten ve demokrasiden yana olanlar, korona günlerini topluma, ekonomiye, siyasete dokunamadan geçiriyoruz. Yapılan somut politika önerileri en hafif deyimle naif kalıyor. Temelde rahatsızlık verici olan budur. Özellikle de bu günlerde.

Hâlbuki bugünler korona virüsü salgını ile birlikte artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının, yeni bir döneme girileceğinin, yeni iktisadi ve siyasal rejimlerin olası olduğunun öngörüldüğü günler. Şüphesiz salgın sonrası dünyaya yönelik bu öngörülerde abartı ya da yetersizlikler bulunabilir. Ancak abartılıyor mu yoksa az bile mi söylenmiş, akılda tutulması gereken, bu soruların yanıtlarının da bugünlerden örülmekte olduğu. Neoliberalizm derinleşecek mi, yoksa yeniden bir refah devleti dönemine mi girilecek, bu süreçten demokrasiyi güçlendirerek mi çıkılacak yoksa otoriter rejimler daha da mı güçlenecek, küresel entegrasyon yeniden mi inşa edilecek, yoksa ulusal devletlerin hareket alanları mı genişleyecek, iktisadi sahada küresel işbirlikleri mi derinleştirilecek, otarşi eğilimleri mi güçlenecek, serbestlik mi geçer akçe olacak, korumacılık mı, ABD hegemonyasını koruyacak mı, AB dağılacak mı, yoksa Çin’in başını çektiği yeni bir küreselleşme mi söz konusu olacak, dünya tek kutuplu mu olacak, çok kutuplu mu, kapitalizm yerini sosyalizme-komünizme mi bırakacak, barbarlığa mı – henüz bırakmadıysa tabii – bu gibi soruların salgınla birlikte daha fazla sorulduğunu görüyoruz. Tüm bu sorulara verilecek yanıtları mümkün kılacak farklı politika çabalarının bugün olduğu gibi yakın gelecekte de devam edeceğini, niteliği belirsiz bir “yeni”nin gelmekte olduğunu öngörmek mümkün.

Yakın tarihimiz açısından baktığımızda “yeni” kavramının ulusal ve küresel ölçekte ne kadar etkili bir biçimde karşımıza çıktığını görmek çok da zor değil. Kimi zaman politik gerekçelerle, kimi zaman bir stratejinin parçası olarak, kimi zaman da nesnel bir durum tespiti olması açısından bu kavramın yaygın bir şekilde kullanıldığını biliyoruz. Bu durum küresel kapitalizmin her alanda yaşadığı kriz süreci içerisinde farklı ölçeklerde “yeni” bir şeyleri ortaya çıkarmaya yönelik arayışları gösteriyor. Ancak içinde bulunduğumuz süreçte yani korona virüsü salgınıyla ve salgının şu ana kadar yarattığı sonuçlarla birlikte ortaya çıkan durumda çarpıcı olanın, “bir şeylerin değişmesi gerektiği” yönündeki kanaatin kazandığı yaygınlık olduğunu görmek gerekir. Korona virüsü salgınıyla birlikte belirginleşen bu yaygınlaşmanın arkasında ise şüphesiz “gelişmiş” ülkelerin en çok ihtiyaç duyulduğunda yurttaşlarına temel sağlık ihtiyacını bile sağlamaktan yoksun olduğu gerçeğinin çarpıcı bir şekilde ortaya çıkması yatmaktadır. New York’taki cesetler, İtalya ve İspanya başta olmak üzere Avrupa’da yaşanan derin çaresizlikler dünyanın her yerinde geniş kesimlere kralın çıplak olduğunu göstermiştir.

Böylesi bir zeminde ve tarihin bu momentinde karşımızdaki soru, çokça sorulduğu gibi salgın sonrası dünyanın neye benzeyeceği, “yeni”nin ne olacağı değildir, asıl soru şudur: Bu yeniyi kim kuracak? Bu “yeni”yi salgında on binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açtığı yetmezmiş gibi, salgının ekonomik sonuçlarını insani sonuçlarının önüne koyan kapitalist akıl mı üretecek yoksa en ağır bedelleri ödeyerek kralın çıplak olduğuyla yüzleşenlerin aklı mı üretecek? Salgın sonrası dünyanın neye benzeyeceği sorusunun yanıtı bu temel sorunun yanıtına bağlı olarak değişecektir. Eğer “yeni” olan kapitalist akla dayalı olarak ortaya çıkacaksa, devletlerin baskıcı karakterlerinin ve iktisadi ve toplumsal anlamda varlıklarının daha da görünür olduğu bir süreç yüksek olasılık olacaktır. Ki bu aslında yaşadığımız sürecin daha da derinleşmesi anlamına gelmektedir. Daha düşük ihtimal ise sosyal refah devleti benzeri, gelir dağılımı vb. konularda daha adil bir kapitalizmdir. Ancak kapitalizmin bu varyantlarının da kriz dönemlerinin değil, devletlere bu sürecin finansmanını sağlayan yüksek kârlılık dönemlerinin ürünü olduğunu unutmamak gerekir (1). Yaşadığımız dönem ise 1945 sonrasındansa 1929 dönemine benzemektedir.

Eğer “yeni” olan, kralın çıplak olduğunu gören ancak milliyetçilik, yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı, ırkçılık vb. hastalıklarından kurtulamayan bir akıl ile birlikte kurulacaksa muhtemelen baştaki kapitalist akılla benzer sonuçlar ortaya çıkacaktır. Ancak kralın çıplak olduğunu gören akıl kapitalizme ve onun her türlü hastalıklı varoluşuna karşı demokrasi, özgürlük ve sınıf bilinci ile motive edilecekse işte o zaman emek ve demokrasiden yana “yeni” bir dünya mümkün olacaktır.

Radikal değişimlerin mümkün ve meşru olduğu böylesi tarihsel bir dönemde işçiler, yoksullar, yönetilen sınıfların geniş kesimleri karar vermek durumundadır. Hâkim sınıf politikalarının nesnesi mi olunacak yoksa kendi sınıf politikalarını mı geliştirecekler? Evet, sorun küreseldir ancak yanıt açık ki sınıfsaldır. Tarih göstermektedir ki yönetilen sınıflar kendi politikalarını üretemezlerse, üretilen hâkim sınıf politikalarının nesnesi olmaya devam ederler. Hâkim sınıf politikalarının nesnesi olmanın ne anlama geldiğini ise bugün yaşanan salgının yarattığı tüm eşitsiz sonuçlar açıkça göstermektedir.

Son olarak unutulmaması gereken, salgına yönelik kısa erimli politika önerilerinin aynı zamanda uzun erimli olarak “yeni” olanı kurmaya yönelik bir irade beyanı olduğudur. Diğer bir deyişle bu süreçte geçici olarak uygulanan her politika bize uzun erimli tasarımlara dair fikir verici niteliktedir. Politik önerilerine katılmasam da Agamben’in kaygısı da bu noktadır. Sokağa çıkma yasakları gerekli olsa bile uygulanma ve kararlaştırılma biçimleri baskıcı devlet aygıtının gücünü pekiştirmektedir. Geçici olarak yurttaşın hesabına para yatırmak vatandaşlık gelirini çağrıştırsa da gerçekte bireyi devlete tabi kılan uzun erimli bir politikanın bileşenidir. Süreç eğer gerçekten de hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir süreç ise, salgın öncesi duruma yönelik romantik bir özlem yerine, “yeni”nin de niteliğini oluşturacak emek ve demokrasiden yana politikaların bugünden kısa erimli politika önerileriyle birlikte örülmesi gerekir: Yurttaşın hesabına para yatırıp, işten çıkarmak ya da izne çıkarmak yerine, çalışma saatlerinin azaltılması ve çalışma mekânlarının sağlık koşullarının düzenlenmesi gibi ya da sokağa çıkma yasağı kararlarının, zamanlama ve yöntemlerinin yerel ölçekte ve yurttaş katılımına açık bir biçimde alınması gibi.

Şüphesiz kısa ve uzun vade arasında ilişki kurmaya ve bu şekilde muhtemel yeninin niteliği üzerinde etkili olmaya yönelik politika önerileri çeşitlendirilebilir. Ancak yazının girişinde ifade ettiğimiz gibi yapılan bu önerilerin naif kalma ihtimali yüksektir. Ancak ne zaman kralın çıplak olduğunu gören toplumun geniş kesimleri emekten ve demokrasiden yana bir şeyleri değiştirmek için bir araya gelirse, işte o zaman bugün en naif görünen öneriler en az radikal olanlar olacaktır.

1- Refah devleti uygulamaları kapitalizmin tarihi kadar eskidir. Ancak pür formu 1945 sonrası kapitalizmin altın çağında olanaklı olmuştur.

*Doç. Dr. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İİBF