Egemen devlet mi, demokratik egemenlik mi?

Artık hiç kimse mutlak bir bağımsızlık iddiasında değil. Ama yine de ulus devletler bağımsızlıklarını dış dünyaya karşı büyük bir hırsla koruyorlar. İnsan haklarına dönük eleştiriler dahil olmak üzere ulus devlet düzenine ve o düzenin aktör ve eylemlerine dışarıdan yapılan politik müdahaleler yeterince meşru kabul edilmiyor.

Google Haberlere Abone ol

Armağan Öztürk*

Egemenlik kavramı modern devletin, ama daha çok da modern ulus devletin hikayesine paralel bir seyir izledi. Bodin ve Hobbes gibi düşünürlerin metinlerine baktığımızda kavramın içeriğinin mutlaklıkla ilişkilendirildiğini görüyoruz. Egemenlik bölünmezlik, devredilmezlik ve sınırsızlıkla ilgili bir içeriğe sahip. En azından kavramın ilk defa ortaya atıldığı dönemin koşulları dikkate alındığında egemenlik devletlerin ve devletleri yöneten kişilerin mutlak bağımsızlığı gibi bir anlama geliyordu. Ayrıca bahsi geçen anlam Batı Avrupa tarihi açısından oldukça önemli bir politik işleve sahipti. Egemenlik ulusal devleti ve ulusal devleti mutlak yetkilerle yönetmek arzusunda olan kralları hukuk, Kilise, imparatorluk ve feodaliteden gelen her türlü müdahale karşı koruyordu. Kral mutlak yetkiye sahip olmalıydı. Kendi yaptığı yasalar dahil olmak üzere hiçbir kural ve (veya) ne içeride ne de dışarıda hiçbir güç onu sınırlamamalıydı.

Şüphesiz ki egemenliğin hala böyle bir anlamı var. Artık hiç kimse mutlak bir bağımsızlık iddiasında değil. Ama yine de ulus devletler bağımsızlıklarını dış dünyaya karşı büyük bir hırsla koruyorlar. İnsan haklarına dönük eleştiriler dahil olmak üzere ulus devlet düzenine ve o düzenin aktör ve eylemlerine dışarıdan yapılan politik müdahaleler yeterince meşru kabul edilmiyor. Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı pek çok ülkede iktidarı elinde bulunduran yöneticiler egemenlik kullanımı açısından tasarruf yetkilerini sınırsız görüyorlar. En ufak bir eleştiri bile ulusal egemenliğe saygısızlık olarak değerlendiriliyor. Erdoğan’ın belediyeleri paralel yapı gibi davranmakla itham eden söylemi konjonktürel ve polemiksel içeriğe bir yana, siyaset felsefesi açısından egemenliğin o ilk klasik formunu hatırlatıyor bize. Bu son husus bakımından Erdoğan’da hem Bodinci bir yan var, egemen iktidarın mutlaklığı, bölünmezliği ve devredilmezliğini vurguluyor çünkü, hem de egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğuna dair cumhuriyetçi milli egemenlik ilkesi millet ve lideri birbiriyle özdeş gören bir bakışın gölgesinde yeniden formüle ediliyor dile getirilen iddia bağlamında.

Egemenliğin ikinci boyutu ise ikincisinden büsbütün farklı bir içeriğe sahip. Çünkü ulus devletin hikayesi önce burjuva sınıfı, ardından da işçi sınıfının yoğun gayretleriyle aynı zamanda demokratik bir devlet ve toplum düzeni için verilen mücadelelerin tarihi. Çok az kral Bodin ve Hobbes’un onlar için düşlediği mutlaklıkta yetkilere sahip oldu. İngiliz, Fransız ve Amerikan Devrimleri mutlak krallar çağını bir daha açılmamak üzere kapatıyor. Monarşiler ya İngiliz modelinde olduğu üzere parlamentoyla uyumlu çalışacak sembolik organlara dönüşüyor ya da tümüyle ortadan kalkıyor. Krala ait mutlaklık yetkilerinin millete geçtiği, bir anlamda eski düzende kral neyse yeni düzende de milletin o olduğu savı doğru. Ancak istisnai dönemler hariç modern dünya Rousseau’cu izleği takip etmiyor. Millet egemenliği ilkesel anlamda mutlak. Gerçekte ise demokrasi liberalizmle sınırlanıyor. Halk egemenliği insan haklarıyla dengeleniyor. Bu nedenle anayasalar var. İnsan hakları ulusal ve uluslararası düzeyde korunuyor. Ulus devletin yurttaşa yapabilecekleri sınırlı. O sınır aşıldığında, mesela bir veya birkaç temel hak sistematik bir şekilde ihlal edildiğinde bahsi geçen devlet medeni dünyanın dışında bir varlık, pre-modern bir siyasal unsur olarak muamele görüyor. Şüphesiz ki tüm bu söylenenlerden liberal demokratik dünyanın politik anlamda bir cennet olduğu sonucu çıkmaz. Gelişmiş burjuva demokrasileri tıpkı öyle olmayan diğer devletler gibi yurttaşlarının haklarını sistematik bir şekilde ihlal edebiliyor. Ama yine de yaptığımız çıkarım önemli. Çünkü Bodin, Hobbes, Rousseau ve hatta Schmitt hattını takip edip kral ya da millet adına egemenliği sınırlamayan rejimler otoriter ve totaliter, egemenliği anayasa ve insan haklarıyla sınırlayan rejimler ise demokratik bir siyasi yapıya sahip.

Türkiye örneğinde ise egemenliği sınırlamayı amaçlayan güçler onu aşkınlaştırma eğilimindeki politik hareketler karşısında tarihsel anlamda hep zayıf kaldı. Bu nedenle II. Abdülhamit, İttihat ve Terakki, Kurtuluş Savaşı'nı yöneten ve meclis hükümeti yetkileriyle donatılmış I. TBMM, Kurtuluş Savaşı'nın Kahramanı ve yeni ulus devletinin kurucusu Atatürk, başkanlık sistemi bağlamında Yeni Türkiye’nin kurucusu Erdoğan gibi sayısız örnek bize açıkça gösteriyor ki biz de devlet, kurumlar ve liderler güçlü, demokratik yapı ise zayıf. Çünkü egemenliği mutlaklaştırma eğilimi çoğunlukçu demokrasiye, o da çoğunluğun tiranlığına yol açıyor. En azından Tocqueville’den beri bildiğimiz üzere çoğunluğun tiranlığının olduğu bir yerde kuvvetler ayrılığına dayalı çoğulcu bir demokrasiyi tesis etmemiz ise imkansız.

*Doç. Dr. Artvin Çoruh Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.