Başkalarının çocukları ve mazeretlerimiz

Gördük ki, korona günlerinde bile sığınmacı çocukların transferi mümkünmüş. Artık acaba Avrupa düğmeye basar ve harekete geçer mi? Bence ne kadar düğme varsa hepsine birden, bir an önce basılmalı. Eğer böyle bir arzuları varsa, Avrupa için yeni ve daha insani bir tarih ve kültür yazımına bundan daha iyi bir başlangıç olamaz. Bu saikle yazılabilecek bir tarihi yaşamaya kimin ihtiyacı yok ki?

Google Haberlere Abone ol

Begüm Başdaş*

Geçen hafta, aylardır AB ülkelerinin sorumluluk almaktan kaçtıkları Yunanistan adalarındaki refakatsiz sığınmacı çocukların yeniden yerleştirilmesi süreci başladı. Çocuklar ellerinde göç kurumlarının bez çantaları ve yüzlerinde maskelerle gittiler. Biri hoplayarak koştu ve uçağa bindi. Yetkililer arkalarından el salladı ve kapılarda karşıladı. “Dünyanın en gelişmiş ülkelerine gittiler. Yine de bundan sonrası rahat” diye düşünenler o kadar emin olmamalı.

12 çocuk Lüksemburg’a, 47 çocuk Almanya’ya transfer edildi. Toplam 59 çocuk. Geriye binlerce çocuk kaldı. Bu şekilde 1600 kadar refakatsiz çocuğun yeniden yerleştirilmesi planlanıyor. Fakat zaten az sayıda ülkenin ikna olduğu süreç pandemi nedeniyle uzayacak ve çocuklar adalardaki kamplarda daha uzun süre kalacak.

Türkiye’de yaşayan Suriyeli sığınmacıların neredeyse yarısı çocuk. Diğer yerlerden kaçarak ülkemize gelen birçok sığınmacı, kayıtsız olarak yaşamak zorunda. Bu nedenle haklarında yeterli bilgi olmasa da karşı kıyıya ulaşanlara bakınca, aralarında ne kadar çok tek başına yola çıkmış çocuk olduğu fark ediliyor. Sınırları aşabilen çocuklar aramızdan geçip gidiyor. Bazıları da kalıyor, ama hiç görünmüyorlar.

Peki, bundan 10 ya da 20 yıl sonra bu çocuklara ne olacak? Ardımızda ne bırakıyoruz? Kendi hayatlarımızda neler başardığımız ya da kendi çocuklarımızı nasıl yetiştirdiğimiz kadar, arkamızda nasıl bir dünya bırakacağımızdan da sorumlu değil miyiz? Daha iyi bir gelecek tahayyülü mümkün ve bundan başka bir vasiyet bırakmamız da gerekmiyor. Bugünlerde kendimiz ve yakınlarımız için yaşadığımız korku, sıkışmışlık hali ve alışkanlıklarımızdan ayrı kalmanın yoksunluğu, bize bir nebze de olsa herkesle aynı yolun yolcusu olabileceğimizi gösteriyor. Geriye kalan, bu deneyimle dayanışma halkalarımızı genişletmek.

YUNANİSTAN’DA REFAKATSİZ SIĞINMACI ÇOCUK OLMAK

Adalarda, yarısından fazlası 12 yaşından küçük toplam 13 bin çocuk var. Yunanistan’da 1600’ü adalarda olmak üzere, yaklaşık 5 bin 500 refakatsiz sığınmacı çocuk bulunuyor. Gelecek sunamadığımız bu çocukların hepsi Türkiye’den geçti ve fotoğraflarına bakarken bile utandığımız kamplarda yaşıyorlar.

Yunanistan Başbakanı Miçotakis, Kasım’da “hiçbir çocuk yalnız kalmayacak” programını başlatarak, refakatsiz çocukların korunması, sömürülmelerinin ve suça itilmelerinin önlenmesi için çalışmalar başlattıklarını duyurdu. Ulusal bir koordinasyon kurulu oluşturdu ama başına konunun uzmanı olmayan birini atadı. Çocukların korunması için merkezler yapmayı vadetti, ancak onun yerine adalardaki tüm sığınmacıların gözaltında tutulacağı kapalı kampların inşasına öncelik verdi. AB’ye yapılan çağrılarda refakatsiz çocukların yeniden yerleştirilmesi talebi çok önemliydi ama onun dışında her şey sözde kaldı.

Ada kamplarındaki koşulların ne kadar kötü olduğunu anlatmak zor. Çocukların sağlıklı bir şekilde gelişimi için önemli olan hijyen, temiz su ve gıdaya yeterli erişim yok. Geçen yaz, kamp alanındaki çöpler toplanmadığı için küçük çocuklarda solunum ve cilt hastalıkları başlamıştı. Sınır Tanımayan Doktorlar, küçük çocuklarda fiziksel hastalıkların dışında, çok ciddi psikolojik sorunların, hatta intihar girişimlerinin görüldüğünü duyurdu. Çocukların neredeyse hiçbiri herhangi bir eğitim almıyor. Dayanışma örgütlerinin ve sığınmacıların gönüllü verdikleri kısa süreli dersler ve dil kursları da önce adalarda çıkan olaylar sonra da korona virüsü riski nedeniyle son buldu. Araştırma yaparken tanıştığım, Moria’da kalan Afgan bir baba, ilkokula başlama yaşındaki kızları ile şehir merkezindeki okulun kapısını kaç kere aşındırdı saymadım ama yine de kabul edilmediler.

Bir de gözaltındaki çocuklar var. İnsan Hakları İzleme Örgütü geçen hafta Miçotakis’e yönelik bir kampanya başlatarak, gözaltındaki 331 refakatsiz sığınmacı çocuğun serbest bırakılmasını talep etti. Çocukların gözaltında tutulması kabul edilemez. Pislik içindeki gözaltı koşulları Covid-19 salgını zamanında hayati risk oluşturuyor. Hükümet bunun geçici olduğunu ve çocuğun üstün yararının gözetilmesi için koruma amaçlı olduğunu öne sürüyor. Yunanistan kanunlarına göre çocukların güvenli barınma hakkı sözde var, ama genel olarak barınma koşulları inanılmaz derecede yetersiz. Çocuklar, gözaltında tutuldukları merkezlerde yeterli yer olmadığı için -kamplarda olduğu gibi- yetişkinlerle aynı yerde tutuluyor ve şiddete maruz kalıyorlar. Sağlık, gıda, hukuksal destek gibi temel haklara erişimleri yok. Ama en önemlisi, raporun da vurguladığı gibi, gözaltında tutulan çocukların yaşadığı belirsizlik, korku, depresyon ve travmanın gelişimleri üzerindeki uzun süreli psikolojik etkileri. Tüm bunlar kolay iyileşmeyecek türden yaralar açıyor.

KALAN BİNLERCE ÇOCUK NASIL KORUNACAK?

Atina Havaalanı’ndaki uğurlama merasimine gelen gazetecilerin sayısı çocuklardan fazlaydı. Miçotakis çocuklara küçük hediyeler dağıttı. Paskalya arifesinde çocukların yolcu edilmesi bir “halkla ilişkiler” (!) etkinliği gibi manşetlere düştü. Midilli, Samos ve Sakız’dan Almanya ve Lüksemburg’a giden 59 refakatsiz çocuk Afgan, Suriyeli ve Eritreli. Almanya’ya gelen çocuklar Covid-19 testinden geçti ama 14 gün karantinada tutulmaları bekleniyor. Daha sonra çoğu kamplara gönderilirken, 20 çocuk da akrabalarının yanına gidecek.

Yunanistan Göç Bakanı’nın yardımcısı, sürecin, farklı kurum ve ülkelerin hangi çocukların seçilip gönderileceğine karar vermeleri zaman aldığı için yavaş işlediğini söyledi. Başka çılgın sebepler de var. AB Komisyonu yetkilisi Johansson bir toplantıda, kabul merkezlerinin depremden yıkılmasından dolayı Hırvatistan’a transfer edilecek çocukların gönderilmesinin aksadığını aktardı. İnsan ister istemez iyi ki gitmemişler diyor.

Almanya İçişleri Bakanı Seehofer, korona krizine rağmen ilk grubun gelişinden memnuniyet duyduğunu ve bunun aylar süren hazırlıklar ve yoğun tartışmalardan sonra mümkün olduğunu söyledi. Ona göre, Almanya sözünde durmuştu ve AB dayanışmasının somut bir işaretiydi. Diğer AB ülkelerinin de en yakın zamanda verdikleri sözleri tutacaklarını düşünüyordu.

Zamanla 350 refakatsiz çocuğun getirileceğini söyleyen Almanya çok daha fazlasını yapabilir. Birçok Almanya şehri zaten daha fazla mülteciyi kabul etmeye hazır olduklarını duyurmuştu. Mülteci hakları örgütü Pro Asyl, Eylül 2019’da yayımladığı raporda Almanya’nın Yunanistan’dan yapılan yüzlerce aile birleşimi başvurusunu abuk sabuk gerekçelerle sistematik olarak reddettiğini gösteriyor. Oysa aile birleşimi, çocuğun üstün yararının ve ailelerin korunması için elimizdeki en etkili hukuki araçlardan biri. Almanya, aile veya akrabalarından bir şekilde ayrılmak zorunda kalmış çok daha fazla çocuğun korunmasını sağlayabilecek bu yöntemin uygulanmasını zorlaştırıyor.

GÜVENLİ BİR GELECEK MÜMKÜN MÜ?

AB Komisyonu çocukların yolculuğunu gösteren bir “reklam” (!) videosu paylaştı. Diğer ülkeleri motive edecekse, çocukların yine malzeme olarak kullanılmasını eleştirmeyelim hadi. Videoda “Avrupa dayanışması sayesinde artık güvendeler” mesajı veriliyor. Çocukları karşılayan bir Alman yetkili de “maskelere rağmen çocukların nasıl gülümsediği görülüyordu” dedi. Bu çocuklar belli ki hoş geldi. Ama bundan sonra güven içinde geçmişin yaralarını sarabileceklerinin ve ekonomik, sosyal ve kültürel tüm haklarının korunacağının garantisini verebiliyorlar mı?

Yunanistan adalarındaki refakatsiz çocukları kabul etme kararı alan ülkelerin “makbul çocuk” kategorileri var. Çocukların 14 yaşın altında ve kız çocuğu olmasını tercih ediyorlar. Neyse ki, sağlık durumları tehlike altında olanlara da öncelik verildiği belirtiliyor. Geçen hafta gidenlerin sadece beşi kız çocuğu idi. Özellikle Afganistan’dan tek başına yola çıkan çocukların neredeyse hepsi erkek. Oğlan çocuklarının da geleceğini gözetmek için, önceliği kız çocuğu olan ülkelerin bu talebi besleyen ötekileştirme politikalarını gözden geçirmesi elzem.

Avrupa’nın mülteci kabul ve entegrasyon politikaları, ilk bakışta cinsiyet ayrımı gözetmeden uygulanıyor gibi düşünülebilir. Ama kararlara ve uygulamalara yakından baktığımızda nasıl kadın, erkek, aile ya da ebeveyn olunur gibi sığınmacıların haklarını temelden ilgilendiren konuların bazı ayrımcı normlar üzerinden değerlendirildiğini görüyoruz. Cinsel yönelim temelli sığınma başvurusu yapan LGBTİ+ mülteciler için bu (heteronormatif) düzeneklerin hayati riskler yarattığı da ortada.

Mülteci erkeklerin cinselliği ve toplumsal cinsiyet rolleri hakkında yaygın olan ayrımcı söylemler göç politikalarına yansıyor. Avrupa’da genç mülteci erkekler en kötü senaryoda “potansiyel terörist” en iyisinde “kızlarımıza sarkan tehlikeli erkek” olarak görülüyor. Elbette genelleyemeyiz, ama yaygın bir algı olduğu ortada. Bu ırkçı söylemler yeni değil ama 2015’te sığınmacıların gelişinin artması ile tüm Avrupa’da güçlendi ve en çok tek başına olan genç mülteci erkekleri etkiliyor. Neredeyse hepsi oğlan çocuğu olan refakatsiz sığınmacı çocukların geleceğe güvenle bakabilmeleri ancak Avrupa’nın bu önyargılara karşı onları da dahil ettiği bir mücadele örgütlemesi ile mümkün.

LÜTFEN DÜĞMEYE BASINIZ!

Kendi çocuklarımız kadar bizim olmayan çocuklar da müşterek geleceğimiz. Gözlerimizin önünde büyüyecek ve kendi çocuklarımızın geleceğinde hayatlarını sürdürecek olan bu çocukların kim olmasını istiyoruz? Bu yalnız Avrupa’ya değil, kendimize de sormamız gereken bir soru.

Bazı insan hakları çalışmalarında, etik olarak sorunlu olsa da çocuk fotoğrafları kullanılıyor ki insanların kalbine dokunsun ve harekete geçirsin. Başka ülkelerdeki kara gözlü çocukları “kurtarmak” (!) için kampanyalara katılıp bağışlar yapan Avrupalılar, sıra kendi ülkelerindeki çocuklara geldiğinde umursamaz olabiliyor ama daha çok, bizde de sık sık görüldüğü gibi, “o paralarla bizim çocuklarımıza yatırım yapılmalıydı” abukluğuna düşüyor. Kimse nedense bir siyaset olarak ihmal edilmesi talep edilen “öteki” çocukların, kendi çocuklarının geleceğinde oynayacağı rolü hesap etmiyor. Oysa mülteci çocukları dışlamak ve ötekileştirmek, kendi çocuklarımızın geleceğini de karartmak demek. Ne Avrupa görüyor bunu, ne de biz.

Yunanistan’daki göç politikalarını ve çözüm planlarını konuşmak üzere üst düzey bir AB toplantısı düzenlendi. Fiziksel mesafeyi korumak için internet üzerinden yapılan toplantıda yaşanan teknik sorunlar, AB’nin üst düzey temsilcilerini bile kayırmadı. Toplantı başkanı tekrar tekrar “Lütfen düğmeye basınız. Düğmeye basın!” deyip durdu. Ara ara herkes sinirden gülüyordu. Eziyete dönüşen toplantıdan aklımda sadece şu kaldı: “Lütfen düğmeye basınız.”

Gördük ki, korona günlerinde bile sığınmacı çocukların transferi mümkünmüş. Artık acaba Avrupa düğmeye basar ve harekete geçer mi? Bence ne kadar düğme varsa hepsine birden, bir an önce basılmalı. Eğer böyle bir arzuları varsa, Avrupa için yeni ve daha insani bir tarih ve kültür yazımına bundan daha iyi bir başlangıç olamaz. Bu saikle yazılabilecek bir tarihi yaşamaya kimin ihtiyacı yok ki?

*Dr. Berlin Humboldt Üniversitesi