Aksi söylenmedikçe itibar etmeyiniz

Metaların hesaplanabilir, en azından ortalaması alınan ihtiyaçlara göre üretilmemesi, üretimin planlanmamasının yarattığı üretim, dolayısıyla da o fazla mal için ortalığı birbirine katan, insanı hayvanlaştıran tüketim anarşisinin sonucu bugünkü ekolojik kriz. Pandemiyle baş edilememesi, bir kriz halini almış ve alacak olması ise devletlerin fonksiyonlarını, yukarıda bahsettiğimiz gibi güçlü ve varlıklı olandan yana tanımlamasıyla ilintili.

Google Haberlere Abone ol

Yiğit O. Özdemir

Bu cümle devlet aygıtının yurttaş olarak çağırdığı özneleri velvele durumlarında sakinleştirmek ve “asılsız” addettiği, çoğu da hakikaten öyle olan bilgi akışına karşı sakinleştirmek, paniği önlemek için kurduğu cümlelerden biriydi bir zamanlar. Ardından kimi sözler resmi ağızdan doğrulanır, kimisi bilhassa yalanlanır. Bu vurgulu bir biçimde yalanlananlar arasında akla uygun olanlar da, kimi zaman devletin bilinmesini istemediği şeyler olurlardı. Yani herkes hangi doğruların yayılmaması gerektiğini, yasak olduğunu bilinçdışında öğrenmiş olurdu.

Şimdi öyle görünüyor ki, koronanın açtığı olasılıklar evreni için de benzer bir durum geçerli. Öncelikle (tabii aklını yitirmemiş olan) devletler neye inanmamız, ardından neye inanmamamız, sonrasında da biraz alaycı bir tonda ya da tamamen göz ardı ederek, kimi zaman da yumuşak bir tonda neyi, hangi ihtimali “fazla ciddiye almamamız” gerektiğini kimi zaman Merkel ve Almanya örneğinde olduğu gibi, sosyalist bir didaktizme varan tarzda “öğretiyorlar”.

Hayret, bu yuhalanan sosyalizmin hala geçer akçe huyları varmış. Mesela devlet aygıtının olaylarla ilgili akla uygun açıklamalar yapmasını sağlamak gibi.

Tabii yazar, çizer, entelektüellerin de konumları şaşırtıcı bir biçimde “kırılganlaşıyor” bu geçtiğimiz günlerde. Kimisi devletin yeni/gelecek söyleminde huzuru bulurken (Zizek), kimisi korona öncesi günlerin özlemiyle durumu kabullenmemekte diretiyor (Agamben), neredeyse “çok da üzerine gitmeyelim, hayırlısıyla şunu bi atlatalım” diyen hat da epey revaçta (Nancy, Badiou).

Adet olduğu üzere Batılı bir filozof, analistten alıntı yapayım. Lacan’dan alıntılarsak “üst-dil yoktur”. Bu aslında üst dilin de basit taleplerin mekanı olan gündelik dile düğümlenmiş, bedenli olduğunu ifade eden söz, günümüzde bedenlerin virüs tehdidi altında olduğu durumda iyice açığa çıktı. Herkesin bedeni ve beden algısı da farklı olduğundan, ona göre bir “üst-dil” konumu belirledi. Ama genel olarak kapitalizmin içerisindeki değişikliğin yolunu gözleyenlerle bunun öyle pek de iyiye bir gidiş olmayabileceğini söyleyenler arasında bölündük.

Ne diyorduk, “aksi söylenmedikçe itibar etmeyiniz”. Bu sırada kapitalizmin kökenlerini ilkel toplumlarda bulanlar mı dersiniz, Marx’ın yaptığı ve belli mantıksal ayrımlara tabii tasnifleri çarpıtanlar mı dersiniz. Tabii, mesele reelpolitik olduktan sonra, yorumsamanın aşırı-yoruma ve hatta çarpıtmaya, veri bulaşıkçılığına dönmemesi için hiçbir sebep yok. O yüzden Marksizm açısından kapitalizmin dünya üzerinde hüküm süren ve önceki üretim tarzlarıyla ilişkisi bakımından da egemen kılan özelliklerini, kitabi anlamda tekrar “hatırlatmak” gerek. Böylelikle hem onyıllarca “modası geçmiş” olarak damgalanan analizlerin ne kadar güncel olduğunu görecek, hem de onu yenilemek adına yapılan ayakları havada budalalıkları teşhir etmiş olacağız. Böylelikle gerçekten, sadece bir devlet çözüldüğü için geçerli olan reelpolitik gereği değil, Marksizmin geçerli tespitleri ve bir düşünme tarzı olarak kendisi, umalım ki bir nebze su yüzüne çıkacak.

Öncelikle, kapitalizmin bir üretim tarzı olarak önceki tarzlardan ayırt edici özelliği, üretilen nesnenin pazara gelmeden “önce” de meta olarak üretilmiş olması. Sık verilen bir örnek, bir ayakkabıcı kendi küçük işletmesinde pazar için üretim yapar. Ama pazara çıkmadığı müddetçe o üretim meta statüsünde değildir. Dolayısıyla değişim değeri üzerinden tanımlanan meta statüsü, pazarda edinilir.

Kapitalizm için durum bu değildir. Ürünler daha üretilmeden önce bile (misal belli bir siparişin üretimi için bankadan alınan borç krediyle) çeşitli mübadele ilişkileriyle önbelirlenmiştir. Meta statüsü için ise “pazara çıkmaları” gerekmez, çünkü üretim aracı çoktan pazara eklemlidir. Yani fabrika zaten pazara, satışa ve sermaye birikimine dayalı olarak üretimi gerçekleştirir. Kısacası, artı-değerin temellüküne. Nesnelerin meta statüsünde üretilmesiyle meta statüsü kazanması arasındaki fark burada yatar.

Burada duralım. Günümüzün en önemli sorunlarından biri olan ve kapitalizmin gelecek aşaması olan post-korona döneminde muhtemelen en çok tartışılan kısmı olacak tüketim ve bilhassa da bölüşüm kısmına odaklanalım. Bakalım Evrensel Temel Gelir yasalarını savunanların “kârın bölüşümü” olarak sermayeden pay almak adına koydukları “anti-kapitalist” itirazlar, kapitalizmin bugünkü sorunlarıyla ne kadar hesaplaşıyor.

Birincisi, eski sayılan bir durumun hala çözülemediğini görüyoruz. Kapitalizmin meta ve pazar odaklı üretimi, üretim anarşisi sorununun üstesinden gelemiyor. Liberal iktisadın bu konuya getirdiği ve liberalizmin en önemli savı ve sorunu olan “insan ihtiyaçları sonsuzdur” savı, devlet planlamasının imkansızlığına işaret ediyor, ihtiyaçların “hesaplanamayacağına” işaret ediyor ve her şeyi piyasanın o meşhur “görünmez el”ine bırakmayı arzuluyor.

Bununla birlikte bu sav ve “kaynaklar sınırlıdır” hipotezi arasında, Leviathan’ın gölgesi dolaşıyor. Kısacası, malı mülkü ve her şeyden önemlisi üretim araçlarını, kısacası kaynakları güçlüye izafe eden bir devlete ihtiyaç duyuyor bizim bu liberalizmimiz. Hep böyleydi, biz yeni anladık. Üstüne bir de güvenlik devleti de cabası.

Sözün özü, metaların hesaplanabilir, en azından ortalaması alınan ihtiyaçlara göre üretilmemesi, üretimin planlanmamasının yarattığı üretim, dolayısıyla da o fazla mal için ortalığı birbirine katan, insanı hayvanlaştıran tüketim anarşisinin sonucu bugünkü ekolojik kriz. Pandemiyle baş edilememesi, bir kriz halini almış ve alacak olması ise devletlerin fonksiyonlarını, yukarıda bahsettiğimiz gibi güçlü ve varlıklı olandan yana tanımlamasıyla ilintili. Kaynaklar sınırlıysa, bunu sahiplenecek kimseler, devlete sözü geçecek sermayedar sınıf olacaktır elbette.

Gelelim sermayedarın kârından kopardığını koparma sığlığındaki Evrensel Temel Gelir’in “bölüşüm”le ilgili algısına. Üretilen artı-değerin parasal karşılığının bir kısmının iadesi olarak kuramlaşmış bu durum, esasında tüketimdeki anarşiyi azaltmayacak, aksine daha da artıracak. Çünkü kapital üretici güçlere yüklenmeden, onları canı çıkana kadar sömürmeden iş göremez. Bunun karşılığında devletin planlamadığı belli bir miktar elde edecek yoksulların eli bir parça rahatlayacak mı peki?

Birincisi, bu meblağ öyle bir “meblağ” değil. Sermayedar sınıfın bu kararı alırken düşüneceği tek şey, suç oranlarını düşürmek ve toplumun güvenliği olacaktır. 600 euro, sermayedar için hiçbir şey, ama krizin yaratacağı ve yaratmaya çoktan başladığı enflasyon düşünüldüğünde, erimeye de mahkum. Daha da önemlisi, artık aile planlaması diye bir şey kalmadığına göre, tüketimi gazlamaktan başka bir iddiası da yok.

Kısacası, kapsamlı bir şekilde üretim döngümüzü yeniden düşünmeden ne gelecek pandemilere karşı yurttaşları ön plana koyan çözümler üretecek bir organizasyon var etmek, ne de ekolojik tahribatla sonuçlanmış ve pandemiyle de ilintili tüketim alışkanlıklarını, bireysel tüketim üzerinden değil, yine üretimdeki anarşi üzerinden sorgulamadan yıkıcı ekonomilerden, sömürüden kurtulmak mümkün görünmüyor..