Dünyayı eve dönmek değiştirecek

Evet, salgından sonra normale dönemeyeceğiz. Dönmeyelim. Normal olan kadim Dicle ve Fırat nehirlerini yok etti. Suriye’de, Yemen’de, Libya’da, Afganistan’da, Irak’ta, Rohingya’da, Afrin’de ve daha birçok yerde milyonlarca insanı öldürdü, öldürüyor.

Google Haberlere Abone ol

Mîraz Rûsîpî

Korkuyoruz. Dışarıda göze görünmeyecek kadar küçük bir o kadar da sinsi canavarlar var. Dokunduğu bedeni ele geçirip o beden aracılığıyla başkalarına yayılıyor. Tıpkı vampir ya da zombiler gibi ama biz bir filmde değiliz. Televizyon kanalları bir yönetmenden emir almışçasına ürkütücü sesler çıkararak korkunun dozajını artırıyorlar. Güya bilgi çağındayız. Virüsü neyin ortaya çıkardığını dahi bilemiyoruz. Yarasa mı? Hava kirliliği mi? 5G mi? Karanlık güçler, gizli örgütlenmeler mi? Yoksa bir laboratuvar hatası mı? Korku film senaristi olsam yarasa derdim ki onlar da öyle diyorlar. Virüse neyin sebep olduğunu bilmediğimiz gibi salgın sonrası dünyanın nasıl bir yer olacağını da bilmiyoruz. Sadece bu işlere kafa yoran düşünce erbapları değil devlet başkanları da televizyona çıkıp aynı şeyi söylüyorlar. "Virüsten sonra bir daha dünya eskisi gibi olmayacak" ve hatta ekliyorlar "Salgından azami şekilde faydalanacağız." Binlerce insan öldü. İnsanlığın üçte biri karantina altında, ekonomiler çöküyor. Bir şeyler gerçekten değişiyor. İnsanlık hatalarından ders alıp olumlu yönden mi değişecek yoksa felakete mi sürüklenecek?

Şimdiye değin felaketlerin dünyayı iyi yönde değiştireceğine inananlar fena halde yanıldılar. Katliamlarla hafızalarda iz bırakan Birinci ve İkinci Dünya Savaşı'nın ardından gelen kıtlık ve virüs salgını dünyayı ve birbirimizi sömürmenin önüne geçemedi. Afganistan, Kongo gibi birçok ülkede ise aslında bu büyük paylaşım savaşları hiç bitmedi. Elli bir milyon çocuk hâlâ açlık sorunu çekerken obezite yüz milyon insanın hayatını cehenneme çeviriyor. Yanı başımızdaki Suriye savaşında beş yüz bin insan öldü. İnsanlık onca musibete rağmen hâlâ enerjisini iyi bir dünyanın inşasına değil de savaşlara harcıyor. Yoksa doğuştan kötü olduğumuz için mi dünya böyle? Eğer neden bizsek kötülüğün doğasını anlayıp bu haris uru ruhumuzdan koparıp atmanın yollarını bulabilir miyiz?

Nazilerin zulmünden ABD'ye kaçan Yahudi bilim insanı Hanna Arendt savaş sonrası bu türden sorulara cevap bulmak için 1961'de İsrail’e gitti. Kötülüğün doğasını anlamak için yüz binlerce Yahudi’nin katledilmesinden birinci dereceden sorumlu olan Adolf Eichman'ın yargılanma sürecine katılıp kendisiyle bir dizi görüşme yapacaktı. Mahkemede baştan ayağa kötülüğe kesmiş, şeytani zekaya sahip acımasız bir katille karşılaşacağını düşünüyordu. İlk görüşmede neye uğradığını şaşırdı. Karşısında sığ bir zekaya sahip yüklendiği işleri sadakatle yerine getiren ve antisemitist olmayan titiz bir memur vardı. Eichman Nazilerin iktidarının ilk yıllarında bazı yahudi arkadaşlarının yurt dışına kaçmalarına dahi yardım etmişti. Yumuşak tabiatlıydı ve hayatı boyunca iyi olmaya, üstlerinden aferin almaya çevresindekilerin ona faydalı biri diyebilecekleri kişi olmaya çalışmıştı. Sorgulama esnasında bilindik "Benim de Yahudi arkadaşlarım var" cümlesini kuruyor, görevlerini yerine getirdiğini söylüyor ve ekliyordu: "O zamanlar herkes Yahudi öldürüyordu." O sadece üstlerinin ona verdiği emirleri uygulamıştı. Emirleri sorgulamamış, yaptığı eylemleri kendisiyle tartışmamış, vicdanıyla çelişkiye düşmekten kaçınmıştı. Dönemin iktidarına göre de yurdunu seven iyi bir adamdı. Yahudilerin yurt dışına çıkmalarına yardım ederken de onları katlederken de toplumun onayını almaya çalışan iyi bir insan olmaya çalışmıştı. Hannah Arendt, Eichman'ın bu durumuna Kötülüğün Sıradanlığı (banality of evil) diyordu. Arendt'e göre Eichman gibi odasına çekilip kalabalıkların iyilik dediği şeyleri, yaşamı ve eylemleri hakkında düşünmeyen kendisiyle yüzleşip çatışmaya girmeyen herkes bir katile dönüşebilirdi. Yönetmen Jashwa Oppenhimer bu hali "The Act Of Killing" (Öldürme Eylemi) adlı belge filminde Eichman benzeri yalnız kalıp kendisiyle yüzleşmemiş toplumun ve askeri yönetimin takdirini almak için, yüzlerce insanı öldürmüş başka bir caniyi Anwar'ı anlatıyor. Anwar İsrail hapishanesindeki süngüsü düşmüş bir asker değil. Onu övüp katliamlarını destekleyen yönetim iktidardan hiç düşmemiş. Nazilerin (bizde ise Enver Paşa'nın veya Çiller yönetiminin ve failli meçhul cinayetler işleyen şebekenin) savaşı kazanıp ülke üzerinde mutlak iktidarlarının kesintisiz sürdürmesine karşılık gelecek bir ülkede yaşıyor. Devlet görevlileri işlenen cinayetleri sorgulayıp Anwar gibi katilleri eleştirmeye çalışanları tehdit etmekten çekinmiyorlar. Anwar ve çetesi işledikleri cinayetleri, yaktıkları evleri, genç kadınlara tecavüzlerini büyük bir gururla çoğu zamanda gülerek anlatıyorlar. Üstelik tüm bu kan dondurucu katliamları televizyon programlarına çıkıp açıklamaktan da çekinmiyor. Filmin yönetmeni Oppenhimer tam bu aşamada bir dizi zekice davranış sergiliyor. Anwar'a anlattıklarını izletiyor. Rol icabı Anwar’ı sorguluyor, onun kurbanlarına yaptığını filmde ona uyguluyor. Tüm bu süreçler Anwar'ın ruhunun iç odalarına dönmesini, kendisiyle yüzleşmesine neden oluyor. Anwar katlettiği insanları gördüğü kâbusları anlatmaya başlıyor belki de hayatında ilk defa yaptıklarından utanıyor, kendinden iğreniyor, hatta kusuyor. Anwar'ın dünyası savaş, katliam ve yıkımdan dolayı değişmiyor. Kendisiyle yüzleştiği, ona öğretilen devletin bekâsı için iyilik yapan faydalı adam imgesini deşmeye başladığı için vicdanı sızlamaya ve ruhu dönüşmeye başlıyor. Liderler de koronadan sonra dünyanın değişeceğini söylüyorlar. Belli ki kast ettikleri dönüşüm Anwar’ın değişimine benzemiyor. Onların her zaman birkaç planları olur. Peki, bizim planımız ne? Salgın hastalıktan sonra nasıl bir dünya istiyoruz?

Savaşların, kıtlıkların, coğrafi felaketlerin ve salgın gibi dış baskıların dünyayı olumlu değiştirmediği bilinen bir gerçek. Binlerce yıldan beri şeyhlerin, papazların, guruların bir şeylerin değiştireceğine inandık ama bu içsel arayışta insanlığa yıkımdan başka bir şey getirmedi. Korona korkunç bir hastalık olsa da bize evimize çekilmemizi, kalabalıklardan uzaklaşmamızı sağlayarak belki de bizlere bir şans tanıdı. Hazır odamıza dönmüşken yalnızlığımızla arkadaş olup kulağımızı göğsümüze dayayıp yüreğimizin sesini duymalı hatta daha da derinlere inip orada atan başka yürekleri de hissetmeliyiz. Biliyorum bizler kendisiyle yüzleşmek zorunda olan soykırımcı ya da katil değiliz. Öte yandan yasalara uygun davranan vatandaş, devletin/şirketin verdiği görevleri sorgulamadan yerine getiren memur/işçi ve de iyi insanlar olmaya çalışırken kime hizmet ettiğimizi ve neleri öldürdüğümüzü bilmiyoruz. Eve çekilince belki de daha az çalışarak, daha az tüketerek de yaşayabildiğimizin farkına varırız. Satın almak için ömrümüzü törpülediğimiz evlerin misafirsiz bir hiç olduğunu anlar, reklamlarla tenimize sinen lüks yaşamak isteğinin dünyanın bir yerlerinde birilerinin aç yatmasının müsebbibi olduğunu görebiliriz. O zaman belki Hasankeyf barajından orman kesimlerine, siyanürlü altın arayışına doğa katliamlarındaki payımızın farkına varırız. Kim bilir belki de ayakkabı üretir gibi tank, uçak yapan gelişmiş ülkelerin, en temel sağlık ürünlerini yapmakta ne denli aciz olduklarını anlar sosyal ve ekolojik politikaların destekçisi oluruz. Milliyetçilik, din, sınır zırvalamalarıyla insan öldürmek için silaha, doğayı katletmek için betona yatırım yapan siyasi yapılara desteğimizi keseriz. Dünyanın en basit canlısının insan bedenlerinde yolculuk yaparak binlerce kilometre yol kat ettiğini, organik dünyada sen ben diye bir şey olmadığını, sadece insanların değil bitki, hayvan canlı cansız tüm doğayla birbirimizi bütünlediğimizi anlarız. Doğanın sadece dışımızda değil içimizde de devindiğini, dünyanın bir yerlerinde vahşi doğayı yağmalamaya başladığımızda karakteri bize benzeyen kanser hücrelerinin veya virüsün içimizi parçalayacağını öngörebiliriz.

Evet, salgından sonra normale dönemeyeceğiz. Dönmeyelim. Normal olan kadim Dicle ve Fırat nehirlerini yok etti. Suriye’de, Yemen’de, Libya’da, Afganistan’da, Irak’ta, Rohingya’da, Afrin’de ve daha birçok yerde milyonlarca insanı öldürdü, öldürüyor. Normal olan Afrika’da, Güney Amerika’da, Uzak Asya’da milyonları açlık ve sefalet içinde bırakırken Batılı halkları obeziteli tüketim dişlilerine dönüştürüyor. Normal olan bizi açlıkla sınıyor, sınavı geçmek için verdiği işleri sorgulamadan yerine getirmemizi istiyor. Normal olan ölümcül bir salgın hastalıkta dahi evde oturanlar ve dışarıda çalışmak zorunda olanlar diye aramıza sınıf farkı koyuyor. Normal olan her dem bizden yaptıklarını sorgusuz sualsiz onaylayan küçük Anwarlar, Adolflar yaratıyor. Dünya hiç durmadı ki hep değişti. Ama bu defa dünyayı egemenler ve iyi insan olmak için onlardan aferin almaya çalışanlar değil, yalnızlığı vasıtasıyla yaşamı ve eylemleri ile yüzleşmiş, yeryüzündeki her şeyi kendisinden bilen vicdanlı insanlar değiştirmeli.