Türkiye’de bir Alevi hak hareketi neden yoktur?

Nihayetinde Alevilik ve aleviler bir yandan giderek daha şümullü yüzleşme veya yüzleşme davetleri sürecine girmeye başlarken diğer yandan da her bir tarihsel bağlamdan "adem"e uzanan kendi eylem ve paylarını talep etmeye başladılar. Belki asıl odaklanmamız gereken soru şu: Aleviler kendilerini yaratırken, neden bir ülkeyi, bir vatanı, bir halkı yaratacak bir hak ve hukuk bahsine girişmediler? Alevilik bütün bir topluma neden talip değildir? Aleviliğin “öteki”ni de çağıracağı bir hukuku ve hak potansiyeli yok mudur?

Google Haberlere Abone ol

Orhan Gazi Ertekin*

Aleviler ve Aleviliğin hak hukuk ve adalete ilişkin siyasal potansiyeli ve pratiği üzerine kapsamlı soruşturmalar yapabileceğimiz bir tartışma sürecinden geçiyoruz. Pınar Fidan'ın trajik komedi performansı bir yandan Alevilerin kendi içlerindeki "günah"a (suça) ve cezaya (kefarete) dair reaksiyoner duygularını açığa çıkardığı gibi Türkiye yargısının üretilmesi ve yeniden üretilmesine ilişkin konumları üzerine mutlaka tartışılması gereken bazı ipuçlarını da verdi. Prof. Ayhan Yalçınkaya böyle bir hukuk sorununa Aleviliğin içerisi ile dışarısını yüzleştirerek bakmayı önerirken Doç. Dr. Ayfer Karakaya Alevilik ile dışından ilişkilenmenin yetersizliklerini haklı olarak öne aldı. Aydın Selcen'in hukuk vurgusu (yani “biz”in kim olduğu ve bizim dışımızdakilerle nasıl ilişkileneceğimiz sorunu) üzerinden getirdiği sorusu ise çok çarpıcıydı ve isabetliydi: "Pekiyi Aleviler arasında Kürt meselesine dair ve Kürtler arasında Ermeni soykırımına dair kapsamlı araştırmalar yapılmış mıdır?" Yani Aleviliğin hukuk ile ilişkisini diğer grup ve kesimlerle sınırlarında görmeyi teklif etmiş oluyordu. Aynı anlarda Dr. Nimet Altıntaş'ın "Canların Cinsiyeti"ne dair soruları (Alevilerde kadın erkek eşitliği efsanesi, miras paylaşımı, kız çocuklarının okutulması vs. vs.) orta yerde duruyor ve Aleviliğin "içerisi" ile "dışarısı" arasındaki derin hukuki bağlantıların asıl çözüleceği yerleri sorgulamaya açıyordu. Nihayetinde Alevilik ve Aleviler bir yandan giderek daha şümullü yüzleşme veya yüzleşme davetleri sürecine girmeye başlarken diğer yandan da her bir tarihsel bağlamdan "adem"e uzanan kendi eylem ve paylarını talep etmeye başladılar. Çok hayırlı bir gelişme...

Şimdilik Nasreddin Hoca gibi "Sen de haklısın o da..." diyebileceğim bir tartışma var ortada. Çünkü elimizdeki hepsi de düşünsel zenginlik ve dinamizm oluşturan yazılar ancak daha fazla soru ve daha fazla cevap ile taraf olunabilir bir ideolojik (siyasal haritadaki çağrılma biçimlerimiz) haritayı ortaya çıkaracaktır. Alevilerin Türkiye'nin ve hepimizin, tüm toplumsal grupların sorularına daha fazla icabet etmeleri gerektiği ve dahi cevaplara sahip olması gerektiği yer de burası. Bence hem Aleviliğin soruları ve cevapları çok eksik hem de dışarıdan Aleviliğe sorulan sorular ve verilen cevapları. Ancak toplumun gündemindeki temel soruları birbirimize sormak suretiyle kültüralist bir “protokol” bağlamından çıkıp gerçek bir hukuk tartışmasını yapabileceğimize inanıyorum.

ALEVİLİK VE SORULAR 

Aleviler ve hukuk meselesine dair soruyla başladım ve uzun bir sorular silsilesi ile de devam edeceğim. İlk soru şudur: Aleviler kendi bulundukları yerden başlayarak bir siyasal hak talebinde bulunmalı mıdırlar? Bulunmuşlar mıdır? Türkiye’de Aleviler acaba neden bir anayasa kurucu güç veya güç unsuru olmamışlardır? Nusayrilerin Suriye’deki hegemonik rolüne yakın bir iddianın içine neden ve nasıl girmemişlerdir? Girememişler midir? Güç ilişkileri mi müsaade etmemiştir? Yoksa "kimlikçi" olmadıkları ve tüm bir beşeri bir kıldıkları için mi yapmamışlardır bunu? Sınıfsız-imtiyazsız kaynaşmış bir kitlenin parçası olmanın bölünmekten, kendi zayıf gücüne sığınmaktan daha politik olduğuna mı kani olmuşlardır? Soruları daha geniş bir tarihsel düzlemde ve belki "Alevilik özü"ne de temas edecek şekilde sormak da mümkündür: Osmanlı beylik koşullarında temel bir ideolojik tutunum imkanı olmaktan imparatorluk koşullarında neden terk edilmiştir sınırlara Alevilik halleri? Göçebe kandaş kabilelerin sadece ideolojik tutunum ihtiyaçlarına mı cevap vermektedir? Peki Kürt hareketinin temel kurucu güçlerinden birisiyken nasıl olup da "devletaltı güce" gelinen zaman içinde sınıra doğru itilmiştir Alevilik? Çok soru sorduk. Doğru. Ama belki asıl odaklanmamız gereken soru şu: Aleviler kendilerini yaratırken, neden bir ülkeyi, bir vatanı, bir halkı yaratacak bir hak ve hukuk bahsine girişmediler? Alevilik bütün bir topluma neden talip değildir? Aleviliğin "öteki"ni de çağıracağı bir hukuku ve hak potansiyeli yok mudur? "Alevilik" ile "Aleviler" içindeki ve arasındaki farklar mı buna engeldir? Alevilerin anayasal yapı, kültür ve hukuk düzeni içindeki yerinin "Bektaşi Mithat Paşa.." ithafı seviyesinde kalması bize Alevilik ve Türkiye hukuku açısından ne anlatmaktadır? "Kurucu iddia"lardan veya Kozanoğlu isyanı ve Dersim kalkışmaları gibi kurucu isyanlardan "lobici" bir politik düzeye nasıl bir süreçle beraber gelindi?

Sorular fazlasıyla uzatılabilir. Ben bu soruların tümünü bir köşeye zaman içinde cevaplanmak üzere bırakıp içlerinden üçünü ele alacağım. Bunlardan birincisi Aleviliğin Türkiye'de bugüne kadar kuşatıldığı politik-ideolojik konumu ve mesafeleri belirlemeye çalışmak olacak, ikincisi Aleviliğin anayasal kurucu güç ve hukuk ile ilişkisinin muhtemel kuruluş hatlarını ve hafızasını tartışmaya açacağım. Ve üçüncüsünde ise Aleviliğin hukuk kurucu potansiyeline dair bir tartışma alanı kurmak istiyorum.

ALEVİLİĞİN POLİTİK İNŞASINA TALİP OLMAK 

Cumhuriyetin siyasi-hukuki düzeni neredeyse her toplumsal ve siyasal meseleyi bir "kimlik" haline getirirken etnik-dinsel ve kültürel kimlik iddialarını da kendi ulusallığı nezdinde bir gerilik-gericilik olarak kurgulamayı başarmıştır. "Yerellik" Sünni İslam kurumsallığına dayalı Türklük hukuku içinde bir özerk bir hak alanı olarak görülmez iken devlet karşısındaki özerklik iddiaları daima bir "suç" ve "isyan" potansiyeli olarak görülmüş, hukuk alanının dışına itilmiştir. Alevilik cumhuriyetin hukuk düzeninde öncelikle bu gerilim üzerinden konumlandırılmıştır ve “devlet merkezi" karşısındaki hak iddiaları bakımından oldukça trajik sonuçları da beraberinde getirmiştir. Sorun esas olarak şuradan yükselmektedir: Aleviler cumhuriyetin hukuk düzeni içinde bu hegemonik ilişkiye en kolay intibak eden bir “yerellik” ve “kimlik” unsurudur. Böylece “En dışarıda olanın en içeride kalması” olarak ifade edilebilecek bu durum Alevilerin siyasal ve hukuksal alanda bir “hak” ve” hareket” tecrübesine sahip olma imkanlarını kısıtlamıştır. Biraz da bundan dolayı Aleviler cumhuriyetin siyasal ve hukuksal düzeni içinde konumlandırıldıkları yeri aşan bir siyasi ve hukuki performansı geliştiremediler. Ya da buna ilişkin eğilimleri çok çeşitli nedenlerle bir harekete dönüşemedi. Onların temel siyasal eğilimi Sünni İslamın toplumsal düzeydeki şiddet ve tehdit potansiyelinin politik düzeyde kontrol altına alınmasına hasredildiğinden bağımsız ve doğrudan hak kurucu bir eylemden uzak kaldılar. Böylece varlıklarını ve eylemlerini, kendi varoluş kaygıları ile cumhuriyetin güvenlik vaadi arasındaki işlenmemiş bir politik dürtünün içinde kısıtlı buldular. Bunun bir dürtüyü aşarak bir politik bilinç ve hareket haline gelmesi ise çok çeşitli nedenlerle geride bırakıldı.

Aleviliğin daha "büyük" toplumsal bağlar içinde var olmaya çağrılması sadece cumhuriyete ait bir arzu değildir kuşkusuz. Sünniliğin içinde geniş bir öfke, hınç ve nefret barındıran Alevilik yorumunda bile kendi hegemonik sabasına dahil etme sevdası vardır. Marksizm de aynı çağrıyı özgüvenle yapan taraflardan biridir. Bunların içinde en başarılı olan kuşkusuz cumhuriyetçiliğin çağrısıdır. Öncelikle cumhuriyetin “ulusallık” iddiası karşısında dinselliği gerilik olarak kurgulaması ile aynı anda “akılcı din” vurgusunun karşılık bulduğu bir daha büyük kümeye dahil olma çağrısı Aleviler arasında oldukça başarılı oldu. Hemen arkasından Marksist solun daha büyük bir kurtuluşa davet etmesi de kendi amaçları nezdinde kısmen başarılıdır. Ancak 1990’lardan sonra Alevilik kendi hafızasını kurabilecek bir politik dinamizmin içine girdi. Aynı dönem Aleviliğin Türkçülüğün, İslamcılığın ve ulusalcılığın daha yoğun bir ilgi alanına girdiği dönemdir. Fakat 1990’lardaki bağımsız yükseliş eğilimine rağmen İslamcılığın yükselişi karşısında cumhuriyetçiliğin içinde ezberlenmiş bir korunma ve güvenlik dürtüsünün ötesine geçemedi. Kuşkusuz ki Kozanoğlu isyanı ve Dadaloğlu'nun hüzünlü sesi ile Dersim tertelesi ağıtları hâlâ hafızalarda tazedir ve bu hafızayı cumhuriyetin aydınlanmacı çağrıları içinde teskin etmeyi istemek çok yadırgatıcı bir durum gibi de görünmemektedir. Fakat Cumhuriyet tarihi boyunca süren katliamların Alevilerin ölümcül kaygısına cevap veremediği de ortadadır. Burada Alevilerin taraf olduğu cumhuriyetin gücünün İslamcılığa yetmediği ve bundan dolayı Maraş, Çorum ve Sivas gibi katliamların engellenemediğini düşünmek bir yol. İslamcılığın cumhuriyetin zaaflarından güç aldığını kabul etmek geleneksel cumhuriyetçi politik konumu sürdürmek için yeterli bulunan bir mazeret olabilir mi? Yoksa cumhuriyet Alevilik ve Sünniliğin siyasal ve hukuksal alana bu gerilim içinde yerleştirilmesinden politik kazançlar mı sağlamaktadır? Böylece kendi iktidarı içinde Alevi ve Sünni lobileri ile birlikte başarıyla yerleştirdiği iki partili sistemi esnek dağılımlar ve konum almalar içinde yeniden üretme başarısı mı göstermektedir?

Tüm bu gelişmeler, tartışmalar ve söylemler Alevilik ve Alevileri, toplumun kendisi veya eşit bir unsuru olarak değil toplumsal ve kültürel çatlaklar içinde gezinen, hayatta kalmaya çalışan ve varoluşunu bağımlı bir ilişkinin içinde tüketmeye zorlayan ilişkiler yaratmıştır. Yaratmaktadır. Aleviliğin Türkiye'de hukuk kurucu güçler ve güç iddiaları ile ilişkisinin kısa özeti buruya kadardı. Şimdi gelelim Alevilik ve hukuk bakımından bir başka hafıza tercihine ve tabii ki bir başka hukuk iddiasına...

ALEVİLİĞİN POLİTİK VE HUKUKİ HAFIZASI

Ben Alevilik ve Alevilerin hukuk ve politika içindeki yerlerini belirlemek bakımından asıl yaşamsal sorunun şurada olduğu kanaatindeyim: Henüz yeterli araştırmalara konu olmamış ise de 1840'lardaki Akçadağ Alevi Kürtlerinin isyanı ve 1860'lardaki Kozanoğlu isyanı ve Dersim tertelesi ile Maraş, Çorum ve Sivas katliamları arasında bir tarihsel devamlılık ilişkisi var mıdır? Ortak noktalar nedir? Farklı olan nedir? Ve tüm bunlar Alevilerin Türkiye'nin geleneksel hukuk kurucu güçleriyle ilişkilerini ne ölçüde belirlemektedir ve ne ölçüde bağımsız bir hukuk kurucu öneriye sahip olmalarını sağlar? Aleviliğin hafızasının “hukuk kurucu” bir anayasal perspektifin içinde kurulmasının yolunun öncelikle bu sorularla yüzleşmek ve cevaplar geliştirmekten geçtiğini düşünüyorum. Bu soru sadece Alevilik ve Aleviler için ontolojik bir soru değildir. Aynı zamanda hukuk ve anayasa kurucu iddiaları da içerecek bir sorudur. Bunun için geleneksel hukuk, anayasa ve anayasacılık anlayışının öncelikle değiştirilerek başlanması gerekiyor.

Aleviliğin anayasal güç ilişkileri bahsine yer açmak için şuradan ilerleyelim: Türkiye'nin anayasa ve anayasacılık anlayışı liberal uyum ve hukuksal kurumsal iktidar yaklaşımına dayanmaktadır. Buna göre anayasalar, bir "metin"dirler iktidarların yasallık ve kurumsallığını kuşatırlar. Osmanlı-Türk anayasa anlayışı da bunun üzerine yükselir. Osmanlı 19’yy sinde anayasacılık Mustafa Fazıl Paşa’nın adlandırması ile "nizamı serbesthane" idi. Yani serbestlikler rejimi; esas olarak ruhsat verilmiş eylem ve düşünceler alanına işaret ediyordu. Güç ilişkileri, isyanlar, merkezi yapının gücünü sınırlandıracak gerçek anayasal gelişmeler ve “yerel”lik iddiaları anayasa algısının dışındaki tarihsel meseleler olarak ele alınıyordu. Buradan bakıldığında örneğin ne Akçadağ Alevi Kürtlerinin isyanı ve bastırılması ne Kozanoğlu isyanı bir anayasacılık hareketidir ne de Dersim 1937 süreci. Türkiye anayasa tarihçiliğinin (eğer böyle bir şey varsa) anayasa algısının sonuçlarından birisini de burada görürüz: Türk anayasacılığı Mustafa Fazıl Paşa ve yeni Osmanlılar’ın (Hürriyet gazetesi) muhalefeti ile Mithat Paşa ve 1876 Anayasası'nı tarihsel dikkat alanına taşırken örneğin 1840’lardan itibaren başlayan isyan ve çatışmaları anayasa kurucu gelişmelerin dışında tutar. Kozanoğlu isyanı bunlardandır örneğin...

Bu anlayış Aleviliği ve Alevileri devletin gücünü sınırlayan gerçek bir "demokratik güç" olarak değil bir "şaki" olarak anlamak sonucunu da doğurmuştur. Oysa bugüne kadar Türkiye'deki anayasa ve anayasacılık tartışmaları büyük oranda yüzeysel ve sahte bir kavramlar seti içinde ve merkez lehine yorumlanmıştır. Bu noktada Alevilik, Osmanlı’da merkezi ve modern güçlerin inşası karşısında bir tedhiş ve şiddet potansiyeli olarak değerlendirilmiştir. Türkçü tarih yazımı, bu açıdan Aleviliği merkezi devlet açısından bir “sorun” olarak işaretlemiştir. 1860’lardan itibaren bir isyan hareketi olarak doğan Kozanoğlu hareketinin tarihe yerleştirilmesi incelendiğinde bu söylem açıklıkla ortaya çıkar. Kozanoğlu hareketi, anarşist bir harekettir, başı bozuktur, düzensizdir ve iskana karşıdır. Bu haliyle Osmanlı hukukunun bir ihlali, demokrasi ve hukukun inşasının bir engeli olarak görünür. Oysa Kozanoğlu hareketi gerçekte Türkiye hukuku ve muhtemel anayasaların demokratik güçlerinden başlıcası idi. Hukukun çoğul bir müzakerenin içinde doğuşu, merkezi gücün etki ve nüfuzunun sınırlanması açısından gerçek bir anayasal kurucu unsur olarak ortadaydı. Türkiye hukuk tarihi yazımında gerçek demokratik kurucuların darbeci, anarşist ve bozguncu olarak tasnif edilmelerinin hem Türkiye’nin bugüne gelen hukuku ve hem de Aleviliğin hak kurucu bir hareket potansiyeli bakımından çok şey ifade etmektedir ve bu açıdan konunun üstünde dikkatle durulmalıdır. Bunu bir köşeye kaydedelim (Bu arada bu bahiste Maraş katliamı üzerine yakında yayınlanacak olan kitabımızdaki Tahsin Kozanoğlu'nun makalesini heyecanla beklemeyi de öneriyorum...).

ALEVİLİK VE ALEVİLERİN HUKUK İDDİASI 

Ve gelelim bir diğer soruya: Alevi “hak"kı var mıdır? Aleviler kendilerine has haklar istemeli midirler? Veya daha ötesi Aleviler bütün bir topluma talip olmalı mıdırlar? Bütün bir toplumun hukukunu kendi eylemlerinde yaratma iddiasına sahip olmalı mıdırlar? Bu soruyu ya “millet-ulus” ya “sınıf” ya da daha büyük bir “inanç-iman” ile karşılayarak “kimlikçi”, “kültüralist” bulacak çok fazla kişiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Oysa bu karşı çıkış sahiplerinin büyük kısmının bizzat kendilerinin kültüralist olduğu söylenebilir. Farklı etnik kültürel gruplar arasındaki toplumsal bağı bir “iletişim” ve bir “protokol”e indirgeyen kültüralist yaklaşım hem somut bir politik dinamizm alanını, bir siyasal enerjiyi soyut bir ilkeye mahkum etmekte hem de toplumsal dönüşümün belirli bir zaman ve mekana yerleştirilmesini engellemektedir gerçekte...

Oysa hiçbir "kimlik"in kendiliğinden bir varlığı yoktur. Her durumda politik olarak yaratılır. Kendi siyasal enerjisini geliştirmeyi başaranın önüne ise ne "millet", ne "sınıf" ne de "iman" konularak "eksiklik"i hatırlatılabilir. Kürtlük sınıfa karşı bu bahsi kazanmıştır örneğin ve kendi dinamizmini var edebildiği sürece sınıfı da milleti de imanı da taşımaya devam edecektir. Alevilik ise kendi potansiyeli bakımından bu tür sorular ve cevaplara bile henüz sahip değildir maalesef.

Buradan bakıldığında Alevilerin hak talebini politikleştirmesi ve bir harekete dönüştürmesini kimlikçilik olarak yorumlayanların “büyük anlatı”ları ve “büyük çağrı”larının içinde bir “beyaz adam” barındırdığını artık görmek gerekiyor. Bu nedenle de Alevilik, “hak” ile ilişkisini “kimlikçi” suçlaması nedeniyle sadece pasif bir “talep” boyutuna terk etmemeli aynı zamanda “hareket”e dönüştürerek bir “yeni hayat” ve bir hukuk önerisi olarak da ortaya koymalıdır. Kendi farklılıklarını, kendi sorunlarını ve kendi mahremiyetlerinde ürettikleri çeşitli eşitsizlik ve adaletsizlikleri de ancak bu yolla aşabileceklerdir. Tabii ki utandırıcı komedi performanslarına karşı adil tepkiler geliştirmek daha mümkün hale gelecek ve nihayet dar alandaki çekişmeler yerine verimli tartışmalara bırakmaya başlayacaktır...

*Demokrat Yargı Eşbaşkanı