Korku çağı

Kamusal hayatın tüm 20. yüzyıl boyunca istikrarlı bir şekilde aşınması zaten insanlığı insani olandan uzaklaştırmıştı. Narsisizm, güven ve dayanışma eksikliği, aşırı bireysellik, nevroz ve histerinin toplumsal norma haline gelmesi eğilim ve olguları kamusal hayatın çöküşüyle birlikte geldiğimiz yerin özeti. Korona bu hastalıklı vaziyeti geri dönüşü olmayacak bir şekilde daha da ciddileştirecek.

Google Haberlere Abone ol

Armağan Öztürk*

Kamusal alanın çöktüğüne yönelik geniş bir literatür var sosyal bilimcilerin elinde. Bauman, Taylor, Sennett, Habermas ve pek çok şöhretli isim. Genel kanı post-modern çağ itibariyle kamusallığın hemen tümüyle özel olanın işgali altında olduğu yönünde. Bu nedenle gazete okumuyoruz, siyasi partilere ve derneklere üye olmuyoruz, kamusal meselelere ilgi göstermiyoruz. Ortaklaşa iş yapma isteği ve ahlakı her geçen gün daha da azaldı. Kamusal mekanlar ise oturulup konuşulan ve (veya) birlikte vakit geçirilen yerler olmaktan çok gelip geçilen alanlara dönüştü. Çocuklar bahçe ve sokaklardan çocuk parklarına, yetişkinler ise meydan ve alanlardan AVM’lere çekildi. Her şey yapay, kurgusal ve plastik.

Korona salgını patlak verene kadar elimizdeki literatür ve yaptığımız gözlemler bu yöndeydi. Bugünkü dünyada ise Türkiye dahil olmak üzere pek çok ülkede kamuya çıkmak artık resmen yasak. Kamunun yok oluş süreci bağlamında bir üst seviyeye geçtik. Sosyolojik kerte yerini biyolojik kerteye bıraktı. Ölmemek için eve çekilin talimatı kamu ile özel arasındaki karşıtlığı ölüm ile yaşam arasındaki karşıtlığa eşitledi. Bu gidiş “hayırlı” değil. Yeni bir “korku çağı” başlamak üzere.

Kamusal hayatın tüm 20. yüzyıl boyunca istikrarlı bir şekilde aşınması zaten insanlığı insani olandan uzaklaştırmıştı. Narsisizm, güven ve dayanışma eksikliği, aşırı bireysellik, nevroz ve histerinin toplumsal norma haline gelmesi eğilim ve olguları kamusal hayatın çöküşüyle birlikte geldiğimiz yerin özeti. Korona bu hastalıklı vaziyeti geri dönüşü olmayacak bir şekilde daha da ciddileştirecek. Her şey geçici, hastalığın etkisi sönümlendiğinde veya aşı bulunduğunda bu kabus bitecek diye düşünmeyin lütfen. Şüphesiz ki salgının kendisi geçici. Ama topluma yaşattığı şeylerin kalıcı sonuçları olacak. Mesela her şeyi steril hale getirmeye çalışan hijyen histerisi yaygınlaşacak. Sürekli bir şekilde sosyal mesafeden bahsediyor bilimsel otoriteler ve siyasi yetkililer. Aslında kastettikleri şeyin adı sosyal değil fiziki mesafe. Çünkü korona gelmeden önce biz zaten sosyal açıdan mesafelenmiştik. Aynı apartmanda oturup ismini bilmediğimiz komşularla, aynı güzergahı kullanıp görmezden geldiğimiz yoldaşlarla, aynı iş yerinde çalışıp selam vermediğimiz iş arkadaşlarıyla birlikte yaşıyoruz bu hayatı. Birbirine yabancılaşmış insanların toplumların çoğunluğunu oluşturduğu bir dünyadayız sonuçta. Özellikle büyük kentler bu yabancılaşma hali çok belirgin. Korona tedbirleri sosyal ilişkiyi yokluk seviyesine kadar geriletti. İnsanlar diğer insanların rakipleri olmaktan çıkıp düşmanlarına dönüşmüş durumda. Ne kadar çok insan o kadar çok hastalanma ihtimali. Bu formülün unutulabileceğini mi düşünüyorsunuz gerçekten?

Tabii kamusallığın yitimi sadece yalnızlaşma olgusuyla açıklanamaz. En az bu durum kadar tehlikeli olan bir diğer mesele hayatımızı değiştirmek için ortaklaşa bir şeyler yapma yeteneğinin tümüyle ortadan kalkması ihtimali. Mesela 10 Nisan’da bir İçişleri Bakanlığı genelgesiyle büyük kentlere 2 günlük sokağa çıkma yasağı geldi. Ne o sırada, ne de sonrasında kimse İçişleri Bakanlığı genelgesi gibi normlar hiyerarşisi bakımından aslında çok da önemli olmayan idari bir işlemle yurttaşların anayasa tarafından korunan temel hak ve hürriyetleri nasıl ellerinden alınır diye sormadı. Çünkü bu tür sorular anlamını yitiriyor. Tıbbi zorunluluk siyaseti ve hukuku tüketti. İnsanlar kendi hayatları ve daha iyi bir dünya için mücadele eden aktif yurttaşlar olmaktan çıkarak ellerinde telefon sosyal medyadan rakam ve yorum takip eden pasif bireylere dönüştü. İşin özü ve özeti şu: Kamusallık yok oldukça biz de yok oluyoruz. Sosyal hayati feda ederek biyolojik hayatı kurtarma çabası başarıya ulaşırsa elde edeceğimiz şey bir Pirus zaferi olacak. Çünkü insanlığımızı topluma borçluyuz. Toplum yoksa insan olarak kalmanız imkansız.

*Doç. Dr. Artvin Çoruh Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü