Salgın, modern devletin döngüsü ve ilahi ironi

Evet salgından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak; ancak bu cümleyi sıklıkla tekrar eden “iyimserler”in düşledikleri doğrultuda değil. Tam aksine, modern iktidar ağının bireyin biyolojik ve zihinsel bünyesini, bugüne kadar hiç olmadığı kadar fazla ve hiç cüret edilemediği ölçüde pervasızca kendisine kattığı, yeni tıbbi, mekanik ve dijital teknolojiler ile yeni iletişim yöntemlerinin bu doğrultuda kullanıldığı bir süreç bizi bekliyor.

Google Haberlere Abone ol

Yunus Can Polat*

Evde kal! Ellerini en az 20 saniye boyunca yıka! Sosyal mesafeni koru! İlk billurlaşmış formlarını antik Mezopotamya’nın bereketli topraklarında bundan yaklaşık 5 bin yıl önce gözlemlemeye başladığımız devletlerin, bugün insanları korku ve paniğe sürükleyen salgının ani yayılımını önlemek ve felç olmanın eşiğindeki sağlık sistemlerine bir parça zaman kazandırabilmek için alınmasını dikte ettikleri en temel önlemler bunlar. Ancak “sosyal” ya da geleneksel medya organları vasıtasıyla zihinlerimizin derinliklerine kazınıp, gündelik hayat pratiklerimizi belirsiz bir süreliğine “askıya alan”, "Evinde kal!", "Ellerini yıka!", "Mesafeni koru!" çağrılarının yanında, modern çağın tüm teknolojik ve entelektüel sermayesinin panik halinde seferber edilmesi dahi salgının yaratacağı tahribatın önüne geçebilmeye yetebilecekmiş gibi görünmüyor. “Her şeyin üzerinde” ilelebet payidar kalacak ulus-devletlerin tüm siyasal-iktisadi güçleriyle panik halinde yürürlüğe koydukları “acil durum önlemleri”, bu katastrofik tablo içerisinde mesiyanik ve mucizevi bir çıkış yolu bulunabilmesini değil; kaçınılmaz olanın ağırlığının bir nebze azaltılabilmesini amaçlıyor. Zira, salgına dair matematiksel modellemelerin en iyimser olanlarına göre bile tüm bu fırtına dindiğinde, dünya genelinde yüzbinlerce insan yaşamını yitirmiş; milyonlarca insan da yakınları ve sevdiklerini zamansız ve acı biçimde arkada bırakmış olacak. Fırtına sırasında ve hemen ardından yaşanacak yapısal ekonomik çöküntü ise ancak 1929 buhranının yarattığı kaosla karşılaştırılabilir ve ölçülebilir seviyede bir işsizlik, yoksulluk ve çaresizlik dalgasını tetikleyecek.

Salgına karşı alınan en temel genel önlemler ve yukarıda değinilen kitlesel çağrıların yalınlık ve ilkelliği, teknolojik ilerleme ve modernitenin çağımızda aldığı biçim ve uygarlığımızın bugün geldiği aşamayla birlikte değerlendirildiğinde kulağa oldukça ironik gelebilir. Ne var ki, iletişim devrimi ile dünyanın küçük bir köy haline geldiği, iktidarın rıza üretebilmek ve kendisini yeniden ve yeniden kurabilmek için evlerimize, hatta zihinlerimize kadar girebildiği, kıtalar arası balistik nükleer ölüm makinelerinin uydular vasıtasıyla kontrol edilebildiği, yönetilenlerin alın teriyle biriktirilen devasa bütçelerin askeri, ticari ve lojistik teknolojilerin daha “neo-liberal” bir aşamaya taşınmasına ayırıldığı bu çağın en tuhaf ironisi, maalesef, söz konusu önlemlerin çağın “ilerlemiş” görüntüsüyle tezat oluşturan yalınlık ve arkaiklikleri değil.

Bugün yaşadığımız en temel ironi, modern iktidarın özgürlük, eşitlik, kardeşlik, demokrasi, barış ve güvenlik gibi söylemleri kendisine payanda ederek işlettiği meşruiyet mekanizmasına ilişkin kadim uygunsuzluğun, ister zengin ülkelerde isterse yoksul ülkelerde yaşıyor olsun salgının şu ya da bu şekilde mağduru olacak geniş insan kitleleri tarafından hâlâ yeterince ilginç ve dikkate değer bulunmaması. Tıpkı aynı sahnenin bir yanındaki büyük savaşlar, kıtlık, yoksulluk, eşitsizlik, açlık, katliam ve soykırımlar ile diğer yanındaki safahat ve israf gibi, SARS-CoV-2’nin (severe acute respiratory syndrome coronavirus 2) neden olduğu Covid-19 salgınının da tekrar su yüzüne çıkardığı ve rahatsız edici biçimde görüş alanımıza sokmakta olduğu uygunsuzluk, bir konsept olarak ulus-devletin kuramsal düzlemde ortaya koyduğu vaatler ile gerçek yaşamda yönetilenlere reva görülen tablo arasında kapatılması güç bir açıklığın var olması.

Platon’dan Aziz Augustine’e, Aquinalı Thomas’tan, Rousseau ve Locke’a, Hobbes’tan ulus-devletlerin bağımsızlık bildirgeleri ve anayasaları ile BM Şartı’na uzanan siyaset felsefesi geleneği, meşruiyet ve rızanın, tahayyül edilmiş bir düzen-anarşi, iç-dış, iyi-kötü, temiz-pis, biz-onlar dikotomisi çerçevesinde üretildiğine işaret ediyor. İronik olan insanlığın her gün tekrar tekrar yüzleşmek zorunda kaldığı türlü zorluklardan hatta felaketlerden sonra bile modern siyasal iktidarın, ulus-devletlerin ve BM sisteminin dayandığı bu temel düşünsel yapının, geniş insan kitleleri tarafından sorgulanmadan kabul edilmeye devam edilebilmesi. Öyle ki, her gün 20 bin insanın açlıktan, her yıl 200 bin insanın temiz su bulunamamasından kaynaklanan hastalıklardan ölmesi, gökyüzünden bombaların düşmediği, daha iyi bir yer ve yaşam umuduyla yola çıkan çocukların Avrupa’ya açılan sahiller üzerinde can vermesi, ortadan kaybedilerek dünyanın en ileri memleketlerinin modern köle pazarlarında Batılı zenginlerin “ihtiyaçları” için acımasızca harcanmaları gibi korkunç olgular bile dikkatimizi küresel kapitalizme dayalı ulus-devletler sisteminin vaat ettikleri, bazılarımıza sundukları ve bunun karşılığında bazılarımızdan aldıklarına çekmeye yetmiyor.

Tok olanın açın halinden “mecbur kalmadıkça” anlamaması bir dereceye kadar anlaşılabilir bir insani hastalık olabilir. Ancak ironi, gözlemimizi dünyanın en kaotik ve yoksul yerlerindeki uzak komşu ve akrabalarımızdan kendi etkileşim alanımıza çevirdiğimizde de devam ediyor. Bu bağlamda, ne hiç durmadan “ileriye” yürüyen modern uygarlık vagonunun, içerisindeki milyonlarca zengin ya da yoksul insan ile birlikte 1914-1918 ve 1939-1945 arasında iki kez duvara çarpmasından, ne yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşanan sayısız ölümlü çatışma, sürgün, yersiz yurtsuz bırakma, açlık ve göç dalgasından, ne de ister zengin ister yoksul ülkelerde yaşıyor olsunlar, çalışan halk kitlelerinin 1980’lerden itibaren sistematik olarak fakirleştirilmelerinden, neo-liberal düzenin güvencesizliğine terk edilmelerinden herhangi bir kalıcı ders çıkartılmış gibi görünmüyor. SARS-CoV-2’nin neden olduğu Covid-19 salgını da tam da yukarıda çerçevesini çizdiğimiz bu ironi bağlamında değerlendirilmeli.

Gerçek şu ki, kendisini geleneksel olarak tahayyül edilmiş iç-dış, iyi-kötü, düzen anarşi ikilemleri ve bu ikilemlerden kaynaklanan, norm haline getirilmiş ve sürekli yeniden üretilen bir olağanüstü hal mantığı üzerinden kuran ulus-devlet, tahayyülden ibaret olmayan gerçek bir olağanüstü durum ile karşılaştığında bocalıyor. Ne var ki bu durum, ulus-devletin egemenliği ile değerin ortaya çıkartılma, paylaştırılma ve kamu kaynaklarının idare edilme yöntemlerinin meşrulaştırılma mekanizmasını sorgulamaya açacağı yerde daha da güçlendiriyor. Covid-19 salgınının, bilim insanlarının 2003’ten beri uyardıkları, katastrofik sonuçlarının önünü almak bakımından aslında önlenebilir ama bilinçli biçimde önlenmemiş (önü alınmamış) bir “vaka” olduğu hatırlandığında, bugün modern iktidar ağlarının meşruiyetinin sorgulanması gerektiği yerde daha da güçlenmesi, yukarıda değinilen kadim uygunsuzluğu ve onun varlığında tecelli eden ironiyi, salgından daha tehlikeli bir olgu haline getiriyor. Bu bakımdan bugün karşı karşıya olduğumuz “gerçek olağanüstü hal” aslında, ulus-devletin önlemek için hiçbir şey yapmaması anlamında “çağırdığı”, durumdan daha inandırıcı biçimde vazife çıkartmak için beklediği ve iktidar ağlarının bekasını sağlama alma adına adeta muhabbetle karşıladığı bulunmaz bir nimet olarak da düşünülemez mi?

Kapıya dayanacağı 2003 SARS vakalarından beri bilinen ancak muhtemel can kayıplarını minimize edebilmek için hiçbir somut önlem alınmadığı için bugün dünyayı kasıp kavuran salgın, kuramsal çerçevede deklare edilen en temel fonksiyonu, iktisadi davranışlarımız ve siyasal örgütlenme biçimlerimizi, kamu yararı adına, belirli bir eşgüdüm içerisinde düzenlemek olan ulus-devletin, kamu yararını korumak ve ortaya çıkarmakta -ilk vakadan bugüne doğru- ne kadar tedbirsiz, hantal, eli kolu bağlı ve en nihayetinde çaresiz kaldığını da açığa vuruyor. Korona virüslerinin mutasyona uğrayıp insanlar arasında yayılması nedeniyle küresel bir salgının ortaya çıkabileceği ve bunun milyonlarca can alabileceği daha 2000’lerin başında anlaşıldığı ya da örneğin 2012’de Almanya’da hükümet raporlarına ilk düştüğü an eşikteki insani ve iktisadi felaketi yumuşatmak için gerekli tedbirler alınmalıydı. Ancak bir felaketin kapıda olduğunun 2003 ya da 2012’de bilimsel kesinliğin elverdiği ölçüde “tahmin edilmiş” olması, zihnimizde yankılanan “niçin önlem alınmadı” soruları eşliğinde dikkatimizi dağıtmamalı. Zira ilk SARS vakalarından bugüne bakarak, “kamu kaynakları, para babalarının pahalı lüks tutkularına, anlamsız askeri harcamalar ve çatışmalara, insanların her gün açlıktan öldükleri, temiz su bulamadıkları bir dünyada milyonlarca gereksiz tüketim malzemesine harcanmak yerine, olası senaryonun önüne geçebilmek için seferber edilmiş olsaydı, dünya halkları bugün yaşamak üzere oldukları felaketi yaşamayacaklardı” diyerek “öfkeli” bir tespit yapmak dahi, meseleyi 2003’ten bugüne uzanan bir çerçeveye hapsetmek; nedenlerle ilgilenmeden sonuçlar üzerinde durarak sınırlı bir “eleştiri”ye bel bağlamak olacaktır. Bu bağlamda takriben 16. yüzyıldan beri kendisini kurarak, merkez-periferi ilişkisi içerisinde yerel ve küresel bağlamda zengini daha zengin yoksulu daha yoksul kılan küresel kapitalist düzen, kamu kaynaklarının akış yönündeki terslik ve ulus-devletlerin meşruiyet üretme pratiklerinde göze çarptığını yukarıda ifade etmeye çalıştığımız genel işleyiş, gözden kaçırılmamalı. Genel işleyiş, modern devletin zaman ve kaynağı kurulu eşitsizlik ve adaletsizlik düzeninin bekası adına seferber ettiğini ve bu işleyişi koruyacak şartlar, “gereklilikler” ve önlemleri sürekli olarak yarattığını gösteriyor.

Bu bakımdan modern iktidar ağı ve onun yer yüzündeki kılcal damarları olan ulus-devletlerin üretim, paylaştırma, emeği örgütleme pratikleri, yukarıda hayretle ifade edildiği gibi, bu “olağanüstü” süreçte kendisini daha da güçlendirme fırsatı yakalamış, dünya halkları nezdinde kaybettiği güveni yeniden tesis etmeye başlamış bulunsa da meşruiyetleri yeniden düşünülmeye muhtaçmış gibi duruyor. Hobbesyen bir kıtlık ve düzen-anarşi dikotomisi ile Schmitt’çi bir istisna hali ve norm haline getirilmiş olağanüstü hal mantığı üzerinden kendisini kuran modern iktidar, aslında tam da “kimsesiz bıraktıklarına bir kimse olma” umuduyla, ürettiği “gereklilikler” ve “çözümler” üzerinden yeniden daha güçlü biçimde ortaya çıkıyor. Diğer bir deyişle, hepimizin çaresizce dünya hükümetleri ve Birleşmiş Milletler kurumlarının yapacağı açıklamalara kilitlenip, modern iktidarın alacağı “daha sıkı önlemler”, “sert tedbirler” ve çareleri beklemek zorunda kaldığımız bu dönemde, Covid-19 salgını, auctoritası kaybetmeye yüz tutmuş ancak potestası elinde bulunduran ulus-devlet aygıtının imdadına yetişmiş gibi duruyor. Evet salgından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak; ancak bu cümleyi sıklıkla tekrar eden “iyimserler”in düşledikleri doğrultuda değil. Tam aksine, modern iktidar ağının bireyin biyolojik ve zihinsel bünyesini, bugüne kadar hiç olmadığı kadar fazla ve hiç cüret edilemediği ölçüde pervasızca kendisine kattığı, yeni tıbbi, mekanik ve dijital teknolojiler ile yeni iletişim yöntemlerinin bu doğrultuda kullanıldığı bir süreç bizi bekliyor. Tüm bu tablodan bir çıkış imkanının bulunup bulunmadığı, bu imkanın kurgulanacağı alanın bileşenlerinin kimler olabileceği ama daha da önemlisi, bugün yönetilenlerin hangi psiko-sosyal etkilerle yukarıda işleyişi özetlenen kurulu düzen tarafında kalarak sözü edilen “büyük ironi”nin parçası olmaya devam ettikleri ise başka bir yazının konusu.

*Dr., Arş. Gör. Harran Üniversitesi Kamu Yönetimi Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı