Korona günleri ve sağlığın sosyalizasyonu

“Korona virüsü”nün kapitalizmin halihazırda içinde olduğu korumacılık, otoriterleşme, ırkçılık, güvencesiz emeğe giderek daha fazla yaslanma gibi eğilimlerini güçlendirdiği aşikar. Üretim, dolaşım, bölüşüm ilişkileri ve gündelik hayat pratikleri başta olmak üzere, toplumsal hayatın önemli bir kısmında kapsamlı değişikliklere yol açacağı da.

Google Haberlere Abone ol

Tolga Tören*

"Korona virüsü"nün insanın doğayla kurduğu ilişkiye dair güçlü bir boyutu olduğu tartışmasız. İnsanın doğa ile kurduğu ilişki ise insanın insanla kurduğu ilişkiden bağımsız değil.

İnsan-insan ilişkisinin açığa çıktığı yer, malum, toplumsal yaşam. Bırakalım salgının toplumsal ilişkilerde açığa çıkardığı çok taraflı, ama yönü -henüz- belirsiz değişim dinamiklerini, tek başına bu durum dahi "korona krizi"nin toplumsallığından bahsetmeye yeterli.

Dolayısıyla "korona virüsü"ün toplumsal koşullardan bağımsız olarak ortaya çıkıp çıkmadığını anlamak için bilim insanlarının yıllarca süren çalışmalarını beklemeye gerek yok.

Toplumsal koşullarla ilintisi, insan-insan ve insan-doğa ilişkileri bağlamında son derece açık olduğu gibi, bu tür çalışmalar ziyadesiyle var.

Çok sayıda bilim insanı, uzman ya da aktivist, SARS, Ebola, korona ve benzeri virüslerin bir toplumsal ilişki olarak “sermaye”nin ya da "kapitalist modernite"nin, doğaya gerçekleştirdiği saldırılar ile ilintisini tartıştı, tartışıyor.

Tükçe’de çok sayıda ismin yanında HDP Ekoloji komisyonu üyesi Prof. Dr. Beyza Üstün’ün ya da tarım uzmanı Abdullah Aysu’nun yazdıkları bu bağlamda akla ilk gelenler. Monthly Review dergisinin son sayısında Rob Wallace, Alex Liebman, Luis Fernando Chaves ve Rodrick Wallace imzasıyla yayımlanan editoryal yazı da bu konuda iyi bir kaynak.

HIV/AIDS, KOLONYALİZM VE GÖÇMEN EMEK SİSTEMİ

Yukarıda ifade edilenler, çoğu zaman "cinsel yolla bulaşan hastalık" olarak tanımlanan HIV/AIDS için de geçerli.

Evet ve tartışmasız: İnsan bağışıklık yetmezliği virüsünün (HIV) yol açtığı “edinilmiş bağışıklık sistemi sendromu, yani AIDS, tıpkı “Covid-19” gibi, bir hastalık. Bir farkla, ”cinsel yolla bulaşan” bir hastalık. Kabul!

Kabul ama; AIDS’in cinsel yolla bulaşan bir hastalık olması, onun toplumsal koşullarla ilintisini ortadan kaldırmıyor.

Tersine, virüsün neden her cinsel ilişki ile değil de bazı cinsel ilişkiler ile bulaştığı sorusu, bizi, “ekonomi politiğin eleştirisi”nin ilgi alanına giren, dolayısıyla son derece sınıfsal olan yanıtlara yönlendiriyor. Mesela mı?

  • HIV/AIDS’ten en fazla muzdarip olan coğrafyanın, yani sahra altı Afrika'nın, on altıncı yüzyıldan itibaren maruz kaldığı kolonyalizm/emperyalizm;
  • Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında Güney Afrika madenlerine yatırım yapan İngiliz sermayesinin, gereksinim duyduğu kalifiye emek gücünü, sanayi devriminin “artık nüfus”undan seçerek yanında götürürken, bölgedeki yerli halkları, topraklarına el koyarak işçileşmeye zorlaması;
  • Siyah işçiler, “kalifiye olmayan emek gücü” olarak, madenlerin en derinlerinde çalışmaya zorlanırken, kentlerde aileleri ile birlikte yerleşimci hale gelmesin, madenlerdeki sözleşmeleri bittiğinde köylerine geri dönsün, ihtiyaç olduğunda tekrar çalışmaya dönsün mantığıyla hazırlanan “ırk ayrımcısı” yasalar/düzenlemeler;
  • Aynı dönemlerde binlerce erkek maden işçisini korkunç koşullarda bir arada yaşamaya mecbur bırakan işçi yurtları;
  • Bunların sonucunda oluşan, bir madencilik kentinden bir diğerine göç eden milyonlarca işçiyi kapsayan ve patriyarkal pratiklerle iç içe gelişen -hâlâ da varlığını koruyan- bu “göçmen emeği sistemi” altında (1) yetişen kuşakların bağışıklık sisteminde oluşan zayıflama;
  • Özelleştirilen sağlık sistemi, AIDS tedavisinde kullanılan ve son derece pahalı olan antiretroviral ilaçlara erişimin, çoğunluğu siyah, yoksul ve kadın olan hastalar için neredeyse imkansız olması…

Bu anlamda HIV/AIDS meselesi, sağlığın ekonomi politik boyutunun önemli bir göstergesi olduğu gibi, kolonyalizmden emperyalizme, neoliberalizmden patriyarkaya, ırkçılıktan madenciliğin yarattığı ekolojik tahribata kadar bir dizi konuya da değinmeyi zorunlu kılan bir olgu.

Tıpkı “korona virüsü” gibi!

EKOLOJİK MÜCADELE VE SINIF MÜCADELESİ!

Yukarıda ifade edilenlerden hareketle şunu söylemek mümkün: “Hastalığı” ya da “virüs”ü, toplumsal ilişkilerden soyutlanmış bir biçimde, örneğin HIV/AIDS bağlamında yukarıda ifade edilenleri, dikkate almadan anlama çabası, teknisist perspektiften hareket etmek anlamına gelecektir.

Bu teknisist bir perspektifin ilk sonucu, insanın doğayla kurduğu ilişki ile insanın insanla kurduğu ilişkinin bir aradalığının, tamamlayıcılığının ve birbiri üzerindeki belirleyiciliğin / etkileşimin gözden kaçırılmasıdır.

İkincisi, her daim daha fazla birikme zorunluluğunda olan “kapital”in, birikirken, sadece emeği değil doğayı da denetim altına aldığının, sömürdüğünün görmezden gelinmesidir.

Buna paralel olarak üçüncüsü, 1970’lerde girdiği krize yanıt üretme çabasında olan sermayenin, artı değeri ve karı arttırmak için üretim ve emek süreçlerinde yarattığı dönüşüm ile, hayatın her alanını kar nesnesi haline dönüştürmek için doğaya saldırmak suretiyle yarattığı dönüşümün aynı paranın iki yüzü olduğunun üzerinden atlanmasıdır.

Politik düzlemde açığa çıkan sonuncusu da, ekoloji meselesinin sınıf siyasetinin ayrılmaz bir parçası olduğunun, işçi sınıfının sömürüsü ile doğanın sömürüsünün, hele de günümüzde, birbirine paralel süreçler olduğu gerçekliğinin anlaşılmamasıdır.

SINIRSIZ SERMAYE BİRİKİMİ!

“Korona virüsü”nün içinde yaşadığımız toplumsal ilişkiler setinde ne tür dönüşümlere yol açacağı elbette ayrı bir yazının konusu. Bununla birlikte, “virüs” konusunun toplusallığına ilişkin kimi saptamalar yapmamızda hiçbir mahsur yok. Bu bağlamda şu noktalara dikkat çekmek mümkün:

- Yerel kaynakların ya da ormanların uluslararası tarım tekelleri tarafından talan edilmesine yol açan tarım politikaları,

- Küçük üreticinin işlediği toprağı kaybetmesi ya da alt sözleşme ilişkileri yoluyla toprağı üzerindeki denetimi kaybederek uluslararası tarım tekellerinin bağımlılığı altına girmesi,

- Büyüme fetişizminin (sermaye için) gerektirdiği enerji üretimini sağlamaya ve sermayeye yeni kar alanları sağlamaya dönük, doğanın talan edilmesi pahasına, yapılan enerji yatırımları,

-Ve nihayetinde, kamusal sağlık sistemlerinin, en iyi ihtimalle bütçesinin azaltılmasına; ama çoğunlukla metalaşmasına/ticarileşmesine/özelleşmesine yol açarak, geniş halk kesimlerinin sağlık hizmetlerine erişimini imkansız kılan iktisadi politikalar, sorgulanmadan “korona krizinin” toplumsallığını tartışmak mümkün değil.

Öte yandan, yukarıda ifade edilenler iki noktayı daha vurgulamayı gerekli kılıyor:

Birincisi: Düne kadar ormanların derinlerinde varlığını sürdüren virüslerin ansızın dünyayı tehdit eder hale gelmesinin, o virüsler karşısında bağışıklık sistemi zayıflamış milyarlarca insanın ve o milyarlarca insanı kapsam dışı bırakan, piyasaya dayalı sağlık sisteminin nedeninin aynı gerçeklik olduğu: Kapitalist üretim ilişkilerinin sınır tanımazlığı ya da sınırsız sermaye birikimi.

İkincisi: Marx’ın Kapital’in birinci cildinin son bölümünde tartıştığı “ilkel birikim"in, yani toplumsal olanı gasp ederek sermaye biriktirmenin sürekliliği, güncelliği.

Dahası, bu sürekliliğin, artı değer yaratımı, yani üretim sürecinde sömürü yoluyla sermaye biriktirme süreci ile iç içeliği, ki burası Marksist sosyal bilimci David Harvey’in başta Yeni Emperyalizm olmak üzere birçok çalışmasında dikkat çektiği önemli bir nokta.

SAĞLIK HİZMETLERİNİN KAMULAŞTIRILMASI!

“Korona virüsü”nün kapitalizmin halihazırda içinde olduğu korumacılık, otoriterleşme, ırkçılık, güvencesiz emeğe giderek daha fazla yaslanma gibi eğilimlerini güçlendirdiği aşikar.

Üretim, dolaşım, bölüşüm ilişkileri ve gündelik hayat pratikleri başta olmak üzere, toplumsal hayatın önemli bir kısmında kapsamlı değişikliklere yol açacağı da.

“Korona virüsü”nün insan aklının sanayi devriminin yarattığı sosyal yıkımı farkederek mülksüzlüğü seçeceğine inanan 19. yüzyıl ütopyacıların umduğu üzere, toplumun çoğunluğunun bir çırpıda komünist olmasına hizmet edeceğini düşünmemiz için bir gerekçe bulunmuyor.

Bunun böyle olmasının en önemli nedeni, komünist ütopyanın imkansızlığı değil, tarihsel özne olarak işçi sınıfının “başka bir dünya” kurmaya dönük “yaratıcı yıkıcılığı” devreye girmeden büyük bir toplumsal dönüşümün imkansız oluşu.

O tarihsel öznenin başkasını kurmaya dönük “yaratıcı yıkıcılığının” en önemli adımı ise, krizin yarattığı ya da yaratacağı tepkilerin toplumsal bir programa yaslanabilmesi, bir alternatif haline gelebilmesi.

Bu toplumsal programın bugün itibarıyla en önemli ve güncel maddesi sağlığa ayrılan bütçenin artması ve sağlık hizmetlerinin kamusallaştırılması. Alanda örgütlü bulunan sendikaların ve meslek örgütlerinin katılımı ve denetimiyle.

Sağlık hizmetlerinin kamulaştırılması talebi etrafında (şimdilik sosyal izolasyon kurallarına göre ve internet üzerinden) örgütlenecek böylesi bir kampanya yalnızca “demokratik ve sosyal cumhuriyet” programına doğru atılan bir adımı oluşturmayacak, aynı zamanda, “sosyal izolasyon” günlerinde “sosyalizasyonu”/“toplumsallaştırmayı” yeniden geniş toplum kesimlerinin gündemine sokarak, umut havası yaratacaktır.

Denemeğe değer.

(1) Bu konuda şu çalışmaya bakılabilir: Tolga Tören, Yeni Güney Afrika: Kararan Kapitalizm, SAV,2014.

* Dr., Kassel Üniversitesi