Dünyada bir 'heyûla' dolaşıyor: Covid-19

Kapitalist düzenin genel sömürü biçimlerinin sonucunda doğanın bir refleksi olarak okunabilecek Covid-19 salgınının yarattığı riskler yeni bir toplumsal muhalefeti zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle toplumların virüsle mücadele etmenin yanı sıra geleceğimiz için de küresel çapta teori ve pratiğin birlikte tartışılmaya ihtiyacı var.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Nuri Özdemir*

“Heyûla", dehşete düşüren ve korku verici, ürkütücü hayal anlamında kullanılan bir metafor. İslam felsefesinde “maddenin kendisi değil öncülü” olarak kabul edilir. Dünyaya soldan bakanlar 'heyula'yı Marx ve Engels’in 21 Şubat 1848 tarihinde ilan ettikleri “Komünist Manifesto”dan beri akılda tutuyorlar: “Avrupa’da bir heyula dolaşıyor: Komünizm heyulası! Eski Avrupa’nın bütün güçleri bu heyulayı defetmek için 'kutsal bir ittifak' içine girdiler. Papa ile Çar, Metternch ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları”. Komünizm ile korona virüsünün yayılma biçimleri, toplumda yarattıkları endişe ve şok hali, “toplumsal değişimleri gözlemlemek” bakımından kimi benzerlikler içeriyor. İkisi de küresel çapta tüm toplumlarda endişe yarattı. Temel fark şu olsa gerek: Komünizm, kitlelerin alttan direnişi ile egemenlerde bir endişeye kaynaklık ederken korona ise egemenlerin doğayı ve toplumu tahrip etmesiyle üstten topluma yaydıkları endişeye kaynaklık etti.

Koronaya karşı kutsal bir ittifak kurulmamış olsa da tüm dünya kadim kutsallıkları iptal ederek ortak tehdide karşı tek tip tedbirler ve ortak çareler arıyor. Birçok devlet sınırlarını kapatarak virüsün insan yaşamında yarattığı tahribatla baş etmeye çalışıyor. Dünyada genel bir karantina hali yaşanıyor. Covid-19'un şu ana kadarki sonuçları bize krizin sadece bir ülkeye ya da salt bir aktöre mal edilemeyeceğini ve sistemsel olduğunu göstermeye yetiyor. Virüs sadece bir devletin idari kapasitesinin tek başına karşılayabileceği bir tehlike olmadığından dolayı da risk doğru hesaplanamıyor ve belirsizlik büyüyor. Zaten devletlere indirgenmiş ve toplumu işin içine katmayan bir yönetim stratejisi ile bu virüsle baş edilemeyeceği çok açık.

KÖTÜ SİYASETİN ODAĞI SAĞ POPÜLİST HÜKÜMETLER NEYİN PEŞİNDE!

Birçok ülkede insanların kaderi neoliberal sistemi en iyi şekilde işleten ve şu an korona ile mücadele konusunda da kritik karar mekanizmalarının başında duran sağ popülist hükümetlerin elinde. Neoliberalizmin en itaatkâr failleri olan bu hükümetlerin doğa, toplum ve birey üzerinde yarattıkları tahribatlar ortadayken böylesi kritik bir dönemde iş başında olmaları hem bir sonuç hem de dünyamız ve insanlık açısından kötü bir talih olsa gerek. Bu partilerin pratiklerine bakıldığında virüsle mücadele meselesini toplumu denetim ve kontrol altına almanın bir aracı haline getirdikleri ve süreci sinsice istismar ettikleri rahatlıkla görülebilir. Birçok ülkede kaşla göz arasında virüsün kontrol edilmesi bahanesiyle gözetim, denetim ve kontrol aygıtlarının insan bedeni üzerinde radikal bir şekilde uygulanmaya başlandığına tanıklık ediyoruz. Rusya, Çin, İsrail ve İtalya gibi ülkeler insanlara çip veya bilezik takarak ya da telefon sinyalleri ile hastaları takip ediyorlar. Bu gözetim aygıtlarının insan yaşamı üzerindeki sonuçları toplumu şimdiden tedirgin etmeye başlamış durumda. Beden üzerinde kalıcı hale gelip gelmeyeceği henüz bilinmese de bedenden mahremiyeti çekip alarak tasfiye etmeyi amaçlayan bu sisteme tüm insanlığın yakın gelecekte gönüllü bir şekilde eklemleneceği öngörülüyor.

Popülist hükümetler “belirsizliği” maniple ederek “korku stratejisi” ile hareket etmeye bayılırlar. Ölümleri normalleştirerek piyasaya sürdükleri tehdide bakarsak, ABD hükümeti çok rahat bir şekilde salgın için “en az 80 bin en çok 2 milyon insan ölebilir” açıklaması çıkar karşımıza. Çok korkunç! Hayret etmeyi elden bırakmayacağız! Normalleştirdiği şey toplumda ölümden daha çok ölüm korkusunu canlı tutarak itaatkar bedeni iktidar karşısında rahatça dize getirebilmek. Bu açıklamanın bir başka amacı da salgınla mücadele sürecinde yaşlı ve savunmasız nüfusu kurban etmeyi gözüne kestirmiş vahşi piyasa aklının, maliyetleri üstlenmemek için her türlü insanlık dışı uygulamaya başvuracağını haber vermekti. Uzun süreden beri ABD’de yoksullukla cezalandırılan emekçilere (prekarya) karşı da bu vahşi politika devrede. Neoliberal popülistlere göre "İnsanlara sosyal yardımda bulunulmamalıdır, çünkü piyasa ekonomisi her insanın kendi başının çaresine bakmasını gerektirir."

Virüs için “terör” benzetmesi yapılması ve buna ek olarak aynı retoriğin devamı bağlamında “suçla savaşıyoruz” söylemi, virüse karşı verilmesi gereken asıl mücadeleyi hem bağlamından uzaklaştırıyor hem de tedavi yöntemleri ve genel gidişat ile ilgili bulanıklık yaratmayı hedefliyor. Olağanüstü koşulları daha da zorlaştırarak iktidarı tamamen değişime kapatmak ve kendilerini tek kurtarıcı haline getirip geleceğe politik yatırım yapmak onların geleneksel arzularını oluşturuyor. Fakat asıl varılmak istenen neoliberal küresel hedef, kapitalist uygarlığın güncel krizini ötelemek ve sistemsel suçların üzerini örtmektir. Bunu engellemenin yolu sağ popülist siyasetin karşısına gezegenimizin ekolojik risklerini toplumsal risklerle birlikte ele alan yeşil-sol-demokrat siyaseti koymaktan geçer.

KONUŞ-A-BİLMEK!

Kıyametin koptuğu ve herkesin korkudan köşesine çekildiği zamanlarda konuşabilmenin her zaman ahlaki bir yanı vardır. Virüsün tüm dünyada yarattığı genel depresyona karşı sağ popülistlerden sonra ilk konuşanların başında gelen doğa bilimcileriydi. Doğa bilimcileri başından beri iki işi bir arada yapmaya çalışıyor. Bir taraftan hastaların yaşamını kurtarmak için tedavi süreçlerine dikkati çekerken diğer taraftan dünyada oluşan sosyal paniği yatıştırmaya çalışıyorlar. Bu iki işi devlet ve sermaye baskısı altında yapmak ise işin cabası. Dünyayı kasıp kavuran virüs karşısında sadece doğa bilimleri değil sosyal bilimciler de konuşmalıydı. Çünkü böylesi küresel çapta gelişen olaylar karşısında ayırımsız tüm toplumlar farklı fikirlere ihtiyaç duyarlar. Diğer taraftan dünyayı tehdit eden sistemsel kötülüklerin deşifre edilmesi ve değişim evrelerinin olasılıklarının toplumla paylaşılması aydınların politik, ahlaki ve entelektüel görevleri olarak da görülebilir. I. Wallerstein’ın dediği gibi bu tür durumlarda “entelektüel ve ahlaki” olarak “nereye doğru gideceğimizi” ve “politik” olarak da “gitmemiz gerektiğine inandığımız yere en yüksek ihtimalle nasıl ulaşacağımızı bilmemiz” açısından konuşmak değerlidir. Çünkü virüs siyasaldır ve siyasallaştırılmıştır. Herhangi bir meselenin siyasallaşmasının birinci basamağı konuyla ilgili söz kurmaktır.

İnsanlar konuşup paylaşırsa ortaklaşmayı da sağlayabilirler. Karantina günlerinde konuşmak ve fikir paylaşmak bir genel dayanışma örneği olacağı gibi demokratik bir kültürle birlikte yurttaş sorumluluğunu da pekiştirerek karar süreçlerine doğrudan katılımı sağlayabilir. Bu anlamda entelektüel ve aydınların, doğa ve sosyal bilimcilerin, gazetecilerin, feministlerin, ekolojistlerin ve sol odaklı siyasetlerin önerileri, programları, örgütlenme düzeyleri ve soruna müdahil olma biçimleri genel gidişatı ve geleceğimizi doğrudan etkileyecektir. BM Genel Sekreteri'nin “İkinci Dünya Savaşı sonrası karşılaştığımız en büyük kriz” olarak tanımladığı bir salgın karşısında bu kesimlerin sadece seyreden ve eleştiren konumda değil önerilerle ve çeşitli biçimlerde sorumluluklar alarak işin içine dahil olmaları gezegenimizin geleceğine yönelik büyük bir sahiplenme hamlesine dönüşebilir.

SEÇENEKLERİMİZİ TARTIŞMAK

Bir an şöyle düşünebilir miyiz? Acaba virüslerin anası olarak tanımlayabileceğimiz hastalandıkça etrafa mikrop bulaştıran ve kapsama alanı gün gittikçe daha da genişleyen kapitalist uygarlık tüm canlı yaşamı tehdit etmeye devam ederken bizlere özgür seçimlerimizi güncellememiz için yeni olanaklar mı sunuyor? Ne alırsınız, füzelerle mi ölmek istersiniz yoksa mikroplarla mı? Özgürlüğe bakın hele! Kapitalist sistemin özgürlüğümüzle ilgili tercihleri bize bırakması çağımızın en büyük ironisi olsa gerek. Bu hiçbir zaman olmayacak. Arızayı sürekli üreten mekanizmadan arızayı gidermesini beklemek tam bir akıl tutulmasıdır. Fakat gemileri yakmaya niyetimiz yok. Bize sunulan iki seçenekten bambaşka bir seçenek daha çıkarmak neden mümkün olmasın? Ellias Canetti “Eğer insanın tekrar kendi başına başlama cesareti olmasaydı insanlık hiçbir zaman var olmayacaktı” der. Bu anlamda Covid-19 salgını bir yandan toplumları tedirgin ederken diğer taraftan insanlığa bu kadim cesaretini yeniden harekete geçirebilme fırsatını sunuyor desek abartı olmaz. Zira mikroplar (salgınlar) insanlık tarihinde birçok kez büyük toplumsal değişimleri tetiklemiştir. Bugün yine tüm dünya toplumsal dengeleri küresel çapta değiştiren bir virüsle karşı karşıya. Bu virüsle mücadele ederken daha sağlıklı ve yaşanılabilir bir dünya için "nasıl" bir strateji izlenmeli? “Kimler" bu stratejinin özneleri olabilir? Bir diğer soru dünyanın “nereye” doğru gideceğini basitleştiren projeksiyonu nasıl oluşturabiliriz? Salgın, demokratik ve kolektif aktörlerin müdahalesiyle dünyayı eşitlikçi bir topluma doğru mu götürecek, yoksa şimdiki popülist ırkçıların eliyle yeni tür faşizmlerin egemen olduğu bir topluma doğru mu?

Bu sorular başta olmak üzere daha birçok soruya zengin yanıtlar bulmak için dünyada birçok farklı görüşün tartışıldığına tanıklık ediyor ve bu fikirlerden faydalanıyoruz. Dünya genelinde birçok akademisyen, bilim insanı ve aydının virüsün yaratacağı değişim olasılıklarını tartışıyor olması toplumlar açısından büyük bir şans. Zizek, Agamben, Harvey, Chomsky, Harari, Franco "Bifo" Berardi, Badiou gibi popüler filozofların makaleleri olası değişim evreleri ile ilgili farklı fikir kümelerini yana yana getirmemizi ve geleceği öngörmemizi kolaylaştırıyor. Bu fikirleri yan yana getirdiğimizde ütopyadan yana olup salgının yaratacağı değişimlerin bizi daha eşit ve yaşanılabilir bir topluma taşıyabileceğini öngören filozoflar olduğu gibi aksine devleti ve sermayeyi elinde tutan iktidarların otoriter pratikleri tetikleyebileceğini ve bu pratiklerin toplumları daha çok tahakkümün, depolitizasyon ve mülksüzleşmenin olduğu eşitsiz ve karanlık toplum biçimi olan distopik rejimlere doğru götürebileceğini öngören filozoflar da var. Yani bu konuda bir ortaklaşma ya da konsensüs yok. Bu tartışmalar hala devam ediyor. Sağlam olgu ve nedenlere sahip olunmadığı durumlarda en akıllı çözümün bir sonuca varmamak olduğu söylenir. Virüs kontrol altına alınamadığından dolayı devam eden belirsizlik tartışmaların hem içeriğine hem diline yansıyor. Herkes çok temkinli konuşuyor. Bazıları meselenin kıyısından geçerken bazılarının da diline konformist kaygıların bulaştığı hissediliyor. Tabii ki kimse çuvallamak istemiyor. Bu da mevcut tartışmaların bir süre daha radikalleşmeden esnek bir şekilde sürebileceğini gösteriyor.

Devam edersek, bu iki temel hattın dışında başka bir hat daha var ki her çağda olduğu gibi yerleşik düşüncelerin esiri olan, genellikle iş bittikten sonra konuşmayı tercih eden, değişimi anda donduran ve toplumun önünü görmesini engelleyen hattır. En tehlikeli hat muhtemelen budur. Bu kesimler farklı tartışmalardan çıkan önermeleri daha başlamadan itibarsızlaştırır ve köreltirler. Hiçbir risk almadan bekleyen, objektiflik ve bilimsellik kılıfı adı altında etrafa “susan ve susturan bir enerji” yayarlar. Her zaman her şey için “şimdilik çok erken” demeleri bir şey yapmamayı meşrulaştırmaya kılıf uydurmaktır. Aslında bu yapay üçüncü hat yerine olması gereken teorik fikir kümesi, farklı fikirleri harmanlayan ve tüm insanlık için hakikati temsil edecek olan 3. hat olmalıydı. Üçüncü hat üst tabaka aydın ve filozofların fikirlerini geniş tabanlı toplumun fikirleri ile birleştirip toplumsal örgütlenmeyi de ününe koyabilecek sadeleştirilmiş somut ve gerçekçi bir hat olabilir.

SOL STRATEJİ İHTİYACI

Dünyada ideolojilerin sonunun ilan edilmesinin kendisi ideolojik bir manipülasyondu. Bugün ise yaratılmak istenen politik bulanıklığa karşı genel fikirleri harmanlayacak ve topluma bilinç verecek ideolojilere ihtiyacımız var. Yukarıda bahsedilen kesimlerin farklı fikirleri ilk etapta belli bir aşamaya kadar ön açıcı olabilir lakin riskleri bertaraf etmenin asıl yolu toplumda “zihniyet temelinde bir bütünlük” yaratabilmektir. Zira büyük kitleleri etkileyen olaylar karşısında berrak bir zihin yapısına sahip olmanın önkoşulu belli bir “kuramın” içinden olaylara bakabilmektir. Bu nedenle korona virüsü gibi tehlikelerin yarattığı riskleri bertaraf edecek ve tüm insanlığın geleceği için kapsayıcı siyasal stratejileri bir an önce biçimlendirmek gerekiyor.

Sağ popülist politikacıların klasik numarası sürekli olağanüstü durumlar yaratarak “ırmağı geçerken atın değiştirilemeyeceği” üzerine kuruludur. Ancak Covid-19 gibi tüm dünyayı tehdit eden salgın bize şimdiden "geçilmesi gereken bir ırmağın değil kıyısında kurulacak sade ve sağlıklı bir yaşamın ne kadar değerli olduğunu" öğretti. Irmaklardan geçişi durdurmalıyız! Bu da ancak sol-sosyal demokratların iktidarıyla mümkün olabilir. Bu gerçeklik, kapsayıcı bir sol stratejinin sağ popülist politikalara karşı büyük bir ihtiyaç olarak dünya halklarının gündemine girmesini kaçınılmaz hale getiriyor. Ancak soldan gelen eleştirel pozisyonlar dışında şu ana kadar elle tutulabilecek herhangi bir somut program yok ortada. Merak edilen şey şu: Bu alt üst oluşa karşı sağ popülist hükümetler yeniden konumlanmadan sol söylem ve stratejiler harekete geçebilecek mi? Sol politika, Covid-19 salgınının yarattığı kolektif reaksiyonla enternasyonal bir dayanışma ruhu yaratabilecek mi? Sol siyaset hangi politik öznelerle organize olabilecek ve dünya siyaseti üzerinde hangi stratejik söylem ve örgütlenme modelleriyle baskı kurabilecek?

Kapitalist sistemin bu salgından sonra belini yeniden doğrultmasına fırsat verilmeyeceğini umut ettiğimiz bir eşikte çok farklı yelpazede toplumsal kesimlerin “şaşırtıcı şekilde” aşırı üretim ve tüketimden, doğanın tahribatından, her şeyin metalaştırılmasından, tarım ve toprağa dayalı üretimin yeniden canlandırılmasından, kentlerden köylere doğru dönüşleri özendirmekten bahsettiklerini ve bunları tartıştıklarını görmek sevindirici. Yine BM’nin tüm dünya toplumlarına ateşkesin sağlanması ve cezaevlerinde kalan tutukluların tahliye edilmesi için çağrı yapması, bilimin ve bilginin gücünün yeniden konuşuluyor olması, küresel çapta dayanışma ağlarının organize edilmeye çalışılması salgın sonrası için umutlu olmamızı sağlayan diğer göstergelerdir.

Motivasyonun ve moralin çıta yaptığı anlar ise Kübalı sosyalist doktorların tüm insanlığa "korkmayın, yalnız değilsiniz' dediği duygusal anlardı. Tüm dünyadan insanların patır patır öldüğü ve herkesin evlerine kapandığı bir dönemde elinde çantaları ve beyaz önlükleri ile dünya halkları ile dayanışmaya koşan sosyalist doktorlar adeta tüm halkların ve toplumların yüreğine dokundu. N. Chomsky yakın zaman önce yaptığı bir söyleşide "Almanya'nın Yunanistan'a yardım etme-mesi ile Küba'nın Avrupa ülkelerine yardım etmesinin ne anlama geldiğini düşünürseniz tüm sözcükler anlamsız kalır" dedi. Bu tarz küresel dayanışma pratiklerinin yanı sıra kısa vadede herkesin fikrini paylaşabileceği dijital platformlar, zihin açıcı makaleler, e-sohbet ortamları ve yavaş yavaş kurulan dayanışma ağları hem kapalı alanlara sıkışan toplum için rahatlatıcı olabilir hem de yeni bir siyasetin ön aşamaları olarak değerlendirilebilir ve bu da yeni sol stratejiye zemin hazırlayabilir.

Özetle kapitalist düzenin genel sömürü biçimlerinin sonucunda doğanın bir refleksi olarak okunabilecek Covid-19 salgınının yarattığı riskler yeni bir toplumsal muhalefeti zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle toplumların virüsle mücadele etmenin yanı sıra geleceğimiz için de küresel çapta teori ve pratiğin birlikte tartışılmaya ihtiyacı var. Bunun dışında belki de en önemli şey sadece işin analizi ve teorisi ile yetinmeyen bilinçli insan eylemine yani “Praksise” ihtiyacımızın olduğudur. Yoksa meseleyi tuvalet kağıdına indirgeyenlerin insafına kalacağız. Onun yerine tuvalet kağıdını dert eden ya da bir posta emekçisinin dediği gibi karantinadayken bile ayakkabı siparişi veren bireylerin- ve kitlelerin bilincine sızmak, korkularını ve kaygılarını anlayarak oralarla birlikte yeni bir direnç üretmek daha sağlıklı olmaz mı?

*İhraç Kürt Öğretmen