Kara yaz, kararan yaz

Nerede, nasıl bir şekilde hastalanacağımıza yönelik şüphelerimiz hayatımızı resmen esir aldı. Evimizden sokağa çıkamıyoruz, dönüş yolunda neyle döndüğümüzü bilmiyoruz. Neyse ki bu hastalığı da birlik ve beraberliğimiz sayesinde alt edebileceğimize karar verildi de biraz rahatladık. Allah muhafaza yalnız olduğumuz fikrine kapılsaydık ve bundan şanlı bir millet vurgusu çıkaramasaydık neler olurdu kim bilir.

Google Haberlere Abone ol

Amed Gökçen*

İkamet ettiğim sokağın hemen başında yer alan bakkalın önünde sabahın ilk saatlerinden gece yarısına kadar akli melekelerini yeterince kullanamayan bir genç duruyor. Neredeyse on yıldan fazladır gördüğüm bu arkadaşımız insanlarla sadece üç kelimeyle iletişim kuruyor. Sabah veya akşam kendisine selam vermeden geçenlere yönelik söylediği “ulan” ile eve yürüyerek gelenlere söylediği “araba” bunlardan ikisi. Fakat her sabah evden çıkanlara yönelik sorduğu “nereye?” sorusu en çok bilineni. Siz ne cevap verirseniz verin, o inanılmaz bir alaycı kahkahayla sizde sürekli bir şüphe uyandırır: Acaba işten mi atıldım, işe geç mi kaldım, boşuna mı evden çıktım, vapuru mu kaçırdım? diye düşünüp durursunuz. Benzeri bir durum akşam dönüşte de yaşanır; “nereye?” sorusuna verdiğiniz “eve” cevabı onu asla tatmin etmez, kocaman gövdesi iki büklüm olana kadar, tüm sokağı alaycı kahkahasıyla inletir. Aklımızda yine deli sorular: Ev mi yandı, yanlış bir zamanda mı geldim, yanlış bir eve mi geldim? Tüm sokak sakinleri bu stresi yaşamamak için ona görünmeden eve girip çıkmaya çalışıyoruz.

Korona sebebiyle yaşadığımız stresler de arkadaşımızın biz mahalleliye yaşattıklarına çokça benzer. Nerede, nasıl bir şekilde hastalanacağımıza yönelik şüphelerimiz hayatımızı resmen esir aldı. Evimizden sokağa çıkamıyoruz, dönüş yolunda neyle döndüğümüzü bilmiyoruz. Neyse ki bu hastalığı da birlik ve beraberliğimiz sayesinde alt edebileceğimize karar verildi de biraz rahatladık. Allah muhafaza yalnız olduğumuz fikrine kapılsaydık ve bundan şanlı bir millet vurgusu çıkaramasaydık neler olurdu kim bilir. Belirlenen slogandaki “biz” vurgusuyla bile bu sorunla bir başımıza mücadele edemeyeceğimiz milletçe, seksen milyon tek yürek, doğusuyla batısıyla, Hakkari’den Edirne’ye, hep beraber, hep birlikte aşacağımız bir kez daha hatırlatıldı. Halbuki ne olduğu, kim olduğu veya nasıl olunduğu belli olmayan bu “biz”lik duygusunun artık bir gerçekliği yok. Esasen hiçbir zaman yok idi, lakin cumhuriyetin daha en başından beri bu sınırlar içerisindeki tüm topluluklar en az bir kez devletin sillesini yediği için yüzüncü yılımıza birkaç yıl kala artık saklanamayacak bir hale dönüştü. Odalarını ayırmış çiftler misali bir tanıma mahkum olmanın yalanıyla yaşamayı öğrenmişiz maşallah.

Anadolu’nun birçok yerinde anlatılan bir hikayeyle devam etmek isterim: Rivayet odur ki adamın tarlasında koca bir yılan yuvası var imiş. Gel zaman git zaman adamla yılan arasında büyük bir dostluk kurulmuş, yılan yiyecek bulamadığında adam ona yemek, adamın işleri kötü gittiğinde yılan adama dipsiz delikten bir parça altın getirirmiş. Aylar yıllar sonra bir gün adam yürüyemeyecek derecede rahatsızlanmış, işleri istediği gibi gitmemiş; çocukları aç açıktaymış. Bir çözüm olarak yıllardır sakladığı sırrını oğluna açıklamış ve ondan yılanı ziyaret etmesini istemiş. Hikayeden çok etkilenen oğul yol boyunca yılanın bulunduğu delikte ne kadar altın olduğunu düşünüp durmuş. Çocuk, babasının tarif ettiği deliğe geldiğinde yılanla karşılaşmış ve hemen yanındaki bıçağa davranmış. O hengamede çocuk yılanın kuyruğunu koparmış, yılan da çocuğu zehriyle öldürmüş. Gel zaman git zaman adam iyileşmiş ve eski dostu yılanın yanına gidip sorunları çözmek istediğini söylemiş. Yılan bu tekliften memnun olsa da “sende evlat acısı bende de bu kuyruk acısı olduğu sürece biz artık ‘biz’ olamayız” demiş. Bu kıssadan hisseyle birlikte gelelim bizim yaralarımıza. Hangisinden başlasak?

1915, 1925, 1938 ne hatırlatıyor bizlere? 1960, 1971 ve 1980 darbelerinde neler geldi başımıza? Adana’da, Edirne’de, Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta; 6-7 Eylül 1955 sırasında İstanbul’da, 90’lı yıllarda Güneydoğu’da, 28 Şubat sonrası başörtülü kadınların yaşadığı her şehirde ne oldu? Neredeyse her güne düşen bir kadın cinayetinden mi bahsedeyim, eşit sayılara denk gelen işçi ölümlerinden mi, yoksa sayıları yüz binleri aşmış çocuk işçilerden mi, birçok iş alanında köleye dönüştürülmüş Suriyelilerden mi? Üst üste birikmiş felaketler yığını halindeyiz ve bununla yaşamaya çalışıyoruz. Tahir Elçi’nin bedeni halen dört ayaklı minarenin önünde upuzun durmakta. Marketlerde kuyruk sırasında, yemezsek asla bir kaybımız olmayacak gıdaları almak için beklerken Helin Bölek ölüm orucunun 288. gününde hayatını kaybetti. Kadın açlıktan öldü. Deprem sonrası ev kiralarını yükselten mülk sahipleri kadar zalim, karantina günlerinde kaç kadının cinayete kurban gittiğini görmeyecek kadar kör değilsek cevaplarımız belli.

Tarih bir hafıza üretir ve bu hafızanın parçası olanlar kendilerine devredilen acıları sürekli besler. Çünkü yaşananlar sadece tarihsel bir olay değildir, kendisinden önceki kuşakların gözyaşları, acıları, mutsuzlukları ve kederleridir. Bu sebeple insanlar olaylara bir beden gibi sarılır. Fakat bir İsmet Özel şiirinde yer aldığı gibi “insanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır”. Kendi yarasının bekçisi olmuşların yarattığı kargaşa sonrasında ortaya çıkan görüntüyü “biz” sanıyoruz; bu hastalıklı durum bizleri ortaklaştıran özelliklerden biri haline gelmiş. Ortak bir iletişim diline, yaklaşık aynı duygulara, benzer bir mutfağa ve kültüre vb. sahip olmamız; kaşımız, gözümüz bizi ortaklaştırmaz. Bizleri bir aradaymışız gibi gösteren yapay hafızamız, tarihimiz boyunca yaşananların feleğin bir oyunu olmadığını çok açık bir şekilde göstermekte. Şairin dediği gibi “yalanlar istiyorsan yalanlar söyleyeyim, incinirsin”. Biz depremin gerçekleştiği yere göre vicdanı sızlayan bir coğrafyanın çocuklarıyız. En son kimin ahı halen üzerimizde bilmiyoruz. Ansızın biri, kalabalığın ortasında kulağımızı kesse ses edemeyecek kadar suçluyuz. Sebebini soramayacak kadar şüpheyle doluyuz çok şükür.

Yılan metaforundan devam edersek her olayda hangimizin adam, hangimizin yılan olduğu belli olan bu durumdan çıkmak zorundayız. Kabuk tutmuş yaralarımızı bir tarafta tutup nasıl bir toplum olduğumuzu ve ne yöne evrilmemiz gerektiğini konuşmanın ve bu konuşmaya vesile olmanın tam zamanıdır. Felaketten bir fayda çıkarmak gerekiyorsa o fayda budur. Bunun için şimdiye bakmak yeterli. Orada Kürtler, Çerkezler, Türkler, Abhazlar; Aleviler, Ezidiler, Müslümanlar, Hristiyanlar; kadınlar, eşcinseller; fakirler, kimsesizler… yani bilcümle konuşmayı bekliyor. Konuşamadan, konuşmadığımız için ölmüşlerin sayısı bu virüs sebebiyle ölenlerden binlerce kat fazla.

Bir televizyon repliğini biraz değiştirerek bitirmek gerekirse, ekran karşısındaki Ayşe teyzenin, Ahmet amcanın anlayacağı sadelikle söyleyeyim, biz “biz” olmayalı çok oldu. Daha doğrusu biz tarihimiz boyunca, hiçbir zaman “biz” olmadık ve bu durum sadece bizim değil tüm alemin problemi olmuş. Eğer hepimiz ölürsek bu da bizden sonraki kuşaklara bıraktığımız bir miras olsun ki bu beceriksizliğimiz karşısında bizim için zerre kadar üzülmesinler.

*İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Görevlisi