Saçaklı inci vücutlu Mısır’a kim hıyanet etti?

Yaşadığımız salgının başkahramanı taçlı virüs (coron taç demek) yolunu iletişimle açıyor. Salgın hastalık iletişim ve ulaşım merkezlerine dönüşmüş post-endüstriyel kapitalizmin merkezi işlevi gören kentleri vuruyor. En çok kentli ölüyor. Türkiye’de de istatistikler buna tanık. İstanbul başta…

Google Haberlere Abone ol

Nilgün Tutal Cheviron*/[email protected]@gmail.com

Senaryoydu gerçek oldu. Felaket insanlığı kasıp kavuruyor şimdi. Hem de gerçekliğin politik, kültürel, en vahimi de ekonomik olarak katledildiği post-gerçek/hakikat çağı tartışmalarına dalıp, gerçekliğin yakamızdan düştüğünü sandığımız anda çıktı geldi felaket, kol gezmeye başladı küçülen küresel köyde. İnsan araçsal akılla girdiği ladeste oyuna geldi. Sanıyorduk ki, Hermes çağının narsist hazlarında böyle coşup gidecek ve nirvanaya ulaşacaktık. Faydacı akıl en güzel, en cezbedici, en baştan çıkarıcı oyununa davet etti bizi, Richard Sennett’in Kamusal İnsanın Çöküşü’nde sözünü ettiği rolünü yitiren aktör olmaktan çıktık… Oyunun başkahramanı ölüm. Aracı virüs. Piyonları da bizleriz.

Bu oyuna kimse bile bile lades dediğini kabul eder görünmüyor. Sanki şeytan dürttü de birden oyuna dâhil olduk gibi geliyor aklıselime de cehaletten konuştuğunu bilmeyene de. Oysa dünya 1980’lerden itibaren bu yola zaten girmişti. Tarihte daha geriye de gidebiliriz. İlk cihan harbine, hatta 1492’de Amerika kıtasının kimilerine göre keşfedildiği kimilerine göre işgal edildiği tarihe.

İlk der Tzvetan Todorov 1980’lerin başında yazdığı Amerika’nın Keşfi’nde dünya 1492’de küçülmeye, küresel köy olmaya başlamıştı. Amerika Portekizli, İspanyol, Hollandalı ve diğer sömürgeci güçler keşfetmeden de vardı, yanlarında noterleri, silahları ve salgın hastalıklarıyla Avrupalı ilk kolonistler yerli halkı ya göklere çıkardılar, ya da ölesiye yerdiler. Kimisi bunlar insan değil dedi kimisi insana benziyorlar zenginliklerini bize gönüllü armağan ediyorlar bunları Hak’ın yoluna davet edelim, gelmezlerse zor kullanmak caizdir dedi. Yerliler denizden tanrı geldi sanıp Avrupalı kâşiflerin önünde duaya durdular. Her şeyi, sahip oldukları her şeyi paylaştılar. Sandılar ki gökten denizden aşıp gelen bu farklı insanlar da kendileri gibi sahip oldukları her şeyi onlarla paylaşacaklar.

Ama öyle olmadı, Avrupalı sömürgecilerin gözünde mülk kutsaldı, öyle önüne gelenle paylaşmak diye bir akıldışılık mümkün değildi. Hem Hindistan sanıp vardıkları kıta Tanrı’nın onlara bahşettiği bir lütuftu… Ar yerlerini örtmeyi bile bilmeyen bu Yerliler de kim oluyordu, ya sopayla ya İncil’le ıslah edileceklerdi, zenginlikleri bilmedikleri dillerde konuşan noterler ve sömürge krallıkların kâşifleri huzurunda el değiştirirken, bir şey anlamadılar olup bitenden, Kristof Kolomb dilini bilmediği bu yamyamların noterlerin ne yaptığını anladığını, mülklerinin temsilcisi olduğu İspanya Krallığı’nın hazinesine gönüllü olarak bağışlandığını yazdı günlüklerinde.

Todorov diyor ki Amerika’nın keşfinde Kolomb kendisini Haçlı Seferi'ne çıkan, dünyada Tanrı’nın sözünü hâkim kılacak bir peygamber gibi görürmüş. İmzasında da bunu açıkça ifade edermiş. Kolomb öyle bir adam ki, altın için yola çıktığı serüvene İncil’den namelerle bol bol anlam katıyor. Açgözlü değil hiç ne kendisi ne de temsil ettiği İspanya Krallığı. Todorov diyor ki yine aynı eserinde Aztekler Batılı sömürgeciler karşısında savaşı simgeleri, dili iyi kullanmayı yahut daha doğru bir ifadeyle dünyevi değil de uhrevi bir simgesel iletişim düzeninde oldukları için kaybetmişler. Oysa Avrupalı kâşifler, noterleri, orduları, silahları, salgın hastalıkları temellük etme dilini, iletişimini, dünyayı kendilerine boyun eğdirecek araçlar olarak kullanmakta ustalaşmışlar daha 15'inci yüzyılda.

Yaşadığımız salgının başkahramanı taçlı virüs (coron taç demek) yolunu iletişimle açıyor. Salgın hastalık iletişim ve ulaşım merkezlerine dönüşmüş post-endüstriyel kapitalizmin merkezi işlevi gören kentleri vuruyor. En çok kentli ölüyor. Türkiye’de de istatistikler buna tanık. İstanbul başta… niye çünkü 1990’lardan itibaren küresel kapitalizm zincirine Doğu’dan bir çark olarak hizmet görmeye başlayan bu güzel şehir (Bizans döneminde Yunan köylüsünün “is-ten-polin’e “ –şehre- gidiyorum dediği bu pazar ve ticaret şehri, yedi tepeli nazlı gelin) şimdi taçlı virüsle taçlandı. Biz kapitalizmin vahşi gelişmesinin ve yayılmasının piyonlarıyız. Taçlı virüs en zayıf olanları alıp götürüyor, kapitalizmin kasalarına sahip olanlar bakın birer birer iyileşip sağlığına kavuşuyor, sanki ölüm bile onları taçlandırmakta aciz.

Peki, tamam, ekonominin çarkları işlesin; kim fakirleşmeyi ele güne muhtaç olmayı diler tanrılardan tanrıçalardan? Ama bakın, yine sahipsizler, fakirler, emeğiyle kıt kanaat geçinenler ölüyor. Tıpkı Aztekler gibi dili iletişim ve tahakküm aracı olarak kullanmayı hiç öğrenememiş, öğrenemeyecek olanlar. Onlar ölüyor, iletişim ve finans kapitalizminin arıları kraliçe arıya çiçek özü taşımaya uzaktan devam ederken, kol emeğiyle karnını doyuranlar, ne idiğü belirsiz üniversitelerden diploma alacak kadar parası olmayanlar ölüyor, ölüyor.

Kullandığımız bu araçsal iletişim ve tahakküm arısı dilimize eşek arıları hücum etsin. Evlerimizden online dersler vermeye, toplantılara katılmaya, inançsız kapitalizmi beslemeye biz eli kalem ağzı söz yapanlar devam ediyoruz. Diyecek bir şeyi olan da konuşuyor, yazıyor olmayan da. Kanaatler üzerine kanaat sahibi olmaktan mutlu mesuduz. Bedelini başkalarına ödetmeye hep teşne olduğumuz hayatlarımız batsın!!! Sesimiz doğruyu, gerçeği söylemek için çıkmıyor, dualar okunuyor her camiden. Fakirin fukaranın duayla imtihanı hiç bitmiyor.

Amerika kıtası işgal edildikten sonra koca kıtada yerli halk neredeyse hepten yok oldu. Geriye kalanlar hâlâ sefalet içinde, rezervlerde yaşıyor, alkolle teskin oluyorlar. İnsanlığa mısırı, patatesi onlar armağan etti. Mısır yetiştiği toprağı gürleştirip zenginleştirerek var olan bir bitki. Batı araçsal aklı ne yaptı? GDO’yu ilk bu güzelin saçakları incili gövdesi olan Mısır’a aşıladı.

Tahrip etmekten haz alan tek varlık insan. Kanaatleriyle ölmeyi bir türlü kaderine katamayan da insan. Gerçeklik intikamını alıyor bizden. Bir yanıyla mesut olmalıyız taçlı virüsün getirdiği felaketten. Zira insanın doymak bilmediği için yapmadığını onun yerine doğa yapıyor. Şükretmeliyiz bu kendisi kendi özünden başkasına ihtiyaç duymadan var olan doğaya. Teşekkür etmeliyiz bu doğa/tanrı kavrayışını gözlük camları işleyip bir yandan da düşünürken icat eden Spinoza’ya…

Çünkü haydi bu kadar da kötü değiliz insan mahlûkatı olarak, çünkü biz de kendinden başka varlık nedeni olmayan doğanın özüyle yarattığı varlıklarız. Her şey gibi, şükürler olsun ki, sonluyuz. Biz olmadığımızda, doğa Nietzsche’nin öngördüğü gibi kutlama şenliklerini başlatıyor, dans ediyor, nefes alıyor. Sayesinde ölmeyip kalanlar da yaşayacak, yine de. Hep böyle oldu, yine böyle olacak. İnsan doğa/tanrının özünden olduğunu bir kabullenebilse, yaratılmış bir varlık olmasına rağmen yaratıcı tanrı rolüne soyunmaktan bir vazgeçse, işte o zaman belki Azteklerin uhrevi diliyle konuşmaya başlayabilecek.

*Prof. Dr., Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi