Korona-küreselleşme-güvenlik

Güvenlik, salgın gibi yaşamı bu kadar temelden tehdit eden bir unsur karşısında gündeme gelmiyorsa o zaman devletler güvenlikten neyi anlıyorlar? Bu salgın bize gösterdi ki güvenlik söylemi devletler için insan yaşamından çok, sembolik ve tarihsel unsurlara gönderme yapan ve devletler için arzu ettikleri davranışları meşrulaştıran bir söylemden ibaretmiş.

Google Haberlere Abone ol

Fırat Çapan*

Korana virüsü salgını başladığından beri tüm gündemimiz değişti. Belli ki önümüzdeki haftalarda Türkiye’deki durum biraz daha ağırlaşınca virüs karşısındaki zayıflığımızı ve çaresizliğimizi daha derinden hissetmeye başlayacağız. Ekonomisi kırılgan olan Türkiye gibi ülkelerin -salgının ekonomik gelişmeyi kısıtlamadan önlenemeyeceği gerçeği karşısında- bu süreci daha çok ağır geçireceği aşikar.

Korona salgını bize şu iki kırılgan yanımızı gösterdi: Birincisi bedenlerimizin daha önce karşılaşmadığı bir tehdit karşısında savunmasızlığı, ikincisi ise 90’lar sonrası yüceltilen ve dünyanın bir “köy haline gelmesi” olarak da tarif edilen “küreselleşme”nin aslında bu salgında bir zayıflık olarak ortaya çıkması ve hızlı yayılmasındaki etkisini. Nitekim hızlı ulaşım, ekonomik sistemlerin bağımlılığı, insanların mobilitesi gibi unsurlar salgını hızlandıran unsurlar. Dünyanın her yanına yayılmış olan salgının en fazla gelişmiş ülkelerde etkili olmasını bu ülkelerin küreselleşmenin odak noktaları olmalarına bağlamak yanlış olmayacaktır.

Gündemin bu kadar radikal bir şekilde değişmesi üzerinde de düşünmek gerekiyor. Artık Suriye iç savaşı, mülteciler, Brexit, İran-ABD sürtüşmesi gibi konuları hatırlayan yok. Bir salgın tüm korku ve tehdit algımızın eksenini değiştirdi. Türkiye dahil dünya devletleri ulusal güvenlik haline getirdikleri meselelerde çok hızlı adım atarken konu insan sağlığı ve yaşamı üzerine gelince hiç de aynı biçimde hızlı reflekslerle hareket etmediklerini gördük. Tabii burada konu insan sağlığı olunca şu sorunun sorulması kaçınılmaz: Güvenlik, salgın gibi yaşamı bu kadar temelden tehdit eden bir unsur karşısında gündeme gelmiyorsa o zaman devletler güvenlikten neyi anlıyorlar? Bu salgın bize gösterdi ki güvenlik söylemi devletler için insan yaşamından çok, sembolik ve tarihsel unsurlara gönderme yapan ve devletler için arzu ettikleri davranışları meşrulaştıran bir söylemden ibaretmiş. ABD’nin İran’a karşı refleksleri ya da Türkiyen’nin Suriye’den gelen tehditlere karşı hassasiyetleri gözümüz önündeki örnekler. Bu örnekler başka devletler için çoğaltılabilir. Hepimizi tek tek bireyler olarak ilgilendiren insan yaşamı ve sağlığı konusunda ise devletlerin ne kadar hazırlıksız olduklarına bu salgın sebebiyle şahitlik ediyoruz.

Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrasında hem sağlık hem ekonomi bakımından dünyanın karşılaştığı en büyük tehdidin bu salgın olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Kriz sonrası devletlerin bu zaaflarının güvenlik anlayışlarını insan sağlığı ve yaşamına odaklayacak şekilde değiştirip değiştirmeyeceğini göreceğiz. Ama şu bir gerçek ki ulusal güvenlikleri konusunda bu kadar hassas olan ve refleksleri hızlı çalışan devletlerin çoğu zaman aynı hassasiyeti sağlık ve yaşam konusunda göstermediklerini görmüş olduk. Bu, devletlerin neyi öncelik haline getirip neyi ikinci plana ittiklerini gösteriyor. İkinci bir nokta da tüm insanlığı ilgilendiren tehditler konusunda salgın bittiğinde bu tip tehditleri birincil öncelik haline getirecek kurumların ve uyarı sistemlerinin oluşup oluşmayacağıdır. Sanırım bu konuda da baskı oluşturmak bu salgında en çok tehdit hisseden bizlere ve dünya kamuoyuna düşmektedir. Nitekim bu süreçte güvenliğimizin devletlerin eline bırakmayacak kadara kırılgan ve hassas olduğunu anlamış olduk.

*Muhreç Akademisyen, Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi