Yavaş, yalansız ve insansız bir bahar

Hayatlarımızın yüksek hızını evlerimizde yavaşlattığımız bu karantina zamanları hızın bizi nasıl uyuşturduğunu da görmemizi sağlayacak sanırım. Kim bilir belki, tanıklık etmek zorunda kaldığımız bütün devlet şiddetini ve patriyarkal şiddet biçimlerini hızlıca unutuvermelerimizi hatırlayacağız. Adaleti ve bekleme halimizi sorgulayacağız, ya da ütopyalarımızı. Belki de hemen sonrasında şunu soracağız: Durmak devrimci bir ütopya olabilir mi?

Google Haberlere Abone ol

Mehtap Tosun*

Geçtiğimiz günlerde Rusya’daki bir enstitüye bağlı bilim insanları korona virüsünün ilk mikroskobik görüntülerini çekmeyi başardıklarını duyurdu. Mikroskopla bile zor görülebilen küçük bir zerrenin çok kısa bir süre içerisinde neredeyse bütün dünyayı kuşatarak bedenlerimizi esir alması, bu ağır türbülans hali, nasıl yorumlanabilirdi? Her türlü yalanı meşru sayan bu dünyayı içeri buyur etmekle bir ilgisi olabilir mi? Ya da durmamacasına bir hızla sınırlı bir yeryüzünden sınırsız dünyalar arzulanmasıyla açıklanabilir mi? Her ikisi de mümkün, çünkü gerçek hayat çirkindi, her türlü hırs ve nefreti de bünyesinde barındırıyordu, soykırımı da… 20. yüzyılın yaşanmış deneyimine damgasını vuran savaşlar, soykırımlar, etnik temizlikler, politik ve askeri baskılar, cinayetler, katliamlar biçimindeki travmalar “modern” hayatın 21. yüzyıla miras bıraktığı hakikatlerdi. Kim bilir belki de korona virüsü salgını bu iki yüzyıl arasında bir duraktı; dünyada ve yaşadığımız topraklar üzerinde olağanca hızıyla olan biten her türlü tahribata, yıkıma, kirliliğe, çirkinliğe ayna tutan...

Dünyadaki virüs dalgalarına ya da ölümcül grip salgınlarının tarihine şöyle bir göz attığımızda bu salgınların şehirleşmeyle orantılı bir şekilde arttığını söylememiz mümkün. Andrew Nikiforuk virüs salgınlarının kısa bir tarihini aktardığı “Mahşerin Dördüncü Atlısı: Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi” adlı kitabında, 18. ve 19. yüzyıllara dek bu salgınların etkisinin az ve önemsiz olduğunu, ancak I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru yani 1918 baharında ölümcül bir salgına dönüştüğünü ifade eder. Daha sonrasında 1957 yılında öldürücü özelliğiyle tekrar ortaya çıktığını ancak o zamana dek görülmediğini ekler. Yani, 1957 yılından beri, yaklaşık 60 yıldır bu denli dehşet saçan bir virüs salgınıyla karşılaşılmamış. Nikiforuk gribal virüsün bu tarihsel evrimini, onun sosyal bir organizma olmasına, dolayısıyla kendisini kalabalıklara ve şehirlerin düzensiz ritmine uydurmasına bağlıyor. Bunu da şu şekilde ifade ediyor :

“İnsanlar yürüyerek, atla ya da yelkenli gemilerle seyahat ettiklerinde, grip mikrobu da yavaş hareket etti. Buharlı geminin ve trenin bulunmasıyla birlikte grip de hızlanmış ve dünyanın hemen her yerini dolaşmıştır. Bugün grip virüsü, daha çok uçak yolculuğunu, 747 jetlerinin ekonomi koltuklarını tercih ediyor. Hong Kong'da hapşırık olarak başlayıp 12 saat içinde New York'a salgın şeklinde inebilir.”

Öyle görünüyor ki, bu virüs salgını, dünyanın ve hayatlarımızın ritmine, hızına göre kendini ayarlamıştı, bekleyişteydi, kusursuzdu ve “modern”di (hızlı, küresel). Dolayısıyla bu salgın, hızlanma ve mesafesizlik karşısında, gerçekleri ancak her şey sessizliğe büründüğünde, durduğumuzda duyabileceğimizi işaret ediyordu. Gözle görünmeyen bir virüs, dünyalarımızı mikroskop ve teleskobun eriminde büyütüp küçülterek, gözle görünmeyen gerçekleri(mizi), eşitsizlikleri(mizi), unutuşlarımızı gün yüzüne çıkarttı. Bu virüsün karşısında birinci, ikinci ve üçüncü bütün dünya ülkeleri çaresizlikte eşitlendi, insanlar kalmak ve gitmek arasında eşitlendi ancak toplumsal anlamda bir eşitlik ise zaten mümkün olamazdı. Çünkü, gündelik hayatın ritminin pazarın ritmine göre ayarlandığı, yani insana dair olan her şeyin bir pazar yerine çevrildiği bu düzende gözden çıkarılacaklar hep olacaktı. Toplumun, tam anarşi halinde olduğu böyle durumlarda yoksullar, göçmenler, yaşlılar, işsizler, işçiler vb. kesimleri nasıl gözden çıkardığını, “sosyal mesafeyi” ne denli arttırdığını görüyoruz. Burada karşımızda duran soru şu belki de, elimizde bildik bağlarla kurulu bir toplum kalacak mı? Yada bu toplum önceki yerleşik ahlakından, tutumundan, reflekslerinden neleri değiştirecek, neleri muhafaza edecek?

Milan Kundera “Yavaşlık” isimli romanında “Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır” der. Hayatlarımızın yüksek hızını evlerimizde yavaşlattığımız bu karantina zamanları hızın bizi nasıl uyuşturduğunu da görmemizi sağlayacak sanırım. Kim bilir belki, tanıklık etmek zorunda kaldığımız bütün devlet şiddetini ve patriyarkal şiddet biçimlerini hızlıca unutuvermelerimizi hatırlayacağız. Adaleti ve bekleme halimizi sorgulayacağız, ya da ütopyalarımızı. Belki de hemen sonrasında şunu soracağız: Durmak devrimci bir ütopya olabilir mi?

Anlaşılan o ki virüs salgını ezeli reflekslerinden birini gösteriyor, zamanı olabildiğince yavaşlatıyor, hatta durduruyor. Bizler de bir süre daha dünyayı uzaktan seyretmeye mecbur kalmış sürgünler olacağız. Bu sürgün ve yavaş halimizle ya toplumsal zamanı yeniden örgütlemenin yollarını bulacağız ya da yeryüzünün kendi yüceliğini bizlere ilan edeceği zamanı bekleyeceğiz. O yüzden bırakalım da bu baharı doğa insansız geçirsin. Her ne kadar zorlayacak olsa da, bu zamanlar herkesi arınmaya, yeni anlama biçimlerine ve yeni varoluş yollarını öğrenmeye yönlendirir umarım.

*Dr., Sosyolog