Karantina günlerinde anne-baba olmak

Günün bütününü evde geçiriyor olmak çocuk-ebeveyn ilişkisini arttırmakla beraber hem güncel meselelerin yarattığı stres hem de tüm günü evde geçiriyor olmanın verdiği enerji birikiminden kaynaklanan can sıkıntısından dolayı aile üyeleri arasında sürtüşmelerin olması da kaçınılmaz.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Sunaoğlu*

İnsanlık olarak anlam vermekte zorluk yaşadığımız bir dönemden geçiyoruz. 7 Ocak 2020’ de Çinli yetkililer doğrudan solunum yollarını etkileyen yeni bir virüsün bulunduğunu açıkladıklarında, Dünya Sağlık Örgütü de dahil olmak üzere hiçbir kurum ve ülke durumun bu denli vahim bir noktaya geleceğini tahmin etmiyordu. Üç-dört ay öncesine kadar birisi çıkıp da tüm dünyayı etkileyecek bir salgının olacağını, okulların ve iş yerlerinin kapanacağını, bazı ülkelerde sokağa çıkma yasağı ilan edileceğini söyleseydi ona ‘‘Hadi canım sen de’’ der, pek de komik olmayan bir şaka olarak değerlendirirdik pek çoğumuz bu sözleri. Öyle ya, 21. yüzyılda mümkün müydü hemen hemen tüm ülkeleri etkileyecek bir salgının olması! Geçmişte kalmıştı ‘veba günleri’. Hem başta Uzakdoğu olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde salgınlar oluyordu ama bu büyük ölçüde bölgesel düzeyde kalıyor, birkaç ay sonra da hayat normal akışına dönüyordu. Yok yok, evrensel olmaktan uzaktı bu salgın. Hem de bu çağda!

Elisabeth Kübler-Ross’a göre insanlar kendilerini ölüme yaklaştıran ya da travma etkisi yaratacak bir durumla karşılaştıklarında ilk olarak şok ve inkar tepkisi verirler. ‘‘Böyle bir olay bizim başımıza gelmez’’ diyen bizler halen ‘inkar’ aşamasındayız. Çalışmadıkları ve dışarı çıkma zorunluluğu olmayan kimi insanların da dünyanın dört bir yanında sahillerde yürüyüş yapıyor olmaları, piknik yapmaları da ‘inkar’ aşamasında olduklarının bir göstergesi. ‘‘Bana hastalık falan bulaşmaz, bizim buralarda virüs olmaz’’ gibi sözler de bu aşamanın sözlere dökülmüş hali. ‘Keder’in 5 Evresi’ olarak tanımlanan Kübler-Ross modelinin son evresi ise ‘kabullenme’dir. Bu dönemde artık olay hazmedilir.

İnkardan kabullenmeye doğru çeşitli yelpazelerde psikolojik tepkiler gösteren biz yetişkinler kadar, çocuklar da yaşadığımız bu günlere anlam vermekte zorlanıyorlar. Çocukların bu süreci anlamlandırmaları, karantina günlerinden en az ruhsal hasarla çıkmaları için de en çok görev ebeveynlere düşüyor.

İster yaşadığımız şu zorlu salgın sürecinde olsun, isterse başka bir zaman diliminde olsun bir ebeveynin çocuğuna karşı samimi olması, onu ciddiye alarak sorularını dili döndüğünce, bilgisi el verdiğince yanıtlamaya çalışması çocuğa verilecek en büyük zenginliktir. Kişiler arası ilişkilerde muhatap alınan, fikrine önem verilen bir çocuk hem kendini değerli görecek hem de başkalarının fikrine saygı duymasını öğrenecektir.

Çocuğunu ciddiye alan ebeveynlerin yapacağı ilk olay çocuklarına gerçeği/doğruyu söylemektir. Çocuklara gerçeği anlatırken onların on bir yaşına kadar soyut düşünemedikleri de göz önünde bulundurulmalıdır. Okul öncesi ve ilkokul çağındaki bir çocuk ‘salgın’, ‘yasak’ gibi soyut kavramlara anlam vermekte zorlanır. Bu çağdaki çocuklarla iletişim kurarken anlatılan konunun somutlaştırılması ve çocuğun günlük hayatından örneklerin verilmesi anlatılan konunun anlamlandırılmasındaki ilk önemli aşamadır. Çocuklara bilgiyi doğrudan vermek yerine sorulan sorularla çocukların ön bilgilerini ortaya çıkarmak, verilecek yeni bilgiyle ön bilgiler arasında bağlantı kurmak, onların bilgileri daha iyi özümsemelerini sağlayacaktır. Gerçek ve gerçek olmayanın birbirine karıştığı, her bir mecradan bilgi bombardımanına maruz kaldığımız bu günlerde, çocukların salgınla ilgili bilgileri güvendikleri insanlardan (anne, baba, öğretmen) almaları onlara iyi gelecektir.

Bazı durumlarda ebeveynler çocuklarını endişelendirmemek, korkutmamak adına onlara gerçek olmayan bilgiler verebiliyor. Örneğin; yakın bir akrabanın ya da komşunun vefatını okul öncesi çağındaki bir çocuk anlamlandırmakta zorlanır. ‘Ölüm’ kavramını çocuklarına nasıl anlatmaları gerektiğini bilmeyen ya da çocuklarını bu kavramla yüzleştirmek istemeyen bazı ebeveynler vefat eden kişinin başka bir şehre ya da ülkeye gittiğini söyleyebilir çoğunlukla. Buna rağmen, biz insanlar sadece sözel konuşmalardan değil sözel olmayan tepkilerden de (yüz ifadesi, jest ve mimikler v.b.) anlam çıkarıyoruz. Anne-babanın konuşurkenki ses tonu, gözlerini kaçırması, konuyu geçiştirmeye çalışması gibi tepkiler çocuğun zihninde soru işareti oluşturuyor. Çocuk bilişsel olarak ‘ölüm’ kavramını anlamlandırmasa da duygusal olarak ortada tuhaf bir durumun olduğunu hissediyor. Nihayetinde ‘ölüm’ kavramını anlamlandıracak düzeye geldiğindeyse kendisine yalan söylendiğini hatırlıyor. Freud, "Ne kadar saklarsanız saklayın, hakikat parmak uçlarınızdan fırlar" der. Anne-babalar da ne kadar gerçeği anlatmasalar da çocuk kendisine yalan söylendiğini anne-babanın sözel olmayan tepkilerinden anlar ve çoğu zaman bunu bilinç dışına atar. Ebeveynlerin çocuklarını ciddiye almamaları, onlara yalan söylemeleri, fikirlerini önemsemeyip sorularına yanıt vermemeleri halinin süreklilik kazanması durumundaysa, çocukta zamanla ‘‘Ben değerli değilim, kandırılacak bir insanım, insanlar yalan söylerler, insanlara güvenmemek gerekir’’ gibi inançlar oluşur. İşin kötü tarafıysa eğer kişide bir farkındalık oluşmazsa birey yaşamı süresince diğer insanlarla olan ilişkilerini de bu inanca göre oluşturur. Anne-babaların çocuklarına yalan söylemeleri ve bilerek yanlış bilgiler vermektense -kötü niyet taşımasalar bile- konuyla ilgili bilgi ve yorumları yoksa susmaları ve gerekirse bir uzmandan yardım almaları çocukların ruhsal sağlığı için daha iyi olacaktır.

Vaktimizin hemen hemen bütününü evde geçirdiğimiz bugünlerde anne-babaların çocuklarla beraber ortak etkinlikler yapmaları da hem zamanı daha iyi değerlendirmelerine vesile olacak hem de ortaya konan somut ürünler sayesinde çocukların kendilerine olan güvenini arttıracaktır. İnsanın kendi potansiyeline olan güveni bir eylemi ortaya koyması halinde oluşur. Bu süreçte çocuklarımızla yapacağımız ortak etkinlikler, ortaya koyacağımız ortak ürünler sayesinde onların hem sorumluluk bilincinin gelişmesine katkı sunar hem de somut bir ürün ortaya çıkarmanın zevkini beraber yaşayabiliriz. Örneğin; ortak yemek yapmak, gücü yetebilecekleri kadarıyla çocukların ev temizliğine yardımcı olmaları gibi etkinlikler bu sürecin verimli geçmesine katkı sunacaktır. Ortak kitap okuma etkinlikleri yapmak da verimli bir eylem olacaktır. Çocuklarla sohbet etmek, yaşanan süreci nasıl değerlendiriyor olduklarını sormak, okullar açıldıktan sonra arkadaşlarıyla yapmayı düşlediği planları öğrenmek de ebeveynlere çocuğun içinde bulunduğu ruh hali hakkında ipucu verir. Bu sohbetler sayesinde anne-babalar çocukların duygusal gereksinimleri hakkında da fikir sahibi olmuş olurlar. Günün bütününü evde geçiriyor olmak çocuk-ebeveyn ilişkisini arttırmakla beraber hem güncel meselelerin yarattığı stres hem de tüm günü evde geçiriyor olmanın verdiği enerji birikiminden kaynaklanan can sıkıntısından dolayı aile üyeleri arasında sürtüşmelerin olması da kaçınılmaz. Duygu, düşünce ve isteklerimizi ev içinde birlikte yaşadığımız kişilere ifade etmek, aile bireylerinden biriyle sürtüşme yaşamamız halinde öfkemizi kontrol edemiyorsak ortamı terk ederek evin farklı bir bölümüne gitmek, sonradan pişman olacağımız sözler söylemekten ve davranışlar yapmaktan bizi alıkoyacaktır. Hemen hemen hepimiz ilk defa böyle bir süreci deneyimliyor olmamızdan dolayı bireysel ve toplumsal stres kaynaklarının fazlalığını göz önünde bulundurmalı, incir çekirdeğini doldurmayacak sorunlar yüzünden aynı hanede yaşadığımız sevdiklerimizle karşı karşıya gelmemeye gayret etmeliyiz.

Yemek ve uyku gibi temel gereksinimlerin yanı sıra oyun oynamak ve hareket etmek de çocukların önemli ihtiyaçlarından biri. Çocuklar ve kayda değer sayıdaki yetişkin tüm günü evde geçiriyor olmamızdan dolayı en azından sabah ve akşam yirmişer dakika spor egzersizi yapmamız beden ve ruh sağlığımıza iyi gelecektir. Çocukların arkadaşlarıyla telefon ve bilgisayar aracılığıyla iletişim halinde olmaları karşılıklı yalnız olmadıkları düşüncesini pekiştirecek ve sosyal destek sağlayacaktır. Birbirine yakın saatlerde uyanmamız, günü planlı bir şekilde yaşamaya çalışmamız da zamanı iyi değerlendirmemize katkı sunacaktır. Bir gün saat onda, ertesi gün on ikide, başka bir gün farklı bir saatte kalkan bir kişi bedensel ve ruhsal olarak hantallaşacak ve günlük planı olmadığından dolayı daha çabuk sıkılmaya başlayacaktır. Zor günlerden geçtiğimiz muhakkak. Belki de yaşadığımız sürecin en olumsuz yanı bir belirsizlikle karşı karşıya oluşumuzdur. Korona günleri ne zaman bitecek, ne zaman günlük yaşantımıza döneceğiz bilmiyoruz. Tarih boyunca pek çok badire atlatmış insanlığın bugünleri de atlatacağını umuyorum. Dünyanın kendisinden ibaret olmadığını ve evrenin muktediri değil parçası olduğunu fark ederek.

*Psikolojik danışman