Dokunmak ya da dokunamamak, işte bütün mesele bu!

Agamben 26 Şubat'ta başlattığı tartışmada her şeyin dijital bir ortamda yapılmasının yaratacağı “toplumsal temassızlığa” dikkat çeker. Burada sorulması gereken soru gerçekten bir toplumsal temas var mıydı ki şimdi onu kaybetme korkusu yaşayalım olacaktır. Hangi temastan hangi toplumsal ilişkiden bahsediyoruz?

Google Haberlere Abone ol

Sevgi Doğan*

“Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine

Sevgisinin kepaze edilmesine

Kanunların bu kadar yavaş

Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine

Kötülere kul olmasına iyi insanın

Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?

Kim ister bütün bunlara katlanmak

Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek

Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa

O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya

Ürkütmese yüreğini?

Bilmediğimiz belalara atılmaktansa

Çektiklerine razı etmese insanları?

Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:

Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor

Yürekten gelenin doğal rengini.

Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar

Yollarını değiştirip bu yüzden

Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.”

— W. Shakespeare, Hamlet

Dünya bir dönüşüm içerisinde bunu olumsuz veya olumlu yönleriyle görebiliriz. Hiçbir şeyin ne tamamen iyi ne tamamen kötü olduğu bir sistem asla söz konusu olamaz. Değişim kendi karşıtıyla ancak ilerleyebilir. İlerlemenin anlamı burada yatmaz mı! Felsefi bir soru olarak ilerlemenin ne olduğu zıtların birbirine karşı olan savaşında ortaya çıkar. Durağanlık insanın bedenine ve zihnine zarar verenin aşılamaması durumudur; bu zarar verici noktada sabit kalmaktır. Zihinlerin durması bedenlerin yok oluşudur. Bir geçişsizlik durumudur. Bütün bunlar elbette felsefi şeyler. Ama tartışılmaz değildirler.

İşte bu noktada ne post-modern Fransız felsefesinin temsilcisi Deleuze ne İtalyan teorisi veya felsefesinin ana karakterlerinden Roberto Esposito buna direnç gösterebilirler. Bu felsefelerin ve filozofların temel argümanları, Hegel’in diyalektiği ve dolaylı olarak Marx’ın diyalektik materyalizmine karşıt bir yerden ilerler. Ama korona virüsü ile ortaya çıkan tartışmalar gösteriyor ki diyalektik olmadan var olan koşulları analiz etmek ve değerli bir tartışma sunmak zor görünüyor. Yapılan büyük tartışmalar bilhassa yeni küresel durumun Foucault’yu mezarından uyandırdığını ve onun kavramları etrafında şekillendiğini iddia ediyor. Bir başka ifadeyle biyopolitika ve ona eşlik eden gözetleme kavramı bu düşünürlere göre merkezdeki kavramlardır. Türkiye bağlamında Ali Akay bu iddiayı savunma çabasında. İtalya’da bunu başlatan Giorgio Agamben oldu. Agamben bahsi geçen makalede doğrudan Foucault’ya referans vermese de bunu özgürlüklerin ihlali ve var olan durumun sadece hayatta kalmaya indirgenmesine eleştiri getirir. Yani aslında sadece bioya indirgenen yaklaşıma karşı çıkar.

Agamben 26 Şubat'ta başlattığı tartışmada her şeyin dijital bir ortamda yapılmasının yaratacağı “toplumsal temassızlığa” dikkat çeker. Burada sorulması gereken soru gerçekten bir toplumsal temas var mıydı ki şimdi onu kaybetme korkusu yaşayalım olacaktır. Hangi temastan hangi toplumsal ilişkiden bahsediyoruz? Bu temassızlığı biz zaten var olan savaşlarla, göçmen kriziyle ve yükselen sağın ve popülist siyasetin dünya politikasına egemen olmasında deneyimleyip görmüyor muyuz? Korona öncesinde sınırlarda biriken göçmenlerle bırakın siyasi, toplumsal hiçbir temas kuramadığımızı unuttuk mu? Facebook, Twitter gibi sosyal medya ortamlarında dijital “temassızlık” kurmaktan öteye gitmediğimizi ve sokakları çoktan unuttuğumuzu ve toplumsal-entelektüel bir “mastürbasyon” durumu yaşadığımızı inkâr mı edeceğiz? Burada sosyal medya paylaşımlarının kötü bir şey olduğunu iddia etmiyorum daha ziyade bizi zaten toplumsal olan ilişkisellik yani “dokunmadan” kopardığına işaret etmek için mastürbasyon ifadesini kullanıyorum. Bu sosyal ortamlar başka bir boyutuyla dijital ve dolaylı bir temas yaratsalar da doğrudan olanın yitirilmesine neden olurlar. Bir diyalektik ilişki kurulamaması durumudur bu. Hegelci anlamdaki diyalektikte karşıtların çatışması onların birbirini yok etmesi değil ama birbirini koruyarak yeni olanın yaratılmasına dayanır. Bu yüzden sosyal medya henüz böylesi bir diyalektikten mahrum olduğu gibi toplumsal-doğrudan dokunmayı yok ediyor yani toplumsal doğrudan temasın yitirilmesine neden oluyor. Şimdiki koşullar altında dijital araçlar doğrudan temasın olmadığı şu ortamda merkezde önemli bir iletişim aracı olarak durmaktadırlar. Bu bağlamda sorulacak soru bu dijital araçlar bu kişiler arası ilişkiyi nasıl dönüştürecek olmalıdır. Bu dijital araçlar bu ilişkiyi güçlendirici bir evreye mi götürecek yoksa yitiriliyor olanın tamamen yok oluşuyla mı sonuçlanacak? Dijital-dolaylı temasın doğrudan olanın güçlenmesine ve hatırlanmasına neden olma olasılığı var ama tersi durum da her zaman mümkündür.

Agamben’in bu temassızlıkla ilgili ilginç başka bir belirlenimi komşuluk ilişkilerimizi ortadan kaldırma riskidir. Bu aslında Agamben’in toplumdan ne kadar kopuk olduğunu gösteren bir iddiadır. Biz o ilişkileri yitireli çok olmadı mı? Ayrıca korkudan kaçınma da başka sorunlu bir meseledir. Bilmediğimiz şeye karşı korku ve kaygı duymak kadar doğal olan bir şey olamaz. Bu korkunun kontrol altında nasıl tutulması gerektiği asıl meseledir. Ama korku aynı zamanda temkinli olmayı da beraberinde getirir. Korku duymadığımız şeylere karşı temkinli olma gereği de duymayız. Korona virüsü ile riskli bir şekilde ahlaki değerlerimizi yitireceğimizi sorgulayan Agamben onları çoktan kaybettiğimizin sanırım, ne acıdır ki, farkında değil!

Aslında bu durumu Foucault’ya bir dönüşten ziyade diyalektiğe bir dönüş olarak tanımlamak daha doğru gibi geliyor. Bu düşünürler kendilerini diyalektik bir tartışmanın içerisinde bulurlar. Agamben iç ve dış tartışmasını yaparken bu iki kavramın karşılıklı bir ilişki içerisinde birbirini var ettiklerini ve tamamladıklarını görmez veya görmezden gelir. Bu çok basit bir belirlenimdir. Görmek için çok büyük bir düşünür olmaya gerek yok. Önemli olan bunu bilmenin veya farkında olmanın bize ne gibi sonuçlar getireceğini sormaktır. Yani biz bunu bilerek neyi kazanmış oluruz? Bu içimizde var olan düşmana karşı bir savaştan ziyade zaten hep var olan bir düşmana karşı savaştan başka bir şey değildir. İçimizdeki bu düşman, dışımızda var olan düşman ile kuramadığımız temasın sonucudur. Yitirilen bir ilişkinin sonucudur. Doğru ilişkiyi kuramama sorunudur. Düşmanla doğru ilişkiyi kuramama meselesidir. Düşmanla ilişki kurmaktan kastettiğim düşmanı doğru tanımaktan bahsediyorum. Dışımızdaki düşman içimizdeki bu düşmanı yaratmıştır. Ama bu dışarıdakinin suçu değildir. Suçlu dışarıdakini içselleştiren birey ve toplum arasındaki ilişki ve ilişkisizlikte yatmaktadır.

Korona virüsü ile sosyal bilimler alanında pek çok tartışma gündeme gelmiş durumda. Felsefeden siyaset bilimi ve uluslararası ilişkilere kadar toplumun yapısı ve bireyin bu yeni şekillenecek toplum içerisindeki varlığı sorgulanmaya yeniden başlandı. Elbette hiçbir zaman sorgulanmayan şeyler değildi. Ama kavram olarak toplum ve birey sosyal bilimler alanında merkezi yerini aldı. Ne göçmenler ne Orta Doğu’daki savaş ve radikal terörist gruplar ne onların neden olduğu çatışmalar ne Putin ne Esat ne Erdoğan ne Kürtler artık gündemde. Korona virüsü ile toplumsal değişimler ve bunların gelecekte birey üzerinde olumlu veya olumsuz yaratabileceği etkiler farklı boyutlarıyla tartışma konusu. Demokrasinin zaten işlevsizleştiği bir dönemde onun toplumdaki ve bireyin gözündeki yeri ne olacak? Karşıtı totalitarizm bu evlere kapanış süreciyle daha da mı güçlenecek? Toplum kendi bireysel kimliği üzerindeki bu denetlenme mekanizmasına göz mü yumacak? Bunlar ancak Hegel’in akıl tanrıçası Minerva’nın baykuşu kanat çırptıktan sonra ortaya çıkacak gibi görünse de biz sorularımızı sormaya ve hipotezlerde bulunmaya devam edelim!

Sağlıklı ve evde kalın!

* Scuola Superiore Sant’Anna’da (SSSA) Pisa’da araştırma görevlisi ve Scuola Normale Superiore’de Scholars at Risk (SAR) temsilcisi.