Korona günlerinde distopik gerçekliğimiz

Depremde, salgında, doğa olaylarında ölüm yaratan, ölüm yayan kent kurgusunu değiştirmeliyiz. Ölümü bile eşitsiz dağıtan hakim paradigmayı değiştirmeliyiz. Halk sağlığının tehdit altında olduğu durumlarda dahi kendi planlarını yürürlüğe sokmayı çalışan; kapsamlı planlamayı, rasyonel aklı reddeden anlayışı değiştirmeliyiz.

Google Haberlere Abone ol

Ayhan Erdoğan*

Ağzımı hayra açmadığımın farkındayım ama yine de sormak isterim: Covid-19 virüs salgınının günden güne yayılımını artırdığı şu günlerde İstanbul’da büyük bir deprem olması halinde ne yapacağız? Acil durum planımız nedir? Yol haritamız var mı? Yoksa deprem ihtimalini aklımızdan dahi geçirmeyen, aklımıza gelecek gibi olduğunda ise bilincimizi baskılayarak zihnin kör noktalarına öteleyen bir ruh hali içerisinde miyiz?

Ben aklımızın bir köşesinde duranı gündeme getirmek istiyorum. Onlarca yıldır, minimum arsa payından maksimum rant elde etme yönündeki temel kentleşme mottosuyla doğal alanları, kentin nefes alma alanlarını dahi yapılaşmaya açan, kentin kadim kültürünü ve kamusal varlıklarını betonla kaplayan zihniyetin İstanbul’u getirdiği durum, gören gözlere sahip olan herkesin malumu. Bu kısmı fazla uzatmayacağım. Başlangıç olarak asıl değinmek istediğim nokta, çoğunlukla herkesin evde olduğu şu salgın döneminde İstanbul’da bir depremin gerçekleşmesi ihtimali.

Beyin fırtınasına başlayalım.

Depremin zamanlaması açısından en kötü senaryonun gerçekleştiğini yani gündüz işe gidenlerin de evlerine döndüğü; herkesin Sağlık Bakanı tarafından günlük vaka, test ve kayıp sayısını içeren, yer yer büyük harfli kelimelerle bezenmiş tweetini beklediği, düşününce dahi iç sıkıntısı yaratan o zaman aralığında olduğumuzu; beklenen kadar olmasa da hasar verici depremin o aralıkta meydana geldiğini ama şans eseri bir biçimde, herhangi bir can kaybının yaşanmadığı fakat çok sayıda yaralı yurttaşın bulunduğu bir sonuç varsayalım.

Sorularla ilerleyelim.

Salgın sürecini çok iyi yönettiği iddia edilen devletimizin, bu çok sayıda yaralı yurttaşı nereye sevk edeceğine; özel hastaneler dahi pandemi hastanesi ilan edilmişken, yaralı yurttaşlarımızı nerede tedavi altına alacağına dair bilgisi veya çözüm önerisi olan var mı?

Kent merkezinde, ulaşılabilir durumda olan onlarca devlet hastanesini, şehir hastanelerine “müşteri” kazandırmak için kapatıp, herkesi bu devasa hastanelere yönlendiren, salgın baş gösterince de virüsün yayılma alanlarından biri haline gelen bu yek mekan hastanelerde sadece virüs şüphelisi yurttaşları kabul etmeye başlayan “mükemmel süreç yöneticisi” devletimiz ne yapacak?

Ya da yaralanmayıp depremi sağ salim atlatanlara ne denilecek? Günlerdir “evde kal” denilen insanları bu kez deprem toplanma alanlarına mı yönlendirecek? Mahir devletimiz, dayanıksız, riskli binalarda mı ölmek istersiniz yoksa virüs mü alırdınız şeklinde seçenekler mi sunacak vatandaşlarına?

Sokağa çıkma yasağı mı ilan edecek yoksa sosyal mesafe kuralına uyarak toplanma alanlarında bekleyin diye insanları sokağa; çoğunluğu AVM’ye, prestijli konut alanlarına çevrilen toplanma alanlarına mı davet edecek?

Öne sürülen sorulara yanıt üretebilmek için iktidarın mevcut durumda salgın sürecinde sergilediği pratiklere bakmak yararlı olabilir.

Mesela, ülkemizde ilk resmi Covid-19 vakası açıklanmadan sadece 2 hafta önce Ahlat’ta yazlık saray inşa edilmesi için özel yasa değişikliği yapılması, daha salgın “pandemi” haline gelmeden yetkililerimiz tarafından durumun ciddiyetinin saptanıp gerekli önlemlerin alınmaya başlandığını göstermiyor mu sizce de?

Resmi kanallar tarafından ilk vakanın açıklamasından sadece bir hafta önce, çoğu ülkenin birinci gündem maddesi Covid-19 virüsü ile mücadele haline gelmişken, komşu devletle savaşmakta olan devletimiz korona virüsü ile savaşın provasını, tatbikatını yapıyordu belki de, değil mi?

İlk resmi vakanın açıklanmasından sadece birkaç gün önce canlı yayında mültecileri botlara bindirip ülke sınırlarının dışına yollamak da bir nevi virüs olarak görülen kesimlerden kurtulmak, ülkeyi dezenfekte etmek olarak değerlendirilemez mi?

Devletimizin, dünyayı alt üst eden ve ülkemizde de vaka sayılarının hızla artmaya başladığı ilk günlerde, bir yandan salgınla mücadele ederken bir yandan da sit alanlarında maden işletmelerinin, entegre tesislerin yapılmasının önünü açan yönetmelik değişiklikleri hazırlayıp yayımlatmasına ne demeli! Ya da vatandaşlarına “evde kal” derken kendi bürokratlarına maske taktırıp ülkenin en önemli önceliklerinden biri olan Kanal İstanbul’un ihalesini yaptırabilmiş olması her koşulda her şeye kadir olduğunu göstermiyor mu?

Tam da halk sağlığını her şeyin önüne koyan, milletiyle beraber yağan yağmurda ıslanan bir yönetim anlayışı!

Devletimiz işin başında, her şey kontrol altında. Bu süreçte dahi kayyum atamalarına devam edebilmiş olmasını başka nasıl açıklayabiliriz? Salgın ülkemize gelmeden çok öncesinden başlayarak tüm hazırlıkları, tatbikatları yaptığı; salgın sürecinde de tüm gerekli yasal düzenlemeleri hayata geçirdiği ve adım adım şeffaf bir şekilde her şeyi bizlerle paylaştığı için müteşekkir olmalıyız değil mi?

Asla olmamalıyız, olamıyoruz.

Sorulara cevap veremiyoruz, çünkü göz göre göre gelen salgına, halk sağlığını önceleyerek ne kadar önlem alındıysa yıllardır beklenen depreme de o kadar hazırlık yapıldığını biliyoruz. Yanıt veremiyoruz çünkü o yanıtların bize, yakınlarımıza, sevdiklerimize doğrudan veya dolaylı olarak dokunuyor olması gerçeği, can sıkıcı sorgulamalar yapılmasını engelliyor ve özellikle böyle zamanlarda ekseriyet bir anlamda “uysallaşıyor”.

Salgın, deprem gibi felaket zamanlarında can korkusunun ağır basması, çaresizlik içerisinde devletten beklentilerin minimuma inmesi, gönülsüzce de olsa vatandaşların rıza koşullarının üretilmesi, biat kültürünün yaygınlaşması çok daha mümkün hale gelse de buna teslim olmamak gerek.

Karşımızda meşruiyet yitimine uğramış, yönetememe krizinde olan bir iktidar var ama karşı karşıya olduğumuz salgından bizi koruyacak olan devlet babamızı asla zayıflatmak istemiyoruz. Bugünlerde en muhalif olan kişilerden bile, “hükümeti, Sağlık Bakanı’nı desteklemeliyiz, hepimiz aynı gemideyiz” söylemlerini duymamız tesadüf değil.

Tesadüf olmayan diğer husus da iktidarın salgın sürecinde dahi kendi ajandasına aldığı kararları almaktan geri durmaması. Hepimiz can derdindeyken, iktidarın bu dertten azade olması düşünülebilir mi?

Kanal İstanbul üzerinden bu durumu biraz açmaya çalışalım.

Birçok boyutuyla önemli kırılmalara yol açacağı bugünden belli olan salgının, gün geçtikçe daha ciddi sonuçlar doğurduğu bir dönemde, siyasal iktidar açısından halk sağlığı ve rant tahterevallisinde ağır basanın ikinci taraf olduğunu en güncel örnek olarak salgın sürecinde Kanal İstanbul ihalesinin yapılabilmiş olmasında görmek mümkün.

Tahterevallinin bir tarafında iktidarın kendi canının derdine düşerek, kendini ve bağlı sermaye gruplarını yeniden üretebilmek için büyük bir arzuyla, tutkuyla inşa etmek istediği; herkese “evde kal” çağrısı yapıldığı salgın sürecinde, ne işe yarayacağı, ne için yapıldığı rasyonel değil, ancak “duygusal” sebeplerle açıklanabilen Kanal İstanbul’un ihalesinin yapılmış olması bulunuyor.

Diğer tarafı?

Olası bir İstanbul depreminde yıkılacak muhtemel bina sayısı İBB bürokratları tarafından 48 bin olarak açıklandı. Toplam yaklaşık 250 bin binanın ise orta veya ağır hasar alması bekleniyor ve bu yapılarda yaklaşık 3 milyon insan yaşadığı tahmin ediliyor. Bu yapıların güçlendirilmesi ve depreme dayanıklı hale getirilmesi için gerekli maliyet ise Kanal İstanbul’un toplam maliyetine yakın bir rakam olarak belirtiliyor. Bu da tahterevallinin diğer tarafında bulunuyor.

Ve şimdi yeniden düşünelim

İktidarda olduğu dönem boyunca inşaata dayalı ekonomik kalkınma modeli doğrultusunda kamusal alanları, rant için yapılaşmaya açan, tüm kamu iktisadi teşebbüslerini ve başta sağlık olmak üzere kamusal hizmet sunumu alanlarını özelleştiren, doğanın yıkımı üzerinden sermaye birikimini sağlamayı süreğen bir strateji olarak uygulayan AKP iktidarının önceliklerini düşünelim.

Bir tarafta, en az 3 milyon insanın hayatını doğrudan etkileyecek ve depremin olası etkilerinden koruyacak bir strateji, diğer tarafta ise aynı maliyetle meslek örgütlerinin, sivil toplum kuruluşlarının ve ilgili bilim insanlarının tüm uyarılarına rağmen ısrarla yapılacağı söylenen Kanal İstanbul projesi.

Bir tarafta salgın, diğer tarafta ihaleler.

Bir tarafta isimsiz ölümler, sayılara indirgenmiş vakalar; diğer tarafta kayyımlar.

Bir tarafta milyonlarca yurttaşı ölüm korkusuna rağmen evde tutamayan ekonomik gerçeklik, diğer tarafta korona günlerinde korunan alanları ranta açan stratejik derinlik.

Ve maalesef böyle giderse bir tarafta salgında, depremde, şantiyede, fabrikada, evde ölüm; diğer tarafta sarayın, saltanatın devamlılığı için sürüp gidecek zulüm.

Değiştirmeliyiz.

Depremde, salgında, doğa olaylarında ölüm yaratan, ölüm yayan kent kurgusunu değiştirmeliyiz.

Ölümü bile eşitsiz dağıtan hakim paradigmayı değiştirmeliyiz.

Halk sağlığının tehdit altında olduğu durumlarda dahi kendi planlarını yürürlüğe sokmayı çalışan; kapsamlı planlamayı, rasyonel aklı reddeden anlayışı değiştirmeliyiz.

Sağlığımızı, geleceğimizi korumak için; değiştirmek zorundayız.

*Şehir Plancısı