'Ya sonra?': Covid-19 sonrasına dair bazı sorular ve olmayan yanıtlar

Bu salgından sağ çıkabilirsek, vatandaşlığa kabul testlerine ve prosedürlerine virüse bağışıklık, genel sağlık durumu, çalışabilirlik ve bir risk ölçütü olarak yaş gibi kriterlerin eklenip eklenmeyeceği önemli bir soru olabilir.

Google Haberlere Abone ol

Bengi R. Cengiz*

Olağanüstü zamanlardan geçiyoruz. Türkiye vatandaşları olarak olağanüstü dönemlere maalesef alışkınız, fakat bu sefer tüm dünya ile aynı anda bu alt-üst oluşu deneyimliyoruz. İtiraf etmek gerekirse, Türkiye’deki baş döndürücü gündemin biz vatandaşları için trajik olmasına rağmen, sosyal bilim için heyecan verici olduğunu düşünürdüm. Şimdi genç bir siyaset bilimci olarak benzer bir noktadayım: Üstümüze karabasan gibi çöken Covid-19 salgını, zihnimde kaygının yanı sıra bir dizi de soru uyandırıyor. “Analiz fırsatçılığı” yapmaktan mümkün olduğunca imtina ederek, salgın sonrasını sosyal bilim perspektifiyle düşünmek istiyorum.

Aklımdaki sorulardan biri kendi araştırma alanlarımdan biri olan vatandaşlık konusu ile ilgili. Bu alanda yapılan çalışmalar, vatandaşlık kavramını yasal üyelik bağlamının ötesine taşımayı başarmıştı. Vatandaşlığın haklar, özgürlükler ve ödevler ile bağı kanunlarda ne yazdığının dışında, bunların nasıl deneyimlendiği üzerinden tartışılmaya başlanmıştı. Bunun yanı sıra salgın vesilesiyle dilimize geri dönen “küreselleşme” ve beraberinde getirdiği göç dalgaları, vatandaşlık ve etnik köken bağının da sorgulanmasına yol açmıştı. Fakat, bir yandan da vatandaşlık devletler tarafından giderek hak edilmesi gereken bir ayrıcalık olarak kurgulanıyor. Özellikle Batı Avrupa’daki vatandaşlığa kabul testlerini inceleyen çalışmaların da ortaya koyduğu gibi, vatandaşlık vatana, millete bağlılık veya kültüre adaptasyon karşılığı kazanılan bir “ödül”. Bugün karşı karşıya olduğumuz salgın bu kurguya başka boyutların da eklenebileceğini düşündürüyor. Bu salgından sağ çıkabilirsek, vatandaşlığa kabul testlerine ve prosedürlerine virüse bağışıklık, genel sağlık durumu, çalışabilirlik ve bir risk ölçütü olarak yaş gibi kriterlerin eklenip eklenmeyeceği önemli bir soru olabilir.

Salgın karşısında farklı önlemler alan ülkelerin, vatandaşlık çerçevelerindeki olası değişikliklerin de üzerine düşünmeye değer. Bırakın vatandaşlık ayrıcalığına sahip olmayan mülteci ve sığınmacıları, bu bağa sahip bireylerin arasında dahi gözden çıkarılanların olduğunu görüyoruz. Örneğin, İngiltere’nin ilk etapta denemeye başlayıp sonradan vazgeçtiği “sürü bağışıklığı” yaklaşımındaki gibi yaşlı nüfusun göz ardı edilebilecek kayıplar olarak görülmesi söz konusu. Bu da akademik çalışmalarda eşit vatandaşlık hakkında şimdiye kadar yürütülen teorik tartışmalara başka bir boyut ekleyebilir. Vatandaşlık bağının yarattığı statü eşitliğinin pratikte işlememesi toplumsal cinsiyet, azınlıklar, sınıf gibi boyutları üzerinden ortaya konmuştu. Covid-19 salgını ise, var olan eşitsizlikleri göz ardı etmeden, kimin “hak etmeyen” vatandaş, kimin “eşitler arasında birinci” (primus inter pares) olduğuna dair verdiğimiz yanıtların çerçevesini genişletebilir.

Bunların dışında, salgın sonrası dünyada güçlü devlet tanımı da yeniden tartışılabilir. Örneğin, kapasite olarak güçlü olduğu düşünülen ABD ve Almanya arasında salgınla mücadele ve alınan sonuçlar açısından net bir ayrışma var. Dolayısıyla bir devleti güçlü yapanın ne olduğu, askeri ve ekonomik gücün bu tanımı yapmaya yetip yetmeyeceği gibi sorular gündeme gelecek. Bu bağlamda, güven kavramı için de benzer bir sorgulama yapılabilir. Bir yaklaşıma göre kamu kurumlarına duyulan güven, demokratik bir rejimin ana unsurlarından. Bu güvenin yokluğunun demokrasinin kurumsal olarak kalıcılaşmasına engel olduğu iddia edilirken, güvenin sarsılmasının ise popülist otoriter liderlerin ortaya çıkışı ile demokrasinin gerilemesine yol açtığı düşünülüyor. Ancak salgının yarattığı kriz ortamında hükümetlere duyulan güvenin inşa edilmesi veya aşınmasına dair yeni yaklaşımlar gündeme gelebilir. Örneğin, İtalya’da salgına karşı yürütülen mücadelenin, halihazırda düşük olan kamusal güvene olumlu bir etkisi olup olmayacağı veya bu güvenin çok yüksek olduğu İsveç’te salgın sonrası bir beklenti krizi yaşanma ihtimali sorgulanabilir.

Salgının, son dönemde gündemde olan popülizme dair düşündüklerimize de etkisi olabilir. Popülist otoriter aktörlerin kitleleri mobilize ederken kullandığı söylemlerden biri uzmanlık veya bilim karşıtlığı. Bu aktörler böylece sıradan insanlar ve elitler karşıtlığını uzmanlık üzerinden kurgulayabiliyor ve halkı mobilize edebiliyor. Fakat, yeni bir tür virüs ile karşı karşıyayız ve bu sebeple herkes uzmanların söylediklerini soluksuz takip ediyor. Bu durumda, anti-elitist söylemin eskisi gibi alıcı bulup bulmayacağı tartışılabilir. Ya da bu söylem erozyona uğrasa dahi, popülist aktörler tarafından artan yabancı düşmanlığı ve içe kapanmacılık ile ikame edilme ihtimali de düşünülebilir.

Salgın karşısında alınan sert önlemlerin arkasındaki toplum desteği de ezber bozan bir gelişme. Salgınla mücadele yöntemlerinin rejimlerin halk sağlığı ile ekonomi arasında yaptığı tercihi yansıttığı bir gerçek. Bir yanda, ekonomik krizin maliyetini halk sağlığının önüne koyup, salgın karşısında ciddi önlemler almayan ABD gibi rejimler varken, diğer yanda ekonomiyi durdurma pahasına sert önlemler alarak halk sağlığını önceleyen Danimarka gibi örnekler de mevcut. Toplumlar halk sağlığının korunması için sokağa çıkma yasağı gibi üst seviyede tedbirler alınmasını ve dolayısıyla özgürlüklerinin kısıtlanmasını talep ediyor. Fakat bu talebin, 11 Eylül sonrasındaki gibi kalıcı güvenlikçi politikalara yol açan bir miras yaratıp yaratmayacağı önemli bir soru. Böylesi bir durum karşısında, bugün haklı sebeplerle özgürlüğümüzün kısıtlanmasını talep eden bizlerin nasıl pozisyon alacağı üzerine düşünmemiz gerekiyor.

Salgın sonrasındaki dünya hakkında sosyal bilimin farklı alanlarından geliştirilecek daha bir dizi soru var. Örneğin salgın, yeşil alan hakkı, şehir planlamasının halk sağlığı ile ilişkisi, küresel üretim ve tüketim zincirlerinin işleyişi, çalışma yaşamı gibi birçok konuda ne düşündüğümüzü etkileyecek gibi görünüyor. Bunlara eklenecekler de vardır mutlaka. Belki bu soruları sormak ve yanıtlar üzerinde düşünmek salgının boyutu karşısında gereksiz bir lüks gibi görülebilir. Yine de bu karabasanın arkasından dayanışmayı nasıl, nerede ve kiminle kuracağımızı hayal edebilmek için bu egzersizi yapmayı önemli buluyorum. Ya da sadece “bu günler de geçecek” diyebilmek istiyorum.

*Stockholm Üniversitesi / Araştırmacı