Yine baharlar gelecek

İnsanlar, mesafelenmeyi, uzak yakın kavramlarını yeniden kuracak. Felsefeciler yeniden düşünecek, edebiyatçılar romanı yeniden kuracak, sanatçılar kavramları yeniden üretecek. Tıpkı “Auschwitz’den sonra şiir yazılmaz” denilen bir yüzyılda yeni akımların ardı ardına üretilmesi gibi.

Google Haberlere Abone ol

İrem Uzunhasanoğlu

Büyük beyaz balinayı hatırlar mısınız? Hani şu Herman Melville’in “Bana İsmail Deyin,” cümlesiyle başlayan ünlü Moby Dick romanındaki dev beyaz balinayı... Roman şimdiye dek birçok farklı okumayla analiz edildi, Kaptan Ahab’ın balinayı yenmek için yaşadığı iç çatışmalarını ve hırsını bir yana, birey- toplum-kapitalizm üzerinden yapılan alegorik okumaları da diğer yana bırakırsak romanın en üst katmanında gözle görülür, apaçık tek bir mesaj vardı: İnsan doğayı yenemez. 1850’de bu romanı kaleme alırken Melville işte tam da bunu eleştirmek istiyordu, insanoğlu gücü ve iktidarı elinde tutuyor, keşfettiği yeni kıtanın, kurduğu yeni ülkenin verdiği erk, iktidar hırsı ve esriklikle kendini doğanın hakimi sanıyordu. Oysa değildi. Emerson’un görüşlerini yıkmak isteyen ve insanın doğayı alt edemeyeceğini ön gören bir grup yazar sahneye çıktı, karşıt bir akım başlattılar. O yüzdendir ki sekiz yüz sayfanın sonunda Kaptan Ahab’ın balinaya yenileceği aşikardı. Doğa güçlüydü ve intikamını her zaman alırdı. Lakin insanoğlu bunu göz ardı etmekte çok başarılıydı.

Bundan on bir sene önce, yine böyle bir eğitim yılının orta yerinde “domuz gribi” patlak vermişti. Panik olmayı bir kenara koyup hızla önlemler almaya başladık, o sırada yurtdışı üniversitelerinden birine uluslararası proje hazırlıyordum, Dünya Sağlık Örgütü’nün önergelerinin de yardımıyla alabileceğimiz önlemleri raporlamış, öğrencilerle farkındalık posterleri yapmıştık. Okulun her yerine anti-bakteriyel sıvı temizleyiciler yerleştirmiştik, kısa sürede okulumuzun duvarları “ellerini yıka” kampanyası posterleriyle dolup taştı. Öğrencilerimizin her biri bilinçliydi. Çok geçmeden virüsün ilacı bulundu, derin bir “oh” çektik, virüs yıllar içinde aramızda gezdi durdu, o bize alıştı, biz de ona. “Bu da geçti,” dedik. Öyle ya! İnsanlık her şeyi üstesinden gelirdi. Biz yine öyle olur sandık...

Çin’de ilk Covid-19 virüsü vakasını duyduğumuzda kulak arkası etmemiz kâh Çin’in uzak bir coğrafya olmasından kâh sahip olduğumuz o manasız “bana bir şey olmaz,” kudretinden geliyordu. Ölüm vakalarını duymaya başladığımızda bizim için her şey hâlâ bir Netflix dizisi izlemek gibiydi, bir sonraki bölümüne hızlı geçiş yapamadan beklediğimiz bir distopik dünya düzeni. Twitter, yarasa yiyen insan fotoğraflarıyla dolup taştı ve tabii ki “bunlar yenir mi?” diyen onlarca yorumla. Sonra bir gün o çok sevdiğimiz komşumuz, uçakla iki saatlik mesafemizde olan, pizzasını, makarnasını, şarabını çok sevdiğimiz komşu İtalya’mız, ülkesine gelen Çinli bir vatandaş yüzünden vaka sayısını “bir” olarak açıkladı. Bundan sonrası Kırmızı Başlıklı Kız masalında “Peki gözlerin niye o kadar büyük? Ya dişlerin neden o kadar sivri?” diye sormasıyla kurt tarafından palas pandıras mideye indirilen o küçük kızın başına gelenler kadar ani, hızlı ve trajik oldu. Dünyanın küreselleşmiş olduğunu unutarak ve küçük yeşil virüsün hızla seyahat edebileceği gerçeğini göz ardı ederek normal yaşamımıza devam ettik. Misal, ben Berlin’e uçtum. Uçmadan önce eczaneye gidip kendime bir maske bir de anti-viral boğaz spreyi aldım. Dünya Sağlık Örgütü'nün sitesine baktım, Berlin’de vaka sayısını “bir” gösteriyordu. Maskem, kolonyam ve spreyimle uçağa binerken son kez haberlere bakıyordum ki Paris’te Louvre Müzesi’nin kapatıldığı haberini okudum. Hamburg’da da okullar tatil edilmişti. Berlin sakindi, insanlar kafelerde oturuyordu, hava güneşliydi, hayat güzeldi. Ertesi gün Pergamom Müzesi’nin kapısına vardım. Önce yanlış geldim sanıp başka yola saptım, müzenin önü bomboştu. “Hayır, doğru geldiniz,” diyen güvenlik görevlisi beni bilet gişesine yönlendirdi. Tuhaftı çünkü yurtdışında saatlerce beklediğim müze kuyruklarına alışkın olan ben ilk kez bomboş bir bilet gişesiyle karşılaştım. Benden başka kimse yoktu, müzenin açılmasına bir dakika vardı, gelen giden yoktu. Kapılar benim için açıldı, “bugün tek ziyaretçi sizsiniz,” dedi güvenlik. Hemen yirmi birinci yüzyılın gerektirdiği görevimi yaptım, Instagram’a fotoğraf koyup “kendime müze kapattım,” dedim, olayın vahametinin farkında olmamama şaşıyorum hâlâ. Pergamom’dan çıkıp üç müze daha gezdim, üçü de bomboştu. Birden seyahatim ürkütücü bir hal almıştı. Çıktığımda sağanak yağmura yakalandım, telefonumdaki haritadan sığınabileceğim en yakın restoranı aradım- işte bir AVM. Şuursuzca alışveriş merkezine girip bir kafede yağmurun dinmesini bekledim, kitapçıda oyalandım zira akşam bir tiyatro salonunda gerçekleşecek olan dört yazarın söyleşisine biletim vardı. Moderatör, “koronaya rağmen geldiğiniz için teşekkürler,” dediğinde hâlâ ehemmiyet vermemiştim. O gün ve ertesi günler birçok kalabalık ortamda vakit geçirdim. Üçüncü gün bir arkadaşımdan mesaj geldi, “İrem, sınırları kapatacaklar, uçuşlar duracak, DÖN.” Artık Avrupa’nın her yerinden Covid-19 vakaları gelmeye başlamıştı. Acil dönüş yaparken kaygılarım başlamıştı. Uçakta bir form doldurup, termal kameradan geçtikten sonra kendimi evimde on dört gün karantinaya aldım. İlk farkındalığım şu oldu, “kendimi virüsten değil, başkalarını kendimden koruyordum. Çünkü amaç sokaklarda “keyfi” gezinip “bana bir şey olmaz” demek değildi, sorumlu bir birey gibi davranıp virüsü başkalarına taşımamak, virüsün dolaşımda olmasına çanak tutmamaktı.

Ve sonuç olarak 2020’nin üçüncü ayında evlerimize kapandık. Kapanırken bir gözümüz İtalya’da virüs sebebiyle ölenlerin sayısındaki artışta, diğer gözümüz market raflarındaydı. Aniden korkunç bir bilgi ve şaka kirliliğiyle sarmalandık. Kıyamet senaryoları yazanlar açlık savaşlarının başlayacağını yazdı, komplo teorisyenleri virüsün laboratuvarda üretildiğini ve dünya nüfusunun temizlenmesine yönelik olduğunu iddia etti, her markete giden boş makarna raflarını fotoğrafladı, belli semtlerin market rafları kıyaslanıp sınıfsal farklar konuşuldu, kapitalist düzenin anlamsızlığından dem vuruldu, “bakın daha önce yazılmışı var,” diyerek Albert Camus’nün Veba’sı, Saramago’nun Körlük’ü anlatıldı, kıyamet senaryolu film listeleri yapıldı, virüs konulu post apokalip dünya düzenlerinin anlatıldığı diziler gündeme geldi, veba döneminde insanlar ne yapıyormuş onlar anlatıldı derken ölüm vakalarının sayısı beton blokları gibi kafamıza düşmeye başladı. Günlerce azalmadan, eksilmeden 700-900 arası ölü veren İtalya canımızı acıttı. Hükümet destekli sokağa çıkma yasağına ve zorunlu karantina altında tutulmalarına rağmen hayatını kaybedenlerin sayısı dinmedi. İspanya hemen arkasından takip etti, Amerika birinci sıraya oturdu. Hepimiz birer istatistikçi, hepimiz birer Covid-19 uzmanı olduk çıktık.

Peki şimdi ne olacak? İnsanlık dışarıda korkunç bir savaş verirken kapanabilenler, çalıştığı işi buna müsaade edenler evlerine kapandı. Çalışmak zorunda olanlar devletin zorunlu sokağa çıkma yasağını bekliyor. Sağlıkçılarımızın güvenliği için endişeleniyor, onlara duyduğumuz minnetle evlerimizin camlarından sarkıp onları alkışlıyoruz. Kucağımızda kocaman bir belirsizlikle oturmuş, kaygıyla tırnaklarımızı yiyoruz. Maslow’un üçgeninin en altındayız, yani yemek, barınma ve ısınma ihtiyacımıza odaklandık. İnsanlık bu savaşı atlattığında her şeyi yeniden anlamlandırmamız, konumlandırmamız gerekecek. Hepimiz gün içinde söylendiğimiz, mutsuz olduğumuz hatta iki kelime sövdüğümüz hayatlarımızın değerini anladık. Meğer sabah erken kalkıp gittiğimiz ofisimizdeki iş arkadaşlarımıza günaydın demek, evimizin yakınındaki metroya atlayıp Taksim’e inmek, orada bir iki kitapçı gezip, canımızın istediği bir kafede çayımızı içmek, Beşiktaş’tan Kadıköy vapuruna atlayıp vapur süzülürken İstanbul’u seyretmek, güneş ışığına yüzümüz dönükken martıların sesini dinlemek, yağmurda ıslanmak, arkadaşlarımızla buluşmak, onlara sarılmak, kalabalık bir masa etrafına doluşup sohbet edip kahkaha atarak yemek yemek, birkaç vitrin gezip canımızın istediği bir elbiseyi çantamıza atıp eve gelmek, bir bahar dalını seyretmek, parklarda özgürce yürümek ne büyük lüksmüş. Meğer anne babamızın evine gitmek, anneannemizin elini öpmek, sinemada bir film izlemek, sanat galerilerini gezmek, şehrin sokaklarında, kitapçılarında avare dolanmak, “bugün de dışarıdan yemek yeriz, pişirmesek olur,” demek, çocuğumuzu parka götürüp onu salıncakta sallamak, köşedeki simitçiden simit almak, gazete bayisinden su ya da sakız alırken para üstünü (eldivensiz) özgürce alıp cebine atmak, çiçekçiden bir demet sarı nergis alıp eve gelmek ne büyük nimetmiş. İşin acı tarafı biz (yani evine kapanabilenler) bunları yapamayalı sadece on beş gün oldu ve önümüzde belirsizlikle dolu aylar var.

İnsanlık şu an yanlışlıkla bir odaya girmiş ve açık camı bulamadığı için dört duvara çarpan bir güvercin gibi kendini oradan oraya çarpıyor, çırpınıyor. Kimse sakin değil. Herkes sevdiklerini özlüyor, kaygıyla haber takip ediyor, maddi kayıplarını, görüşemediği ya da uzak düştüğü sevdiğini düşünüyor kara kara. Veliler çocukların evde kalmasından çıldırmış durumda, evden çalışan ebeveynler çalışamamaktan şikayetçi, “evde yapılabilecek aktiviteler” listeleri dönüp duruyor ama kimsenin bunu yaptıracak mecali yok. Milli Eğitim EBA üzerinden eğitime geçti, geçtiği gibi de bazı eğitim materyalleri hakkında eleştiriler yağmaya başladı. Özel okullar, vakıf üniversiteleri kendi teknolojik alt yapıları üzerinden uzaktan eğitime geçti. Öğrencilerin üzerine binen yükün iki misli şu an eğitimcilerin üzerinde. Veliler özel okula ödedikleri parayı düşündükçe, okullar bu açığı kapatmaya uğraşıyor. Arada ezilenler yine öğretmenler oldu, nefes almadan materyal geliştirip evde velilerin tutamadığı çocukları uzaktan eğitmeye çalışıyorlar. Onların kaygılanma hakları yok sanki, eğitmek zorundalar. Oysa okula dönüldüğünde, yapılacak olan sınavlarda çocuklar uzaktan eğitildikleri ünitelerden muaf tutulacaklar. Peki gerçekten dışarıda insanlık çetin bir savaş verirken, içeride çocuklar iki ay eğitilmese ne olur?

Kendimizle barışık olmadığımız ve hep başkaları uğruna, başkaları istiyor diye, başkaları bizi sevsin diye maratonda olduğumuz ortaya çıktı. Evde kaldığımız şu günlerde katılmamız gereken tüm o sosyal davetler, etkinlikler, düğünler iptal oldu. İş toplantılarımızı evden pijamayla otururken de yapabiliyormuşuz. Cildimiz makyajsız nefes aldı, kadınlar sıkıcı iş kıyafetlerinden, bellerini sıkan eteklerden kurtuldu. Hijyen önemli mesele! Günleri karıştırdığımız için duş almayı ihmal etmiyoruz değil mi? Dünya para verip aldığımız kıyafetlerimizin ve hatta spor ayakkabılarımızın da bir önemi kalmadı çünkü dün itibariyle parklarda yürüyüş yapmak da yasaklandı. Günlerimiz pijama terlik ekseninde gidip gelirken bizler, yani hepimiz mutfağı keşfettik. Birer master şef, birer gurme, birer ekmek poğaça uzmanı olduk. Gündemimiz hijyenik pedden maske yapma, evde kendi anti bakteriyel jeli üretmek, çamaşır suyuyla evi kırklama, silme, süpürme oldu.

Ekolojik olarak dünyaya verdiğimiz zararlar ayyuka çıktı, balıklar yaşam alanlarını geri kazandı, kuşlar gökyüzünü geri aldı, doğa her zamanki gibi kendi kendini iyileştirdi çünkü insanoğlu evindeydi. Bir tek insanoğlu kendini iyileştiremedi.

Hayat koşturmacasından on beş gün geri kaldı diye karalar bağlayan, sıkılan, dertlenen, oflayan poflayan insanoğlu kendisini teknolojinin kollarına attı. YouTuber, Instagrammer, Influencer dediğimiz insanlar çılgınlar gibi canlı yayın yapmaya başladı, kendini göstermezse dünyanın yok olacağına inanan insanlardan dans videoları, şiirler şarkılar yağmaya başladı. Herkes yeniden çok faal oldu. İzleyecek ne çok dizi, okunacak ne çok kitap, yapılası ne çok hobi varmış meğer. Oysa can sıkıntımızı geçirmek için izlediğimiz dans videoları kaybettiğimiz binlerce insanın canından değerli değildi. Önümüzde yaklaşan kötü günleri gördükçe insanların kendilerini sorumsuzca, şımarıkça, fütursuzca dışarı atmaları da kesilecek. “Starbucks kahvemi özledim,” diyenler susacak. Yemek tarifleri, dizi öneri listeleri son bulacak. Hayvanların dışarıda bizlerin ise içeride resmedildiği, karısından sıkılmış erkeklerin çizildiği komik olmayan karikatürler bitecek. İçimize dönelim, kitap okuyalım, birer yogi olalım, bitki ekelim, yapboz yapalım, sanal müze gezelim diyenler ve en önemlisi çalışmak zorunda olan işçiyi umursamayan herkes susacak. Hepi topu on beş gün içinde sahip olduğumuz neredeyse her şeyin anlamını yitirdiği bir dönemde çağ atlayacak, her şeye yeniden anlam atfedecek ve yeniden konumlandıracağız. Virüs bize en sevdiğimizle bile aramıza mesafe koymayı, sevdiğimize camların ardından el sallamayı, görüntülü görüşmeler üzerinden “seni seviyorum” demeyi öğretti. İnsanlar, mesafelenmeyi, uzak yakın kavramlarını yeniden kuracak. Felsefeciler yeniden düşünecek, edebiyatçılar romanı yeniden kuracak, sanatçılar kavramları yeniden üretecek. Tıpkı “Auschwitz’den sonra şiir yazılmaz” denilen bir yüzyılda yeni akımların ardı ardına üretilmesi gibi.

Şimdilik, umutla ve sükutça insanlığın (ve bilim insanlarının) dışarıda verdiği amansız savaşı yenmesini bekleyeceğiz, kulağımızda sessiz bir ezgi duyacağız ve mırıldanmalar. Biraz durmayı, soluklanmayı öğreneceğiz. Kayıplarımızla başa çıkmaya ve yaralarımızı sarmaya çalışacağız. Sonra...? Sonra yine baharlar gelecek... Yeter ki en az hasarla bu savaşımızı atlatabilelim sevgili dünya.

Sıkılmayalım, evimizde kalalım!