Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile

Sokakların, meydanların görüntüsünden daha ürkütücü olansa belirsizlik… “Haydi, artık bitti. İşinize, eski hayatınıza dönebilirsiniz” anonsunun hiçbir zaman yapılamayacak, yapılsa da kimseyi tam olarak ikna edemeyecek olması.

Google Haberlere Abone ol

Ulaş Altuner*

Dün sokağa çıktım. Şu cümlenin haber değeri taşıması bile başlı başına bir dert. 15 dakika, kimseye, hiçbir canlıya ilişmeden etrafta dolaştım. Baktığım fotoğrafa bir isim de verdim: Mendilimde Kan Sesleri. Edip Cansever’in belki de daha önce hiç bu kadar yerli yerine oturmamış dizeleri yankılandı kafamda:

“Dağılmış Pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar

Ve dağılmış Pazar yerlerine memleket

Gelmiyor içimden hüzünlenmek bile”

Üstelik bu daha başlangıç... Henüz kimse tam anlamıyla neyle karşı karşıya bulunduğumuzu, bizi nasıl bir geleceğin beklediğini idrak edebilmiş değil. Şuursuzca evlere depolanan makarnanın, bakliyatın, unun, mayanın; kolonyanın, dezenfektanın, kedi mamasının; maskenin, eldivenin, tuvalet kağıdının bizi hangi akıbetten ne kadar koruyacağı, bir sonraki evrede ne olacağı konusunda hiçbir fikrimiz yok.

Sokakların, meydanların görüntüsünden daha ürkütücü olansa belirsizlik… “Haydi, artık bitti. İşinize, eski hayatınıza dönebilirsiniz” anonsunun hiçbir zaman yapılamayacak, yapılsa da kimseyi tam olarak ikna edemeyecek olması.

Araştırmalar, virüs nedeniyle ölmekten korkan insanların oranının işsiz kalmaktan korkan insanlardan daha düşük olduğunu söylüyor. Ölümlerden ölüm beğenme bağlamında hastalıktan ölmeyi açlıktan ölmeye tercih etme eğilimi var sanki. Yüz binlerce iş yerinin kepengi kapalı. Çoğunun yeniden faaliyete geçmesi pek mümkün görünmüyor. Bu iş yerlerinin on binlerce çalışanı, kimsenin ne olacağını bilmediği bir sürece muhtemelen gelirlerinden ve sosyal güvencelerinden yoksun kalarak girecek.

Bu salgın, Türkiye’nin yakın tarihindeki en büyük tehdit olma potansiyeline sahip. “Bizi ne bekliyor” sorusunun cevabı kimsede yok. Gözünün içine baktığımız yetkililer “panik yok” diyor ama bunu söylerken gözlerindeki paniği gizleyemiyor. Gerçekçi öngörülerin ve senaryoların hiçbiri iyimser değil.

En tehlikelisi ise can ve gelecek korkusunun, çaresizliğin, gönülsüz de olsa bir biat zincirini ve rızayı tetiklemesi. Yani, Naomi Klein’ın Şok Doktrini – Felaket Kapitalizminin Yükselişi kitabında bütün ayrıntılarıyla açıkladığı rıza koşullarının adım adım yaklaşması. Bir sonraki aşamada insanların, “devlet çocuklarımızı doyursun, ilaçlarını, tedavilerini temin etsin, geri kalan her şeye eyvallah” diyeceği nokta ile aramızda ne kadar mesafe var, ölçemiyoruz.

Daha oraya gelmedik ama emareleri şimdiden kendini gösteriyor. Canımızın derdine düşünce daha birkaç hafta önce gündemimizi işgal eden şeyler çok uzak ve eski anlar gibi gelmeye başladı. Savaşın eşiğindeydik hani. Hani sınır boylarında, bir hayat umudu arayan on binlerce insan vardı. Açlık, hastalık bir tarafa; gazla, dayakla, hakaretle, mermiyle sınanıyordular. Dünya televizyon yayıncılığında tarih yazılıyor, lastik botlara çoluk çocuk, sıkış tepiş doldurulmuş insanlar canlı yayında Ege’nin sularına itiliyordu. İnsan kaçakçıları amme hizmeti sunan kahramanlar gibi röportaj veriyor, sınırların açılmasına özel kampanyalarını duyuruyordu. Sahi ne oldu o insanlara? Sınırları aşıp gittiler mi? Geri mi döndüler? Döndülerse, içinde kalacak, ‘hayatı sığdıracak’ bir ev bulabildiler mi?

Uzmanlar, insanların salgın hastalıkların etkilerine doğrudan maruz kalmadıkları müddetçe tehdidi ciddiye almadığını, bunun da krizi derinleştirdiğini söylüyor. Bu bilimsel veriyi toplumumuzun kal-u beladan bu yana taşıdığı hasletleriyle ve her nevi tehlike karşısındaki ilk ve müşterek savunma hattı olan kayıtsızlıkla ve 'bize bir şey olmaz'cılıkla harmanladığımızda tehlikenin boyutlarını daha iyi idrak edebiliyoruz. Şimdi, geçmişteki pek çok olayda olduğu gibi bu korona illetinin ortaya çıkardığı tehdidin büyüklüğünü de zor yoldan öğreniyoruz. Üç aydır bağıra çağıra yaklaşan felaketi son ana kadar belgeselmiş gibi izleyip birdenbire can pazarının tam ortasında kaldık.

TÜRKİYE'NİN ERKEN UYARI SİSTEMİ: HİSSİKABLELVUKU

Türkiye’de yaşamanın farklı bir pratiği vardır. Kitabî bilgi çoğunlukla sizi yarı yolda bırakır. Geçmiş tecrübelerimiz ve bağlı iç görülerimiz bizi hayatta tutan en güçlü silahlarımızdır. Yaşadıklarımız, en iyi eğitimlimizden hiç mektep görmemişimize her birimizi usta birer şifre kırıcı haline getirmiştir. Bize anlatılanları yorumlayıp aslında neyin gizlendiğini, bizim gerçekte neye hazırlanmamız gerektiğini süzme, alt metin okuma konularında istemeden de olsa uzmanlaşmış halkız. Bunu açıklamayı dinleyip süzen kadar açıklamayı yapan da bilir. O nedenle üstü kapalı anlatılmayan pek fazla şeye rastlamayız.

Mesela, bir yetkili çıkıp “Endişeye mahal yok, her şey kontrolümüz altında” dediğinde hepimiz inceden bir kıllanıp kendimizi güvenceye almak için bir şeyler yapmamız gerektiğini biliriz. Eğer bir yetkili “Dikkatli olmalıyız, birbirimize destek olmalıyız, bu süreçten hep birlikte mücadele ederek çıkacağız, aynı gemideyiz” mealinde laflar ediyorsa geçmiş olsun. Bu tür açıklamalar, “iş iyice rayından çıktı ve yoluna koymak için de şimdilik herhangi bir planımız yok” anlamındadır.

Daha ilk kayıp açıklanmamışken “Süreç çok iyi yönetiliyor” davulları çalınmaya başlandı. Bir defa bir sürecin değerlendirmesi sürecin başında yapılmaz. Makul bir süre ve bazı sonuçlar üzerinden karar verilir sürecin nasıl yönetildiğine. Bu ölçekte bir krizin yönetiminde, krizi yönetmekle sorumlu kişi ve kurumlarda beklenenler listesi çok uzundur. Ancak her şeyden önce, olmazsa olmaz üç şey beklersiniz: Şeffaflık, tutarlılık ve çözüm için sunulan aksiyonlar.

Biz artık şeffaflık beklemekten vazgeçmiş insanlarız. Akşamdan akşamda ilan edilen toplam vaka ve kayıp sayılarını 5’le, 10’la çarpıp öpüp başımıza koyuyoruz. Çünkü istemeseler onu da lütfetmezler, biliyoruz.

Mükemmel yönetilen sürecin en çarpıcı ayağı ise tutarlılık ile ilgili bölümü. Ligler oynansın mı ertelensin mi? Cemaatle namaz kılınsın mı kılınmasın mı? Sokağa çıkma yasağı ilan edilsin mi edilmesin mi? Salgının yayılmasının önüne geçmek için insanların birbiriyle temasını mümkün olduğu kadar engelleme lüzumu çok açıkken ve İran, İtalya örnekleri çok net bir şekilde bu önlemleri zamanında almamanın neye mal olduğunu göstermişken yukarıdaki sorular tümüyle abesle iştigal ve vakit kaybı kapsamına giriyor.

İnsanlara “evinizde kalın” demek, Pazar günü parkta tek başına eli belinde dolaşan dayıları paketleyip eve götürmek, piknik yapanların anonsla tadını kaçırmak falan son derece tedbir görünümlü eylemler tabii. Ertesi sabah aynı insanları otobüslere, trenlere, dolmuşlara doldurup işe göndermek ne lahana turşusu peki? Buna kimse cevap veremiyor. Zaten bu soruyu muhataplarına yöneltebilen biri de yok.

Sokaklar, caddeler, iş yerleri insan dolu. Bunların bir kısmı “Ben korona diye bir şeye inanmıyorum, böyle bir tehlike görmüyorum” ya da “Biz ibadetimizi yaparız, Allah'ın evine hastalık giremez” diyen insanlar. Bir kısmı da “Evde oturmaya otururum, çok da isterim ama işe gitmek zorundayım” diyenler. Hal böyleyken tedbir görünümlü mevcut aksiyonlar tümüyle hükümsüz ve işlevsiz kalıyor.

Devlet babanın parası yok. Onu anladık. Her gururlu baba gibi bunu evlatlarına açıkça söylemekten de imtina ediyor. Ona da amenna. “Onca vergi, özelleştirme geliri, şu, bu nereye gitti” diye soracak halimiz de yok. Çünkü acı üzerinden siyaset yapmış oluruz!

Sonuç olarak devlet asıl yapması gerekeni yapıp, “Bu salgın tehdidi geride kalana kadar herkes evinde oturacak, devlet çalışanın işini, gelirini güvence altına alacak, iş yerlerinin vergi, kira ve fatura ödemeleri ötelenecek, yeter ki siz sağ ve sağlıklı olun” diyemiyor. Onun yerine kendi OHAL’imizi ilan edip kendi canımızı kurtarma görevi bize tevdi edildi. Herkese başarılar.

Velhasıl uygulama ve çözüm ayağında da durum bu. Neyse ki gerçekten koruyucu bazı başka tedbirler de alınıyor. Mesela yatsı ezanını müteakip dua ve salavat uygulaması başlatıldı da içimiz daha ferah çok şükür. “İşimiz Allah’a kaldı” demenin bundan daha bir yolu bulunamazdı. Bir şey değil, sağlık çalışanlarına giden alkıştan her gece müezzin de nasipleniyor.

Sürecin gelişimine bakınca dikkatimi çeken bir başka konu, Koronavirüs nedeniyle hayatını kaybedenlere halen şehitlik müjdelenmiş olmaması. Bunu biraz yadırgıyorum. Doğal afetlerde, terörde falan sebil dağıtılan şehadet şerbeti milletimize tebelleş olan bu Korona belası nedeniyle yaşamını yitiren vatandaşlarımıza da ikram edilmeli. Gerçi bu uygulamanın fitilini iktidarın değil muhalefetin yakmasını bekliyorum.

Ayrıca, evden çıkmamamız salık verilen şu günlerde tatil planı yapabilelim diye uçak biletleri ucuzladı. Gerçi sonra, çok sonra, uçuşlar da yasaklandı. Kalacak bir evimiz olmayabileceği de düşünülmüş olmalı ki daha düşük peşinatla ve düşük faizle konut alabileceğiz artık. Tabii bir gelirimiz olacak mı ya da o geliri hesabımızda görme şansı bulabilecek miyiz onu henüz bilmiyoruz.

Diğer taraftan, ağzının içine bakılan bilim insanları da çıkıp “Allah virüsleri insan nüfusunu dengelesin diye yarattı” türünden içimize su serpen, hepimizi tevekküle yöneltip rahatlatan açıklamalar yapıyor. Tamam da o arkadaşlar, insan yeryüzünde arz-ı endam etmeden çok önce buradaydı diye biliyoruz. Milyar senelerce bunun provasını mı yaptılar? “Tamamdır ya Rab, artık hazırız, gönderebilirsin Adem Abi ile yengeyi” mi dediler. Bilim insanları bunu da açıklığa kavuştursun lütfen.

Sonuç olarak, süreç mükemmel bir şekilde yönetiledursun, biz saat başı ellerimizi çitileyerek, gitmemeyi becerebildiğimiz kadar uzun süre işe gitmeyerek, kimseyle görüşmeyerek ve öpüşmeyerek hayatta kalmayı başarabilir; yeniden ‘normal’ bir yaşam sürmeye başlayabilirsek üzerine konuşmamız ve düşünmemiz gereken epey bir başlık olacak. Şimdi sırası değil. Şu anda tek yapmamız gereken söylenenlerin arasından söylenmeyenleri cımbızlayarak ne yapmamız ve ne yapmamamız gerektiğine kendimizce karar vermek.

EKONOMİDE KURU ÖKSÜRÜK BAŞLADI

Halkın gördüğü manzara ile devletin ve iş dünyasının gördüğü daima farklıdır. Biz, ölmeden, hiçbir sevdiğimizi kaybetmeden, işimizden aşımızdan olmadan bu belayı atlatmaya dönük akla yatkın bir strateji ve takvim görmeyi bekliyoruz. Devletse ekonomide fırsatlar ve sıçrama tahtaları görüyor. Kimin icat ettiğini bilmediğimiz “krizi fırsata çevirme” diye bir sakız var. Çiğnemeye doymadılar. Hâlbuki biliyoruz, bir kesim için fırsat olan, başka bir kesim için yıkım ve daha büyük zorluklar anlamına gelebiliyor.

Kriz dönemlerinde “sesimizi keselim, büsbütün arazi olalım” zihniyeti, iletişimcilerin uzun yıllar önce tedavi ettiklerini düşündükleri, bugünlerde yeniden hortlayan bir hastalık. İlk bakışta çok yersiz bir konuyu gündeme getirdiğim düşünülebilir ama mesele göründüğünden biraz daha karmaşık. Tecrübelerle sabittir ki bir yerde iletişim ve pazarlama harcamaları küt diye kesiliyorsa bu, karar mekanizmasının çok büyük bir ekonomik darboğazı gördüğüne delalet eder. Korona teşhisi açısından kuru öksürük ve nefes darlığı neyse, ekonomi açısından da şirketlerin bu kalemleri lüks olarak görmeye başlaması aynı şeydir.

Bu tür büyük krizlerde devleti ve sivil toplumu doğal olarak eleştireceğiz. Eksik yapılan ne varsa dile getirmek ve talep etmek hakkımız. Ancak böyle dönemlerde asla es geçmememiz, sonrasında yaptıklarını ve yapmadıklarını sorgulamamız gereken bir kesim daha var. İş dünyasından ve normal koşullarda her fırsatta önümüzde türlü akrobasi yapan markalarından bahsediyorum.

Şirketler ve markalar, çalışanlarının ve “tüketici” diye anılan halkın omuzlarında yaşayan yapılardır ve vahşi kapitalizmin geleneğinde bile aldıklarını geri verme sorumlulukları vardır. Ben işim gereği mecburen yakından izliyorum ama herkesin, her şey yolunda, ekonomi tıkırındayken kamyonla para kazanan şirketlerin bu dönemde nasıl bir tavır takındığını dikkatle izlemesi gerek.

Şu korku ve kaygı dolu günlerde maddi ya da ayni bağışta bulunanları, çalışan sağlığını öncelikli hale getirip önlem alanları, iletişim faaliyetlerini kısıtlamak yerine genişletip insanlara moral vermeye çalışan markaları bir kenara yazın. Bunlara hayran olun, ait olun demiyorum ama bir yere yazın.

Aniden buharlaşıp ölü taklidi yapanları, daha ‘bismillah’ demişken çalışanlarını işten çıkaran ya da ücretsiz izne mahkûm edenleri ya da ölümle burun buruna köle gibi çalışmaya mecbur edenleri; üç kuruş tasarruf için iletişimi ve süregiden sosyal sorumluluk çalışmalarını bıçak gibi kesenleri de başka bir yere, kara listeye yazın.

Çünkü bu küresel kriz sonrasında bu dünyada bir şeyler gerçekten iyi yönde değişecekse buna ancak güçlü bir hafıza yön verebilir. Nasıl günü geldiğinde iktidarları halk değiştiriyorsa; iş dünyasını, iş yapış biçimlerini ve yaklaşımlarını da nihayet halkın duruşu belirliyor.

*İletişim Danışmanı