Mikroplarla birlikte yaşamak

Dünyanın en yoksul ülkelerinde ölümlerin yüzde 50’sinden fazlası mikrop kaynaklıdır. Gelişmiş ülkelerde bu oran yüzde 1 ila 2. HIV, sıtma, TB, solunum hastalıkları ile kolera, tifoid ve rotavirüs gibi hastalıklar yeterli kaynak ayrılması halinde tamamen önlenebilir hastalıklardır. Birinci (doğal) dünya herkese eşit davranırken ikinci (sosyal) dünya eşitsizlik temelinde işliyor.

Google Haberlere Abone ol

Gencer Çakır*[email protected]

17. yüzyıl düşünürlerinden Gottfried Wilhelm Leibniz’e göre bizler kıyıya vuran dalgaların çıkardığı sesi toptan işitiriz. Hâlbuki bu toptan ses, dalgaları oluşturan her bir su damlasının çıkardığı küçük sesten meydana gelir. Ne var ki bizler bu küçük sesleri algılayamayız.

Korona virüsün bir “dalga” olarak dünyada çıkardığı “ses” de böyledir. Tek tek vakaların “toplam etkisi” olarak bugün küresel bir salgının “dalga sesi”ni duymaktayız.

Dünyanın birinci gündemi artık covid-19; bu mikro-organizma bir “bela” olarak geçiyor TV ekranlarında. Fransa virüse karşı mücadelede “savaş” sözcüğünü kullanıyor. Sokağa çıkma yasağı, karantina, sosyal izolasyon… Son günlerde en çok işitilen sözcükler bunlar.

Lenin, Rusya’da 3 milyon kişinin ölümüne neden olan bir salgın sırasında, “Ya sosyalizm bitleri yenecek ya da bitler sosyalizmi” demişti.

Her ne kadar sosyal-kültürel bir alan içinde yaşadığımızı düşünüyor olsak da biyolojik varlıklar olarak doğanın belirlenimi altında olduğumuzu çoğu zaman unutuyor gibiyiz. Toplumsal bir varoluş ve bu varoluşun geleceği biyolojinin yasalarına sıkı sıkıya bağlı hiç şüphesiz. Lenin’in sorunu bu yalınlıkta ortaya koyuşu çok çarpıcı ve anlamlıdır.

Gelelim sadede: Bu yazıda mikroplarla olan sıkı bağımıza dair kısa bir hatırlatma yapmaya çalışıyorum. Bunu yaparken de Ölümcül Yakınlıklar (Metis, 2019) kitabının yazarı Dorothy H. Crawford’dan bolca istifade ediyorum.

***

Mikroplar gezegenimizde yaklaşık 4 milyar yıl önce ortaya çıkan ve evrimleşen ilk canlı formudur; “biz”den önce vardılar, “biz”den sonra da var olacaklar.

Mikropların sayısı diğer tüm organizmalardan fazladır. Ve tabii “mikrop” derken burada mikroskobik boyuttaki bakteri, virüs, tekhücreli organizmalar ile mantarlar kastediliyor.

Yeni doğan bir bebek, daha birkaç saat içinde, mikroplara maruz kalır. Mikropların çoğu varlığımız için gereklidir; ayrıca yine çoğu zararsız mikroplardır. Bunların sadece çok küçük bir oranı parazit olarak yaşarlar; dokularımızdan beslenirler ve hastalığa neden olurlar.

Mikroplar yaşamımız için vazgeçilmezdir. Maymunsu atalarımızdan evrimleştiğimizden bu yana onlarla birlikte yaşamaktayız. Bedenlerimizi “sömürgeleştirmiş” durumdalar. Bakteriler, virüsler, mantarlar, tek hücreli canlılar ile ortak bir bedeni paylaşıyoruz. İnsan vücudunda 39 trilyon “insan dışı” hücrenin yaşadığı tahmin ediliyor. “İnsan” hücrelerin sayısı da takriben 30 trilyon kadar. Bu açıdan bedenlerimiz “insan” ve “insan dışı” mikro yaşam formlarından oluşmakta. Bu küçük canlıları çıplak gözle göremiyoruz.

Çoğu zaman bedenlerimizi tek parçaymış gibi görme eğilimindeyiz. Hâlbuki sayısız mikro canlı ile birlikte yaşıyoruz.

Mikropları “iyi” ya da “kötü” olarak değerlendirmemiz tamamen mikroplarla kurduğumuz ilişkinin “değer-bağımlı” olmasıyla ilgilidir. Varlığımız için vazgeçilmez olduğunda “iyi”, ama tersine hastalıklara neden olduklarındaysa “kötü” oluyorlar.

Tersinden bakıldığında bu “değer-bağımlı” açıklama mikropları hiç bağlamaz. Onlar sadece kendi doğaları uyarınca hareket ederler; “iyi” ya da “kötü” olmaktan bağımsız olarak eylerler. Mikropların beyni yoktur; kasıtlı olarak “kötülük” yapma becerileri de.

Yılanlar, doğaları gereği ısırırlar; ama insanları zehirleyip ölümlerine neden olduklarında insanlar zehirli yılanları yok etmek zorunda kalırlar. Bu yönüyle insanların zehirli yılanları yok etmeye çalışması ya da “öldürücü” mikroplara karşı önlem alması bütünüyle insan bakış açısı ve değerleri ile açıklanabilecek bir şeydir.

Konuya tersinden de bakılabilir: İnsanlar yeryüzünü denetim altına aldıkça mikropların yaşam alanı işgal edilmiş oldu. Bu şekilde mikropların doğal döngüleri bozuldu. Şimdi de insanlar mikropların doğal döngülerini bozmalarının sonuçlarını yaşıyorlar. Mikropların yaşam ortamının sürekli bozulması kaçınılmaz olarak bizleri daha fazla mikropla daha fazla uğraşmak durumunda bırakıyor.

O zaman soruyu tersinden soralım: İnsanın doğayı değiştirip dönüştürmesi sürecinde inşa edilen (sosyal) “ikinci doğa” mikropların doğal yaşamları için ne kadar “iyi” ya da “kötü” oldu?

Dorothy H. Crawford şöyle diyor: “Serbest yaşayan organizmalar olan bakterilerin çoğu birbirine bağımlı kolonilerin bir parçasını oluşturur; bu kolonileri bozduğumuzda kendimizi de tehlikeye atmış oluruz.” Dikkat: Onları ve “kendimizi de”.

Küçük canlı formları mikroplar da insanlar da kendi doğaları uyarınca hareket etmekteler. Bitkilerle, hayvanlarla, sineklerle vs. iç içe yaşıyoruz. Karşılıklı bir bağımlılık içindeyiz. Dur durak bilmeyen bir temas ve karşılaşmalar; ilişki ve etkileşimler içinde birbirimizi etkiliyoruz. Birbirimiz üzerinde güç uyguluyoruz. Zehirli yılanı yok etmeye çalışan insan örneğinde gerçekleşen şu oluyor: Yılanın doğal hakkı ile insanın doğal hakkı birbirini dışlamış oluyor. İnsanın yılan üzerindeki “hakkı”, insanın doğal gücünün uzanabildiği yere kadar uzanır. Aynı şey yılan için de geçerlidir.

Mikrobun insana ve insanın mikroba yapabilecekleri bu iki varlık formunun doğal hakkı dâhilindedir. İnsanlar çiçek virüsünü yenebildi; ama o tarihe kadar bu virüs çok sayıda insanın hayatına mal oldu. Örneğin sadece 20. yüzyılda çiçek virüsü dünya genelinde 300 milyondan fazla kişiyi öldürdü. Aslında virüs “kötü” olduğu için bunu yapmadı; virüs sadece kendi doğasına göre eyledi; olması gerektiği gibi. İnsanlar bu virüsü yenene kadar çiçek virüsü kendi doğal hakkını insanın gücü üzerine uygulamıştı. Sonra da insanlar kolektif güçlerini virüsün doğal gücü üzerine uyguladılar. Geç mi kalınmıştı? Hayır. Çünkü biz insanların evrim hızı mikropların çeşitliliği ve hızlı uyum sağlama becerileri karşısında çok ama çok yavaştır. Ayrıca 4 milyar yıl önce yeryüzünde ortaya çıkan bu minik yaşam formunu ancak 19. yüzyılın sonlarında keşfedebildik.

Mikrobun var olması ile “keşfedilmesi” arasında çok büyük bir zaman aralığı var. Mikropların gerisindeyiz ve bu gerçek kısa vadede değişmeyecek gibi. “(E)n azından kısa vadede,” diyor Dorothy H. Crawford, “ne yaparsak yapalım her zaman mikropların gerisinde kalacağımızı kabul etmek zorundayız.”

Mikroplar, kendileri dışındaki organizmaların “kim” ya da “ne” olduğuna bakmaksızın kendileri için uygun ortama gelip yerleşirler. İnsanların nasıl bir toplumsal ortamda yaşamakta oldukları mikroplar için hiç önem taşımaz. Onlar insanları doğal bir organizma olarak “görürler”. Ayrıca “ülke” bilmezler ve “sınır” tanımazlar. Çünkü doğada ülke de yoktur sınır da. Bu yönüyle mikroplar “herkese” ya da “her şeye” karşı “eşit”tir.

Doğal âlemdeki bu “eşitlik” sosyal âlemde yoktur. Örneğin mikroplara bağlı ölümlerin ana nedeni yoksulluktur. Dünyanın en yoksul ülkelerinde ölümlerin yüzde 50’sinden fazlası mikrop kaynaklıdır. Gelişmiş ülkelerde bu oran yüzde 1 ila 2 kadardır. HIV, sıtma, TB, solunum hastalıkları ile kolera, tifoid ve rotavirüs gibi hastalıklar yeterli kaynak ayrılması halinde tamamen önlenebilir hastalıklardır.

Birinci (doğal) dünya herkese eşit davranırken ikinci (sosyal) dünya eşitsizlik temelinde işliyor. Öldürücü mikroplar ancak uygun ortam bulduklarında “öldürücü” olurlar. Eğer bir kentsel mekânda insanlar yetersiz besleniyorsa, kirli ve aşırı kalabalık gecekondularda yaşıyorlarsa, temiz içme suyuna erişimleri yoksa öldürücü mikroplar için açık bir hedef haline geliyorlar.

AIDS’in ortaya çıkışını hızlandıran bir faktör yetersiz beslenmeydi. 2015 yılında 36,7 milyon kişi AIDS’le yaşıyordu ve bunların da yüzde 70’i Güney Afrika’daydı.

Mikroplar coğrafi bölge ya da ülke seçmezler. Dünya genelinde bu oranların böyle dağılması tamamen “sosyal dünya”nın örgütlenme tarzıyla ilgilidir, mikropların “öldürücü” olmasıyla değil!

“Zenginler” kötü yaşam koşullarını büyük ölçüde ortadan kaldırdıkları için en azından “öldürücü” mikropların tehdidine bir süre daha korunaklılar.

Tabii işin bir de toplumsal cinsiyet boyutu var. Mikroplar “kadın” ve “erken” diye bir seçim yapmaz. Uygun ortam bulduklarında “saldırıya” geçerler. Daha doğrusu doğaları gereği eylerler. Ama eğer kadınlar erkeklere kıyasla daha yoksul ve eğitimsiz, ayrıca sağlık imkânlarına erişimde de sorunlar yaşıyorlarsa ister istemez mikroplara karşı açık bir hedef haline gelmiş oluyorlar. Günümüzde HIV virüsü erkeklere kıyasla kadınlarda iki kat daha fazla görülüyor.

Mikropların değil de “sosyal dünya”nın bir seçim yaptığı ortada!

Mikroplar hayatımızı ve tarihimizi şekillendirirken bunu hiç şüphesiz “belli koşullar” altında yapmaktalar. Bu koşulları ise doğa değil “bizler” oluşturmaktayız.

Yine de ne yaparsak yapalım mikroplarla yaşamaya devam edeceğiz. Toplumsal örgütlenmemiz onların doğal yaşam ortamlarını bozduğu müddetçe mikroplar doğaları gereği “bizlere” tepki vermeye devam edecek.

*Doktora öğrencisi

Etiketler hastalık virüs mikrop