Fenerbahçe; 'Kocaman' hafızanın sınırında

Fenerbahçe ve savunma denilince akla ilk Aykut Kocaman isminin gelmesi “kaliteli Türk medyasının” sporseverlere yaptığı bir şaka olmalı. Daha doğrusu, Fenerbahçe taarruz altındayken onu en önde savunan efsanesinin sahada kontrolü elden bırakmadığı için bazı taraftarlarınca eleştirilmesi güldürmeyen bir şaka olmalı.

Google Haberlere Abone ol

Bercan Aktaş

Futbolun bir hafızası var. Yeniliklerin cömertçe sarıp sarmaladığı bir oyunda “eski”yi hatırlatan bir kavram hafıza. Malum, “muhafaza”yla da akraba. Ayrıca daima yeni başlangıçlarla harmanlanan, yeni sezonlar, yeni transferler, yeni hocalar, yeni umutlar, yeni oyun anlayışları diyerek uzatabileceğimiz tüm bu yenilikler dizisi arasında kendisini koruyan bir hafıza. Tuhaf değil; artık olmayan ile henüz olmayan arasındaki sürekliliğin ve geçişlerin en yoğun yaşandığı oyunlardan birisi futbol. Tribünlerin eski(meyen) ağabeylerinden ve ablalarından efsane sporculara, maç anılarından fikstür hesaplarına, gelecek vaat eden genç yeteneklerden evlatlara miras bırakılan sevdalara dek hep bir geçişin, geçidin içinde yaşanan bir tutku. Lig sezonunun bitip transfer (yani geçiş) sezonunun başladığı, geçişlerin asla kaybolmadığı, sahada dahi “geçiş oyununun” hedeflendiği bir spor. Durmak yasak, hafıza da hareketli.

Bir son duygusuna rastlanmaz bu oyunda. “Muhafazakâr” bir tavır bu. Zihinlerde muhafaza edilecek anılar, sporcular, maçlar günümüze aktarılarak sonsuzluğa açılır. Kapanmayan, kapatılamayan, daima açık bir serüvende yolculuğa çıkar. Futbol, bir anlamıyla zaman deneyimine özel bir boyut açar. Bazen zamana meydan okur, eskileri geride bırakmaz: Yarı finalde direkten dönen bir penaltı hâlâ hüzün verir, müsait pozisyonda dibine girilemeyen top acıyla hatırlanır, bazense derbi deplasmanında sislerin ardından gelen bir oyuncunun şampiyonluğu getiren golü insanı hâlâ keyiflendirir. Saniyenin bile uzun süre sayıldığı bir oyunda, hep o olmasını istediğimiz anları bekler dururuz: Bazen şık bir aşırtma golü, bazen ceza sahası içinde topu dizinde sektirerek kontrol eden bir oyuncunun kafasıyla atacağı klas bir gol… Zor bir açıdan vurulacak bir şutun en doğru zamanlamasında ters ayağına yakalanmamak için bir anda sekerek ayağını değiştiren bir oyuncunun estetik golüne şapka çıkartırız. Bazense şaşar kalırız; aniden, hızla gelişir ve değişir her şey. Bir anda bir maçın öyküsü şaşar, öngörülemezliklerle büyüleniriz: İlk yarısı 3-0 geride kapatılan bir derbinin ikinci yarısının hemen başında sol çaprazdan ters doksana vurulan bir şut tarihe geçecek bir zaferin ilk işaretidir. 90 dakika boyunca geçen her saniye, bir önceki saniyede olan biteni unutturur. Sezonun başında, maçın başında, ikinci devrenin başında, yani her yeni başlangıçta açık ve belirsiz olan gelecek, gözlerimizin önünde her saniye yeniden şekillenirken, her saniye geçerken kendisini silmeye kadirdir. Oyun yalnızca her an silinen bir geçmiş ile açık ve belirsiz olan gelecek arasındaki şimdide oynanır. İşte o şimdilerdeki hüzünler, keyifler, şaşkınlıklar anları silinmez kılar ve onları hafızaya taşır. Ama futbolda son duygusuna yer yoktur, dedik ya; sürekli tekrarlar vardır. Önümüzdeki maç, gelecek sezon, bir sonraki turnuva… Bazen maçlar hep önümüzdekilerdir; ama gerçekleşen maç, yıllar önceki başka bir maçı getirir akıllara, yine aynı senaryodur oynanan. Bazen yepyeni olan teknik adam, ikinci, üçüncü kez gelendir.

Ben Fenerbahçeliyim. Bir marşta, Meral Okay’ın nefis sözleriyle dile geldiği gibi, bir tek tarihe sığan Fenerbahçe her yeni kuşak tarafından bayrak gibi iftiharla taşınır. Çünkü mazisinde bir tarih yatar. Unutulmazlar listesi destanlar gibi kuşaktan kuşağa aktarılır. Halit Kıvanç, tarihe geçen Manchester City maçını her defasında şimdiki zamanımızda anlatır. Pankartlar açılır: Bordeaux maçının kahramanlarından “Selçuk’la çok büyük zaferler kazandık, büyük zaferler unutulmaz”dır. Cihatlar, Lefterler, Canlar, Fikretler hâlâ sevilen birer abidedirler. Şampiyon kadroların takım posterinin ilk sayfasına basıldığı gazete kupürleri saklanır, muhafaza edilir, biriktirilir.

Tüm bu geçişlerin, akışların, aktarımların, anlatımların arasında yalnızca duruş sabit kalır. Adı üstünde, durur, durağandır. Kımıldamaz, korkmaz, yıkılmaz. Fenerbahçelilerin tek “kırmızısı”, “3 Temmuz” çizgisinin rengidir. Duruş bunu gerektirir. Galibiyetlerden, şampiyonluklardan, şaşaalı transfer çalımlarından daha değerli anlamların yüklendiği bir duruştur bu. Eski bir kimliğe yepyeni bir birlik kazandırır. Hatırlarsak, “3 Temmuz” döneminde yapılan, nefis bir savunma sanatıdır. Öyle ya savunma, direnmenin olmazsa olmazıdır. Fenerbahçe direnerek ayakta kalır, savunmasını mahkeme salonlarından dışarıya taşırır, futbola sirayet eden şekilde söyleyecek olursak, sahaya karakterini koyar. Hem saha içinde hem saha dışında yenilmemek, bileği bükülememek önce gelir. Fenerbahçe savunma (da) yapar. Üstelik bu neşeli ve estetik bir sanattır. Simon Critchley’nin felsefi tabiriyle, futbolda savunma, olumsuzlamanın diyalektik hazzıdır. Tıpkı iyi organize edilmiş bir hücum seti gibi fena halde keyif verir.

Fenerbahçe ve savunma denilince akla ilk Aykut Kocaman isminin gelmesi “kaliteli Türk medyasının” sporseverlere yaptığı bir şaka olmalı. Daha doğrusu, Fenerbahçe taarruz altındayken onu en önde savunan efsanesinin sahada kontrolü elden bırakmadığı için bazı taraftarlarınca eleştirilmesi güldürmeyen bir şaka olmalı. Yoksa kulüp tarihinin en golcü ismine, son sezonlarda en çok gole ulaştıran antrenörüne, oyunun iki yönünün ve topun kıymetini bilen bir futbol adamına yakışık almayan ithamlarda bulunmak ancak kötücül bir medya stratejisi olabilir. Saha içinde dağılmayan bir oyun karakteri, saha dışında hakkı koruma içgüdüsü ve her zaman ahenk içinde bir düzen isteyen Kocaman, meşhur “hayat futbola fena halde benzer” repliğini futbolseverlere yeniden hatırlatıyor. Oyuncu topluluğunun birbirleriyle uyumlu kolektif eylemine, bireysel performansların o kolektif eyleme en uygun dahline kafa yoran ve her şeyden önce rakibine saygı duyarak maça başlayan bir teknik adam Kocaman.

Şimdilik hafızamızı zorlamaya, Aykut Hoca’nın saçlarının beyazlatıldığı yıllardaki başarılarına kadar gitmeye gerek yok. 2017/18 sezonundaki yalnızlığına rağmen, hakemlerin sürekli aleyhte düdük çaldığı, seçimli kongreden dolayı kulüp muhalefetinin tribünlere ve sahaya yansıdığı bir sezonda terinin son damlasına kadar kupalar için mücadele edip finansal rahatlamanın adresi Şampiyonlar Ligi'ne kalifiye olmak ulaşılması hiç de kolay bir başarı değildi. Futbolun absürt komedi programlarına girecek hataların sığdığı 11 haftadan sonra ligin liderliğini göğüsleyebilmek de tesadüf değildi. Oysa “hiçbir kulüpte olmayan bu dostluk”, yalnızca Aykut Hoca’nın Fenerbahçe’sinin gol sevinçlerinde görülebiliyordu.

Bugünlerdeyse geçmişiyle gurur duyduğumuz, geleceği için kaygılandığımız Fenerbahçe yeni teknik sorumlusunu arıyor. Bana göre kulüp hafızasını bilen, hakkını, hukukunu, yarım puanını dahi koruyan, oyun hakkında düşünen, ekonomik enkazı gören, elindeki sınırlı imkanlarla yarışabilen, geçmiş ile gelecek arasındaki köprüyü en iyi şekilde kurabilen Fenerbahçeli bir hocayla yola devam edilmeli. O nedenle en doğru çözüm, bir güzel söze, bir gönül almaya, sarı lacivert bir kucaklaşmaya bakıyor. Geri kalanı, hoca için “mecburiyet ve onur” meselesi.

Geçtiğimiz haftalarda PlaySpor kanalında Aykut Kocaman’ı ağırlayan gazeteci Okay Karacan deneyimli antrenörden Jürgen Klopp ile Pep Guardiola arasında bir karşılaştırma yapmasını istemişti. Aykut Hoca, Klopp’un daha esnek olduğunu, ‘Pep’in ise kendi doğrusundan taviz vermediğini söylemişti. Hayat siyah-beyaz olmadığı gibi, oyun tarzları da zıtlıklar üstüne kurulmaz. Seyir zevkini üstüne koya koya zirveye taşıyan iki teknik direktörün oyun anlayışları farklı da olsa, oyunun doğrularını maksimum derecede muhafaza ederken yenilikleri takip edebilmek aynı anda mümkün. Bir zıtlık değil, birbirini besleyen dinamik bir gelişim süreci bu. Futbol kültürü ekonomik, dijital, sosyal ve taktiksel olmak üzere her anlamıyla dönüşürken duruşunu korumayı bilmek, duruşunu korurken de yeniliklere açık olabilmek ayakta kalabilmenin belki de en önemli sırrı.

Yeter ki kötülüğü sıradanlaştıran insanlara, Aykut Hoca’nın ifadesiyle, “can acıtmanın hazzına, başkasının canını acıtarak kendi pozisyonunu tarif etmeye” karşı, önce insanlık sonra da Fenerbahçelilik namına sabırla dik durulabilsin.