Cumhuriyet, kamusallık, eşitlik, özgürlük ve ‘sol’

Halka, “demokratik ilkelere uygun, herkesin devleti” kıvamında yeni bir devlet inşaatı için müsait zemin tahsis edilmişse, “ihaleyi kim üstlenecek”, “geçmişle kim yüzleşecek”, “demokratik ilkelere uygun”, “herkesin devleti” nasıl inşa edilecektir.

Google Haberlere Abone ol

Halûk Sunat

Selahattin Demirtaş, Yeni Yaşam gazetesine gönderdiği son yazısına, “Ele geçirmelik devlet” başlığını uygun görmüştü. ’15 Temmuz (“Allah’ın lütfu”) darbe girişimi’ münasebetiyle Cemaat’in tasalludundan kurtarılan devlete tek elden sahip olunma sürecinden bahisle, Demirtaş, her şerde bir hayır vardır hesabı, doğan fırsatı şöylece hatırlatmaktaydı: “Şimdi, hazır Erdoğan millete bir iyilik (!) yapıp bu devleti [içeriden] çökertmişken geçmişle cesurca yüzleşip devleti yeniden ama demokratik ilkelere uygun bir şekilde kurmak ve herkesin devleti yapmak için ortaya bir fırsat çıkmıştır”.

Bilindiği üzere, Türk Ceza Kanunu’nda, Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtler ve devrimci muhalifler için işletilmiş, —yaptırımları vahim— bir, “devleti yıkmaya teşebbüs” suçu vardır. İşte, iyilik odur ki, Allah’ın lütfunu müteakip ilgili plebisitle (16 Nisan 2017) “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” namıyla anılacak ‘rejim’ değişikliğine gidilmiş, bilvesile —güçler ayrılığına son verilerek— tüm yetkiler Erdoğan’da toplanmak suretiyle “parti-lider-devlet” bütünleşmesi(1) tesis edilmiş; Demirtaş’ın tabiri ile, devlet, dışarıdan teşebbüse (dolayısıyla, günaha girmeye) gerek kalmadan, “içeriden” ve  onu (göstermelik de olsa) “Cumhuriyet devleti” kılacak niteliklerinden ‘arındırılmak’ suretiyle çökertilerek —sahibinden— halka, “demokratik ilkelere uygun, herkesin devleti” kıvamında yeni bir devlet inşaatı için müsait zemin tahsis edilmiştir. Lakin, “ihaleyi kim üstlenecek”, “geçmişle kim yüzleşecek”, “demokratik ilkelere uygun”, “herkesin devleti” nasıl inşa edilecektir.

Sondan başlayacak olursak; “Devlet, egemen sınıfın —[meşru] şiddet tekelini de elinde bulunduran— egemenlik aygıtı” ise (Marksist anlamda); kimse dışarıda kalmaksızın herkesin herkes olduğu, —sınıf ayrımı/egemenliği dahil— eşitsizliğin tümden kalktığı yerde, ‘devlet’ olabilir mi —ya da, devlete ihtiyaç kalmış mıdır?(2) Herhalde, Demirtaş, değil sınıfsal olan, kol ve zihin emeği arasındaki çelişkinin dahi kalktığı “komünist” toplum idealinden söz etmiyor bize. Peki; kendisini ‘geleneksel/Marksist’ çizgide varsayanların burun kıvıracağı bir teklif midir onunki? Aslında, ’devlet’ ve ‘kamu’ münasebetinin bizim hikâyemizdeki seyrini bazı kilometre taşları ile anarak “herkes”ten muradının ne olduğunu da ihsas ediyor Demirtaş, geleceğim; ama geçerken şunun da altını çizmeliyim: Nihai kertede, devlet, egemen sınıfın egemenlik aygıtıdır, tamam; ama biz hep o kertede işleyen devletle karşılaşmayız ve o nedenle “radikal demokrasi” (‘komünist ufku’ kerteriz alan “komünist demokrasi” de diyebiliriz) ise kaygımız, mücadelemiz de hep o kertede (doğrudan sınıf temelli) işlemez; iktidarın yol aldığı tüm toplumsal damarlarda, kılcallarda (Marx’ın ötesinde Foucault’yu hatırlayalım) uzun bir yolculuğu göze almak zorundayızdır.

Dönersek; ceza hukukumuza değinen Demirtaş, soruyordu, “Peki söz konusu devlet içeriden, tüm kurum ve kuruluşlarıyla yıkılırsa siyaset bilimi ve sosyolojisi açısından durum ne olur?” Adem-i merkeziyetçi 1921 Anayasası’nın inkârı ve tasfiyesi üzerine kurulu 1924 Anayasası ile katı merkeziyetçi bir ulus-devlet olarak inşa edilen Cumhuriyet, gayri Müslim soykırım ve düşmanlığını İttihatçı gelenekten verasetle kurucu iradesine katıp (“Türklük Sözleşmesi”(3) temelinde) Kürt düşmanlığı üzerinden bugünlerine yürümüş; İslamcılıkla tahkim edilmiş milliyetçilik(4) devletin derinlerinde tek adam iradesiyle buluşmuş; söz konusu ‘ideolojik-politik’ hat “tüm kurum ve kuruluşlarıyla” devleti “içeriden” çökertmişse, siyasetin mukabelesi ne olmalıydı? Mukabelenin ön şartının, —ilk paragrafta yaptığım alıntısıyla— “geçmişle cesurca yüzleşmek” olduğunu vurguluyor, Demirtaş. Devleti (yukarıdan) ele geçirenlerin, “ele geçirmelik devlet”e meşruiyet, rıza ve destek tedarik etmek üzere araçsallaştırdığı düşmanlıklar ve marifetleriyle yüzleşmek. Bu olmadan verili ‘rejim’e mukabele etme olanağı yok. Dolayısıyla, “herkesin devleti” derken, Demirtaş, —geçmişle yüzleşme ve hesaplaşma sonrası (ki, burada, ‘barış’ sürecinin kıymeti bir kez daha hatırlanmalı)— “milli mutabakat” dışına itilen ve düşmanlaştırılanların da “farklı ama eşit olanlar” (Arendt) kabulüyle kamusal alan örgüsü ve işleyişine katıldıkları “herkes”ten ve ‘burjuva-demokratik’ ölçüleri içinde bir devletten söz etmiş oluyor. “Demokratik ilkelere uygun” derkense, ‘sağ-muhafazakâr-otoriter-popülist’ hattın da fevkinde, “tüm kurum ve kuruluşları” tasfiye edilip (çökertilip) iradesi tek adamın şahsında yoğunlaşmış devletin o ölçüler dahilinde ihyasından dem vurmuş oluyor.

Peki; geçmişle yüzleşme/hesaplaşma, barış nerede gerçekleşecek; hâlihazırda kurumları “içi boş ve kof” iken, “demokratik-halkçı-katılımcı” devlet kuruluşunu kim üstlenecektir?

Geçenlerde, Tolga Şirin, Gazete Duvar’daki yazılarında(5) Res publica’nın, kamuya ait olan, dolaysıyla, cumhuriyet devletinin de, cumhurun/kamunun devleti olduğunu aklımızda tutmamız gerektiğini hatırlatıyor ve ‘cumhuriyet’ sözcüğünün, “günümüz sosyal bilimcilerinin (özellikle de hukukçuların) çoğunun dilinde, devlet başkanının hanedanlık esasına göre belirlenmediği, yani monarşik olmayan bütün yönetimleri anlatacak kadar sası bir tat barındırıyor” olduğunun altını çiziyordu —yani, kamunun özgür siyasi iradesinin karşılığı olmayan ‘başkanlık’ların (‘bildik’ anlamda hanedanlık değillerse bile) ’cumhuriyet devleti’nin göstereni olmadığını kabul etmemiz gerekiyordu (ki, Demirtaş’ın, “meğer ki devlet hiç kurulmamış” dediği —bugün, tek adamın şahsında ‘kurulmamışlığı’ tecessüm etmiş olan— “cumhuriyet devleti” böylesi özgür/katılımcı cumhur/kamu yokluğu ile maluldür). Anılan kamunun, —kendisine yüklenen anlamdan mülhem— ‘farklılıkların eşitliğine dayalı’, farklılıkların birbirine özgürce seslenebildiği bireylerin bir aradalığına (‘meydan açma ve meydan okuma (6)’) yaslanıyor olması gereğini; —yine Şirin’in ifade ettiği üzere— özgürlüğün, “negatif ve dar” anlamıyla sadece kendinin “müdahale”ye maruz kalmamasıyla değil, “kendi kendini yöneten kamusal bütünün bir parçası olmak (…) sürekli işleyen toplumsal karar süreçlerine katılmak” anlamında ötekinin de özgürlüğünün müdahaleye uğramamasını gözetmek (tahakküm ve hiyerarşiye kapalılık, kimsenin kimsenin rızasına tâbi olmamaklığı(7)) suretiyle mümkün olacağını kabul etmek de gerekiyordu elbet.

Nihayetinde, “ihaleyi kim üstlenecek” sorusuna gelecek olursak; evet, anılan kamusallık, özgürlük ve eşitlik ilkelerine yaslanan cumhuriyet devletinin inşa sürecini (‘pratiğini’) kim üstlenecek, yüklenici özne kim olacak, —eğer, önerilen ‘burjuva-demokratik’ çerçevede mütalaa edilecekse— ’sınıf temelli’ (kendisini Marksist hatta gören) ‘sol’un süreçteki konumu ne olacaktır? Demirtaş, yazısında, “demokrasi bloku”nu işaret ediyor: “İşte demokrasi bloku özellikle bunun için şarttır ve içinde mutlaka HDP’nin de olacağı bir ittifak hükümetine doğru gitmek elzemdir”. Kuruculuk, yeni bir “toplum sözleşmesi” ile gerçekleşecekse, kamusal katılımdan (kamunun doğrudan/ edimsel yapıcılığından) uzak, parti bürokrasilerinin mesai birliğini ihsas eden “demokrasi bloku” uygun bir teklif midir (Türkiyelilik ölçeğinde aşağıdan yukarıya politika üretme becerisi edinememişlik HDP’nin de örgütlülük ve işleyiş sorunu ise)? Tolga Şirin, andığım yazılarının ikincisinde, “aşırı hukuksallaşan muhalefet sorunu”na değinirken kanımca —dolaylı olarak— benzer bir kaygıyı dile getiriyor. Hukuk kisvesi altında hukuk-dışına taşınmış, keyfilik üzerinden araçsallaştırılmış yargının siyasal kamuyu belirlediği koşullarda dahi “yargısal yollara başvurma”nın tek muhalefet yolu bilindiği ahvalde, “cumhuriyetçi perspektifin politik katılıma verdiği anlamı” hatırlatarak şunun altını çiziyor: “Bu anlam çerçevesinde çubuğun hukuktan ziyade (veya onun yanında) halk forumları/ halk meclisleri, politik grevler, vb. türden araçlar ile demokratik kitle örgütlerinin yaratıcılığına dayanan pratiklerine bükülmesinde yarar var. Keza parlamento içindeki veya dışındaki muhalefette de hukukçu teknokratlardan ve onların uzmanlıklarından daha çok sıradan insanların doğrudan eylemine ihtiyacımız var”. Demek, özgür, eşitlikçi, katılımcı kamu ise muradımız cumhuriyet devleti adına, o kamusallığı talep eden politik zihinsel dönüşümü üretebilmeliyiz yığınlarda. Sivil siyasi itirazları ve talepleriyle eyleyerek özneleşenler olmalı “toplum sözleşmesi”nin kurucuları. 

'Sınıf temelli sol’un anılan süreçteki konumu ne olacaktır, sorusuna gelirsek. Bir vakit “sol melankoli”yi irdelediğim yazılarıma(8) atıfla, öncelikle, ‘geleneksel/ortodoks Marksist sol’un kendi kurucu “komünist ideal”ine narsisistik yatırımının mutlaklığıyla, o ideal uyarınca kurduğu tümgüçlü (‘omnipotent’) beklenti ve vaatleriyle, nihayetinde 1989-91 sürecinde içine düştüğü “melankoli”si ile yüzleşmesi; melankolinin hayatın (ve geleceğin) dışına savuran zehrinden sıyrılıp kaybın gerçekçi bir değerlendirmesiyle (uygun “yas çalışması”yla) hayata tutunması icap eder, diyeceğim ben. Ya da, ’sol melankoli’ yazılarımdan birini sonlandırdığım üzere; “‘sol melankoli’nin ilacı da, ‘komünist idea’nın, —mutlaklıktan, şaşmazlıktan uzak— olası başarısızlıklar uzamında yol alışa müsait; her dem, taşıyıcı özneleri ile birlikte kendisini —hareket içinde— sınanmaya açık tutan hipotez(9) nitelikli bir bağlanma olmaklığından temin edilmelidir”. Ben, ilacın, anılan solun, Demirtaş’ın yazısı münasebetiyle irdelediğim “demokrasi mücadelesi”mize katılımı açısından da müessir olduğuna inananlardanım(10). 

(1) Bütünleşme terkibinin “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” üstüne “tek ordu, tek komutan [başkomutan]” boyutuna dair, bkz. “Savaşını arayan ülke” (Ahmet Murat Aykaç, Gazete Duvar, 7 Mart 2020).

(2) ‘Devlet’ ya da eşdeğerlisi güçlere bağlanmanın ruhsal boyutlarına ilişkin, bkz. İrfan Aktan’ın, Mehmet Ali Ağaoğulları ile 16. yy. düşünürlerinden Etienne de La Boétie’nin Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev kitabına ilişkin söyleşisi (Gazete Duvar, 7 Mart 2020). Dileyen, oradan, Byung-Chul Han’ın Psikopolitika’sına (‘Neoliberalizm ve Yeni İktidar Teknikleri’, Metis Y., 2019) uzanabilir. 

(3) Konuyla ilgili makalem için, bkz. “Türklüğün dip akıntıları ve Türklük Sözleşmesi” (Birikim dergisi, Ocak-Şubat 2020, sayı 369-370).

(4) Suriye-Esatgiller, Müslüman Kardeşler, Kürt meselesi bağlamında söz konusu devamlılığa dair çok yerinde bir tespit için, bkz. “Film gibi bir Müslüman Kardeşler ve Suriye hikâyesi” (Behlül Özkan, Yetkin Report, 2 Mart 2020).

(5) “Türkiye bir cumhuriyet mi?” (23 Şubat 2020) ve “Uygulanmayan mahkeme kararları ve cumhuriyetçi anayasalcılık” (25 Şubat 2020).

(6) Mücahit Bilici’nin, “Kamusal alanın kökeni” (Taraf gazetesi, 24 Ocak 2005) yazısından esinlenerek. Ayrıca, bkz. “Kamusal alan, demokrasi, falan” (Gazete Duvrar, 7 Kasım 2016) ve “Tevhid, ruhban, kamusal alan ve demokrasi” (Varlık dergisi, Mayıs 2018) başlıklı yazılarım.

(7) Sermayenin, dinin, etnik kimliklerin, patriarkanın, yaşama tercihlerinin kıskacında olmamak.

(8) “Modernlik, Sonrası ve Sol Melankoli”, “Sol Yolculuğun Yas ve Melankoli Bağlamında Sorgulanışı”, “Sol Melankoli Kime Ne Söyler?” (Varlık dergisi, Temmuz-Ağustos-Eylül 2017) ve ayrıca, bkz. Solun Melankolisi/ ‘Marksizm, Tarih ve Bellek’, Enzo Traverso, çev. Elif Ersavcı, İletişim Y., 2018.

(9) Bkz. Komünist Hipotez (L’Hypothese Communiste, 2009 )/ Alain Badiou, çev. Oylum Bülbül, EncorE Y., 2011. 

(10) Siyasal modernliğin yeni bir “evrensellik” kavramı olarak sahiplendiği “eşit hak” ve onun merkezinde yer alan “insan-yurttaş” ve “özgürlük-eşitlik” bağıntıları ve meselemize dair diğer boyutlar için, bkz. Etienne Balibar’ın, Eşitliközgürlük/ ‘Siyasal Denemeler, 1989-2009’ kitabı (Metis Y., 2016).