Yaşlılık üzerine efsaneler ve gerçekler

Günümüzde yaşam kalitesi düşük olmasına rağmen insanlar en ileri yaşlara (100 yaş ve üzeri) erişilebiliyor. Dolayısıyla yaşam süresinin uzaması bir taraftan olumlu bir gelişmedir, ama bundan hareket ederek yaşam kalitesinin herkes için yükseldiği sonucuna varmak doğru bir çıkarım değildir.

Google Haberlere Abone ol

İsmail Tufan*

Sadece sağlıklı kişilerin uzun bir yaşam sürdürebileceği doğru mu? Genel kanıya göre genlerin yaşlılıkta etkisinin azaldığı görüşüne ne dersiniz? Cevaplayacağımız üçüncü soru tıbbi ve toplumsal gelişmelerin bir taraftan yaşam süresini uzatırken, diğer taraftan bakıma muhtaçlık süresinin de uzadığıdır. Bütün bunlar gerçek midir, yoksa birileri kafadan mı uyduruyor?

Yaşlılık hakkında ne kadar az bilgi varsa, o kadar çok efsane ortaya çıkmaktadır. Gerontoloji bir taraftan yaşlanma ve yaşlılığı araştırmakla, diğer taraftan bu efsanelerle mücadele etmekle meşgul oluyor. Türkiye’de yaşlılık üzerine ampirik bilgi bolluğundan gerçekten söz edemiyoruz. Bu yüzden yaşlılık efsanelerinin sayısal artışını dikkate alarak önlemlere başvurmak yerinde bir davranış olacaktır. Bundan bağımsız olarak yukarıdaki sorulara bilimin verdiği cevaplara kısaca bakalım.

Danimarka’da gerçekleştirilen bir araştırmada (Andersen-Ramsberg ve diğerleri 2001) 100 yaşındaki 276 kişiden 207’si incelenmiştir. Bunların yüzde 75’i kadındır. yüzde 33’ü evde, yüzde 13’ü hizmetli evde ve yüzde 54’ü bakımevinde yaşamaktadır. Bu kişilerde en sık görülen kronik hastalıklar şunlardır: Yüzde 60’ında inkontinans, yüzde 54’ünde büyük eklem artrozu, yüzde 52’sinde yüksek tansiyon (140/90’nın üzerinde), yüzde 51’inde demans, yüzde 32’sinde kalp yetmezliği, erkeklerin yüzde 33’ünde prostat hastalığı vardır. Yüzde 60’ı öldürücü bir hastalık atlatmıştır. Yüzde 41’i bağımsızdır, yüzde 24’ü yardıma muhtaçtır, yüzde 35’i günlük yaşam aktivitelerinde tam bağımlıdır ve yüzde 12’si günlük yaşam aktivitelerinde bağımsızdır. Hastaneye yatma sıklığı 82 yaşından 99 yaşına kadar sürekli artmaktadır. Bulgulardan 100 yaşına erişmek için sağlığın temel koşul olamayacağı anlaşılmaktadır. Aksine ağır kronik hasta olarak da uzun bir yaşam mümkündür.

Yaşlılıkta genlerin etkisinin azaldığı veya ortadan kalktığı görüşünün gerçeği yansıtmadığını gösteren bulgulara erişilmiştir (Terry ve diğerleri 2003, Cawthon ve diğerleri 2004). Araştırmalar 100 yaşındaki kişilerin çocuklarının daha ender hastalandığını ve çok daha ileri yaşlarda kalp-dolaşım hastalıklarına ve diyabete yakalandıklarını göstermiştir. Anne veya babası 90 yaşını aşan kadınların ölüm riskinin ebeveyninden birisinin bu yaşa erişemediği kadınlara göre 0,83’e ve kalp hastalığından ölüm riskinin 0,76’ya gerilediği belirlenmiştir.

Uzun yaşamın aynı zamanda uzun bir engellilik veya bakıma muhtaçlık ile bağlantılı olduğu iddiasının da gerçek olmadığı anlaşılmıştır. İsviçre’de 1982-1999 yılları arasında 65 yaşındaki kişilerin yaşam beklentisinin 2 yıl uzadığı, buna karşın bakıma muhtaçlık süresinin 0,5 yıl kısaldığı belirlenmiştir (Höpflinger, Hugentobler 2003).

Bu bulgular Türkiye’de toplumsal yaşlanmayla ilgili alarm sirenlerini harekete geçirmenin anlamsız olduğunu mu göstermektedir? Buna kesinlikle “hayır” diyebiliriz. Aksine yaşlanma süreçlerine müdahale olanaklarımızı çoğaltmanın yollarını aramalıyız. Çünkü Türkiye’de ileri yaşlarda, özellikle 80 yaşından sonra bakıma muhtaçlık ve kronik hastalık en önemli sorunlara dönüşmektedir (Tufan 2007). Türkiye’de 80-84 yaş grubunun yaklaşık yüzde 28’i ve 85 yaş ve üzeri nüfusun yüzde 40’tan fazlası günlük yaşam aktivitelerinde tam bağımlıdır (Tufan 2016, s.28). Verdiğim örneklerden anlaşıldığı gibi uzun bir yaşama hasta ve bakıma muhtaç olarak da erişme şansımız vardır. Yaşam süresi Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verdiği bilgilere göre uzamaktadır.

Günümüzde yaşam kalitesi düşük olmasına rağmen insanlar en ileri yaşlara (100 yaş ve üzeri) erişilebiliyor. Dolayısıyla yaşam süresinin uzaması bir taraftan olumlu bir gelişmedir, ama bundan hareket ederek yaşam kalitesinin herkes için yükseldiği sonucuna varmak doğru bir çıkarım değildir. Türkiye’de en hızlı 80 yaş ve üzeri nüfus çoğalmaktadır. Ama 80 yaş ve üzeri kişilerden meydana gelen yaş grubu aynı zamanda en yoksul kişilerden oluşmaktadır (Tufan 2007). Dolayısıyla objektif yaşam kalitesi çok düşük olmasına rağmen önümüzdeki yıllarda nüfusumuzun önemli bir bölümünü ileri yaşlılar meydana getirecektir. Bu yüzden başarılı yaşlanmayı hedefleyen tüm sosyal politika ve destekleyici hizmetlerde gerontolojik perspektifi odak noktaya koymamız gerekiyor (Tufan 2016, s.37).

Yaşlılık ve dışlanma arasındaki bağlantıları koparan, yaşlılığı toplumdan soyutlanmanın bahanesi olmaktan kurtaran sosyal politikaların hem yaşlanan toplumu hem de sosyal devleti göz önüne alması ülkemiz ve insanımız için hayırlı ve faydalı bir hedef olarak kabul edilirse, bu hedefe ulaşmanın yolu da muhakkak gerontolojiden geçmek zorundadır. Yaşlılar hakkında önyargılarla dolu, gerontolojiden bahsedilmeyen hiçbir raporun ülkemizin bilim, iş dünyasına sivil topluma ve kamuya ve yaşlısına bir faydası olmayacaktır.

* Prof. Dr., Akdeniz Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Gerontoloji Bölümü