Türkiye bir cumhuriyet mi?

Bizzat devlet başkanının yetkili makamlara “yeri geldiği zaman koyun mevzuatı bir kenara” telkinlerde bulunduğu, hâkim ve savcılık sınavlarından önce siyasi parti bürolarında listelemelerin yapıldığı, mahkeme kararlarının uygulanmadığı bir yerde yasalı yönetimden bahsedebilir miyiz?

Google Haberlere Abone ol

Tolga Şirin*

Birbirimizi, hele de geçmişi tam olarak anlayamıyoruz. Kuşkusuz, bunun başlıca nedenlerinden biri, sonsuz sayıda sözcük ve sonlu sayıda kuraldan oluşan bir değerler sistemi olarak dilin sınırlılığı. Dil, insanın kullanımına tâbi olan her şey gibi değişiyor, durmaksızın yenilenip başkalaşıyor. Bu konudaki bir araştırmanın bulgularına göre, geçtiğimiz bin yıl içinde neredeyse her beş sözcükten biri kaybolmuş, anlamını yitirmiş veya ses değişimine uğramış bulunuyor. Bunu doğrulayan bir diğer araştırmaya göre ise bugün diktatörlük, demokrasi, yurtseverlik, adalet ve anayasa gibi sözcükleri işittiğimizde, belleğimizde oluşan imgelem ile eski kuşakların bunlara verdikleri anlam arasında büyükçe bir farklılık var. Bu farklılık, aynı çağda fakat farklı koşullarda yaşayan insanlar arasında dahi -daha küçük ölçekte de olsa- geçerli. Yani kavramlar, bünyelerinde barındırdıkları çağrışımları, metaforik işlevleri ve içerikleriyle, insanlığın karşılaştığı toplumsal gelgitlere koşut bir serüvenin içindeler. Kavram tarihçileri, bu serüvenin izini sürmek ve özellikle, liberalizmin egemen bir ideoloji olarak içerik belirleme tekeline sahip olduğu kavramları böylesi bir sınamadan geçirmenin, “ormana değil ağaca baktıran” egemen kültür dairesinin sınırlarının dışına çıkmamıza ve bu yolla günümüz dünyasını daha iyi anlamamıza yardımcı olabileceğini söylüyorlar. Haklılar.

Buna iyi örneklerden biri cumhuriyet ve özgürlük kavram çifti. Antik zamanlarda epeyce yüklü olan ve birbirlerinden ayrılmaz bir bütünlük içindeki bu kavramların günümüzdeki anlamları değişmiş, hatta göreceli olarak hafiflemiş durumda. Örneğin etimolojik olarak res public yani kamuya ait olan anlamına gelen cumhuriyet, günümüz sosyal bilimcilerinin (özellikle de hukukçuların) çoğunun dilinde, devlet başkanının hanedanlık esasına göre belirlenmediği, yani monarşik olmayan bütün yönetimleri anlatacak kadar sası bir tat barındırıyor. Kavramın içi bir defa bu kadar boşalınca, ABD veya Rusya, İran veya Sudan, hatta Türkiye bile pekâlâ cumhuriyet sayılabiliyor. Köklü anayasa değişiklikleri gündeme geldiğinde “cumhuriyet tehlikede” diyecek olanlar, “ne yani hanedanlık yönetimi mi geliyor” denilerek alay konusu yapılabiliyor. Çünkü hâlihazırda yaygın düşünceye göre bir yönetimin cumhuriyet olarak nitelenmesi için devlet başkanının hanedandan gelmemesi -Kenan Evren örneğinde de görüldüğü gibi göstermelik bir seçimin yapılması dahi gerekmeden- yetip de artıyor. Hatta, Esad veya Kim-Jong aileleri örneklerinde görüldüğü üzere, de facto bir hanedanlık kurulmuş olduğunda bile, bu fiili durum açıkça kâğıt üzerine yazılmadıkça o ülkede hâlâ bir cumhuriyetin olduğu söylenebiliyor. Yani cumhuriyet, günümüzde çok boş bir sözcük. Kavramının içinin bu denli boşaltılması veya daha net söylemek gerekirse fosilleştirilmesi, kuşkusuz bize liberalizmin bir armağanı.

Özgürlük konusunda da durum farksız. Thomas Hobbes, Jeremy Bentham gibi filozoflardan gelip Isaiah Berlin ve Frederich A. Hayek gibi düşünürlere kadar uzanan felsefi miras uyarınca özgürlük, sadece “müdahale yokluğu” gibi negatif ve dar bir anlam çerçevesinin içine sıkıştırılmaya çalışılıyor. Devlet ne kadar azsa, özgürlüğün o denli çoğalacağına dayanan bu hesaba göre, bir bireye müdahale edilmedikçe o bireyin özgür olduğunu varsaymamız gerekiyor. Tanım bu olunca, örneğin bir bildiriye imza attığı için yargı kararı olmaksızın mesleğinden çıkarılan bir akademisyen, akademik olarak özgür sayılmazken; aynı bildiriye imza atsın veya atmasın mesleğinden henüz çıkarılmamış diğer bir akademisyen, bu bağlamda şeklen de olsa özgür addedilebiliyor. Yine bu yaklaşım uyarınca, örneğin Gezi Parkı eylemlerine katılan bir yurttaş müebbet hapis cezasıyla yargılanıp aylarca keyfî şekilde tutuklandığında onun özgürlüğüne müdahale ediliyor fakat aynı eyleme katılan ama hakkında henüz dava açılmamış yüzbinlerce kişinin özgürlüğüne sözüm ona dokunulmadığı düşünülebiliyor. Özellikle muktedir olanları hoşnut eden böylesi varsayımlara hâkim paradigma fazlasıyla izin veriyor.

Günümüzde egemen durumda olan bu varsayımlar, bir Atinalı veya Romalı için asla anlaşılır olmazdı. Antik zamanlarda cumhuriyet, kişisel çıkarlardan ziyade sosyal yönden ortak iyiye uygun hareket etme sorumluluğunu, yani kamusallık bilincini taşıyan yurttaşların politik katılımına dayanan; liyakatin ödüllendirilip yozlaşmanın dışlandığı, bu temelde keyfîlikten uzak, yasalı ve dengeli yönetim anlamına geliyordu. Özgürlük kavramı da söz konusu cumhuriyetçi bağlamda, günümüzün liberal anlamından oldukça farklıydı. Bugünkü özgürlük anlayışımız, kamusal alan-özel alan ikiliğine dayanıyor ve birincisinde sınırlılık ve zarar ilkesi (başkasının özgürlüğünün başladığı yerde sona erme) esasken; ikincisinde bireysel özerklik ve buna bağlı olarak geniş bir saygı ilkesinin geçerli olduğu varsayılıyor. Oysa Antik Atina’da durum bunun tersiydi. Sitenin (o zaman için salt erkek) yurttaşları, hane içinde iş bölümüne bağlı olarak birtakım kısıtlara tâbiyken kamusal hayata çıktıklarında gerçek anlamda özgürlüğü deneyimlemeye başlıyorlardı. Zira özgürlük salt bireyci ve negatif bir anlam taşımıyor, aksine, kendi kendini yöneten kamusal bütünün bir parçası olmak, yani sürekli işleyen toplumsal karar süreçlerine katılmak şeklinde aktif bir anlam buluyordu. Başka bir deyişle özgürlük, kişinin kendisini sosyal bir varlık olarak var eden kamusal yaşama dair kararlara etki edebildiği ölçüde yaşanabilen bir şey olarak görülüyordu. Böyle bir katılımın olmadığı yerde ne cumhuriyetten ne de özgürlükten bahsedilebilirdi.

Birçok yönden benzer nitelikteki Roma’da da özgürlük sadece “müdahale yokluğu” anlamına gelmiyor, bundan daha geniş bir spektrumu imleyen “tahakküm yokluğu” mânâsını da taşıyordu. Bir kişinin veya grubun bir başkasının iradesinin üzerine ipotek koyması anlamında tahakküm, efendi-köle ilişkisini anlatıyordu. Bu ilişkide köle, bazen kişisel tercihlerde bulunur gibi görünse de üzerinde sürekli bir kontrol olduğu için tam bir tercih serbestisine sahip değildi. Öznel iradesini pratiğe aktarması, efendisinin keyfî değerlendirmesine açıktı. Köle, efendisi müdahale etmediği sürece bugünkü anlamda “serbest” bir hayat sürerdi ama öyle veya böyle, bir efendisi olduğu müddetçe tahakküm altındaydı. Bu nedenle de son tahlilde özgür değildi.

Cumhuriyetçilik (Ayrıntı Yay., 1998) kitabında, günümüzde kapitalist tahakküme karşı çıkan sosyalistlerin, patriarkal tahakküme karşı çıkan feministlerin ve hatta antroposen tahakküme karşı çıkan ekolojistlerin cumhuriyetçi özgürlük dilini kullandığını ama bu dilin hâkim liberal söyleme nazaran tâli kaldığını tespit eden Philip Pettit, özgürlük sorununu ele alırken merceği büyütmemizi ve sınıfsal, kültürel veya cinsel yönden egemen olana boyun eğmek zorunda olmayan, toplumsal olarak başkalarına (örn. çıkar ağlarına, cemaatlere) tâbi kılınmayan ve kimsenin kimsenin ipoteği altına girmediği bir ideali akılda tutmamızı önerir. Kavram tarihçisi Quentin Skinner de Liberalizmden Önce Özgürlük (Islık Yay., 2018) kitabında benzer bir yaklaşımla cumhuriyetçi geleneğin özgürlük düşüncesini modern dönemlere da uyarlamayı tavsiye eder.

Bu önerileri not edip akılda tutarak, şimdi Türkiye’ye dönelim ve Roma ve Atina perspektifinden bakarak bazı soruları soralım: Bizzat devlet başkanının yetkili makamlara “yeri geldiği zaman koyun mevzuatı bir kenara” telkinlerde bulunduğu, hâkim ve savcılık sınavlarından önce siyasi parti bürolarında listelemelerin yapıldığı, mahkeme kararlarının uygulanmadığı bir yerde yasalı yönetimden bahsedebilir miyiz? Politikanın, kamu kaynaklarını yağmalama ve bal tutup parmak yalama faaliyeti olarak görüldüğü, kolektif eylemden ziyade bencil ve eşitsiz rekabetin geçerli olduğu, kamusal statülere gelmede liyakate nazaran lidere sadakatin esas alındığı bir ortamda erdemin veya ortak iyinin sözünü edebilir miyiz? Demokrasi, dört-beş yılda bir artistokratik temsilcilerin seçilmesi için sandığa gitmeye indirgenmiş; ifade, toplanma ve örgütlenme gibi başlıca özgürlükler dahi rafa kaldırılmışsa orada politik katılımın asgari koşulları var mıdır? Kamusal kararların yasayla değil, tekil kararlarla belirlendiği yerde dengeden bahsedebilir miyiz? Toplumsal hayat, sermaye, din ve cinsiyetçiliğin kıskacına girmiş; yanaşmacılık, itaat ve sadaka kültürü neredeyse bütün ilişki biçimlerine sirayet etmişse orada gerçek anlamda bir kamu söz konusu olur mu? Eğer bu sorulara olumlu yanıt veremiyorsak, ki ben veremiyorum, Türkiye’yi hâlâ kavramın öz anlamıyla bir cumhuriyet sayabilir miyiz?

Özgürlüğe gelince; tüm yurttaşların iradesinin, kararname rejimi, yargısal tacizler ve sistemli hâle gelen kliyentalist ilişki ağları uyarınca ipotek altında olduğu bir düzen keyfîlik düzeni değil midir? Bir kişinin öğlen beraat edip akşam yeniden gözaltına alındığı bir yerde sorun artık o kişinin değil, toplumun özgür olup olmadığı meselesidir. Zira tek kişi özelinde görünür olan müdahale, nesnel bir tahakküm düzeninin habercisidir. Başka bir deyişle henüz haklarına “müdahale” edilmemiş olanlar bu “tahakküm”den vareste değildir; tahakkümün olduğu yerde de sözcüğün cumhuriyetçi anlamıyla artık hiçbir yurttaş özgür değildir.

*Doç. Dr., Anayasa Hukuku