'O Ses'le sözlenmek

Demek, ayrımcılık, hiyerarşi ve tahakkümler üzerinden kurulu (hegemonyayı inşa eden) ‘sözleşmeler’ karşısında (ve hayatta) iki temel yol vardır; ‘haysiyet/lilik’ (öteki ile ilişkide eşitlik, haktanırlık ve hakşinaslık ilkesine dayalı olan) ya da ‘sözleşme’lerin çatısı altında toplanan kalabalığa katılma (‘aidiyet, biat, tabi olma’ kültürü).

Google Haberlere Abone ol

Halûk Sunat

Bu ikincisi herhalde, O Ses Türkiye, Kürtlük-Türklük meselesinin mihengi oluyor. 2016’ydı, hatırladığım, Aralık ayı. Dodan adlı (Dodan Özer) bir Kürt genç adam, ‘Türkiye’nin o sesi’ne kendi sesini katmış, lakin, sesi, Kürt olduğunu bile söylemeye yetmemiş, adını söylerken dahi Kürtçeden söz etmekten kaçınmıştı. “Dünde kalan zaman”ken o güzelim adının anlamı, yüksek ve iri koltuklarında sırtlarını dönerek kendisini dinleyenlerin iltifatına boynunu bükmüş, sahnedeki adamın adının hangi dilden olduğunu sorma gafletine düşmemeye özen gösteren o sözde mültefitlerin adındaki şifreyi çözmelerine razı olmuştu; “doğudan” (o taraftan yani) gelmeliğin karışlığı olmalıydı adı: “Do(ğu)dan”! Dahası, Kürtçe albümleriyle repertuvarının hemen tamamının Kürtçe olduğunu da söyleyememiş, “Biraz münzevi, biraz mütevazı yaşayan bir adam olduğum için çok fazla şey olamadık” diyerek yirmi iki yıllık çalışmasını yersiz bir tevazuyla öksüzleştirmişti de.

O vakit yazdığım yazıda yaşadığım kırıklığı şöyle ifade etmiştim: “Eğer bir sanatçı, —Dodan Özer gibi bir sanatçı, diyelim— yaratıcı heyecan, heves ve çabası ile yürüdüğü onca yolu, ‘Türkiye’nin ‘o’ sesi olmak üzere harcıâlem müzik aristokrasisinin (‘müzikal meritokrasi’!) eleğinden geçirmeyi, yaratıcı heves ve heyecanının taşıyıcısı kendilik değerlerini (dili, dişi, soykütüğü ile) oracıkta bırakmayı göze almışsa, elbet, hayal kırıklığı yaratır. Kırıklık, muhayyel yol arkadaşlarında yarattığı hayal kırıklığıdır; en çok da onlar kırılır” (1-2)

Son kırıklığı da geçenlerde yaşadık. On iki yıldır sahnede olan ve O Ses Türkiye’de “Keklik Gibi” isimli şarkıyı seslendiren (seslendirmiş olduğunu öğrendiğim) Mardinli Hayri Kasaç’ın hikâyesi düştü internete. Mardin’den gelen Kasaç, kendisini destekleyen herkesi “güneşin doğuşundaki sıcaklıkla” kucaklıyor, bir kelime bile Türkçe bilmediği için şarkılarından hiçbir şey anlamayan (o sırada mı, bir, “Heh!” sesi) annesinin sitemini (“Oğlum niye hiç Kürtçe şarkı okumuyorsun!?”) Acun Ağbi’siyle paylaşıyor, ağbisinin izni varsa annesinin bebekken kulağına fısıldadığı ninniyi (“Lorî, lorî…”), fazla uzatmadan (“küçücük, mini minnacık, yirmi saniyecik kadar” —o sırada baş ve işaret parmakları arasındaki minik mesafe ile sabra emanet edilecek süreyi de temsilen göstererek) annesine gönderip gönlünü almak istiyordu. Bereket, 2011 yılında, “Bizim programımız eğlence odaklı ve birçok tartışma konusu olan şeyden uzak kalması gerekiyor,” diyerek —eğlence odağını şaşmamak, işin tadını kaçırmamak üzere— Kürtçenin münhasıran yasak oluşunu izah eden programın yapımcı ve sunucusu Acun Ağbi bu kez insafa geliyor (“Tabii, tabii… tamam, tamam!”) ve Mardinli Kasaç ninnisini (müsaade için tükettiği süreden daha kısa bir süreye sığdırarak) annesine gönderiyordu. Ninni anneye doğru yol alırken alkış yükseliyor, ‘bu işin sonu neye varacak’ tedirginliği ile olmalı elleri yüz hizasında kenetli Hadise Hanım ekranda görünüyor, alkışlarla ninnisi sonlanan (ve cesaretlenen) Hayri kardeşimiz, “Türkiye halklarına özel selam” gönderirken orada olmasını mümkün kılan herkesi ve ama bilhassa Murat Ağbi’sini (“Seni çok seviyorum, bunu bil!”), beşuş çehresiyle hazırundan (hani şu, Ayşe öğretmen hikâyesinin kötücül kahramanı) Beyaz Ağbi’sini (“Seni de çok seviyorum!”), Hadise ve Seda hanımları muhabbetle son kez selamlayıp “kalan arkadaşlar”a başarılar dileyerek —tutturduğu yolda yürüyeceği vaadiyle— sahneden ayrılıyordu.

Dodan’ın, kendisini bir sanatçı olarak var eden anadilini ‘o’ sesin sahnesinde öksüz bırakışı; Kasaç’ın, hayata gözünü açtığında kulağına ilk gelen müziği dillendirmiş olan annesi ve anadiliyle bir küçük ninnicik üzerinden helalleşip yoluna devam eder oluşu, hayal kırıklığı yaşattığı kadar, hüzünlendiriyor da insanı. Kazanacakları maddi-manevi imkân ve imtiyazlar uğruna şu genç insanların Türklük Sözleşmesi’ne gönül indirişleri, sanatsal olduğu denli kendiliksel anlamda da kurucu olan değerlerinden vazgeçişleri, “anadili hakkı ve eşitlik” ilkesi (‘demokratik/siyasi mücadelemiz) adına hayal kırıcı olduğu kadar, insanın en doğal hakkı namına da onur kırıcı ve hüzünlendirici olmalı. Evet; hayal kırıklığı ve hüzün; biraz açalım.

*

Birikim dergisi, son sayısında (3), Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi/‘Oluşumu, İşleyişi ve Krizi’ (4) kitabı hakkında bir tartışma dosyası açtı. O dosyaya verdiğim, ‘Türklüğün dip akıntıları ve Türklük Sözleşmesi’ başlıklı yazımın (5) ‘Değerlendirme’ faslında öncesinde söylediklerimi “haysiyet/lilik” kavramı ile buluşturmuştum (6). Haysiyet/lilik, kişinin hesabını kendisine vermekle yükümlü olduğu değerler üzerinden kendisi ve hayatla kurduğu ilişki tarzının karşılığı olmalıydı bana göre (‘kendi olma’, ‘kendine yaslanma’, ‘varoluşsal özerklik’ yönelimi). Eşyanın tabiatı (ve tutarlılık) gereği, öteki ile ilişkisinde eşitlik, hakşinaslık, haktanırlık ilkesine bağlılıkla yürütülecek bir tür kendine sadakat. Dahası, ‘öteki —öteki ile ilişkisindeki sorumluluk kabulü— üzerinden kişinin kendi ile kurduğu ilişkinin karşılığı olduğu için, savunusu, gurur, kibir değil, kendindeki kamusallaşma yöneliminin de savunusu olmalıydı. “Türklük Sözleşmesi”ne tabiyetse (7), sözleşmeye bağlı kalanlara tarih boyunca kazandırdığı maddi-manevi imkân ve imtiyazların ötesinde, ‘kendi olma’ zahmetinden kurtulup (ya da, özgürce kendi olma yoluna çıkamamışlıkla yaşanan her ruhsal çatışma hâlinde) sığınılan bir savunu olmalıydı. “Türklük ideali” etrafında, —kendi olma hassasiyeti ile kalabalık dışında kalmayı seçenlere derin husumet ve nefretle— kurulmuş kalabalığın hararetine sığınma (s)avunusu.

Demek, ayrımcılık, hiyerarşi ve tahakkümler üzerinden kurulu (hegemonyayı inşa eden) ‘sözleşmeler’ karşısında (ve hayatta) iki temel yol vardır; ‘haysiyet/lilik’ (öteki ile ilişkide eşitlik, haktanırlık ve hakşinaslık ilkesine dayalı olan) ya da ‘sözleşme’lerin çatısı altında toplanan kalabalığa katılma (‘aidiyet, biat, tabi olma’ kültürü). Tekillikleri üzerinden mahkûm etmek değil, meseleyi açmamıza vesile olan somut örnekler oldukları için andığım Dodan ve Kasaç’ın, O Ses Türkiye zemininde, öncelikle, popüler-kültürel ve ikbal (pazarda istikbal) kaygıları ile görünür olmak ve ‘Sözleşme’nin sahiplerince takdir görmek niyetiyle yer aldıkları herhalde malumumuzdur (bkz. dipnot 2). Dodan’ın Türklükle karşılaşmasında göze aldığı köklerden kopuş (ya da, ‘Sözleşme’ye teveccüh) çok açıktır. Kasaç, söylediği Kürtçe ninnicikle sanki kendisine doğru bir küçük adım atmış gibiyse de, ‘annesinin gönlünü yapmak’ masumiyetine (çocuksuluğa/bebeksiliğe) sığınarak “Türklük Sözleşmesi” katından —küçücük bir zaman dilimince, yirmi saniyeliğine— dilinin bağışlanması için ricacı oluşu (az önce aktardığım sahneyi gözünüzde canlandırın), esasta, Dodan’la ortak kaygılar dünyasından seslendiğini gösterir bize —ki, ödülü de çatal-bıçak-tuzluk, vs. değil, alkışlar olmuştur. Ağbiye ram oluşuyla, hegemonyanın temsili olan ‘O Ses’ sahnesinde anadilini bebeksi dünyasına teslim ve terk ederek politik kaygılardan uzak tutuşuyla hak etmiştir o alkışları. Alkışlayanların, ait oldukları ‘Sözleşme’nin muhtemel ihlaline yönelik yaşadıkları tehdit algısı ve tedirginliğin boşa çıkışının yaşattığı coşku/rahatlama duygusunun karşılığıdır da o alkışlar (ve o ahvalde, “halkların kardeşliği”ne itibarla gönderdiği selamın, o kardeşliğin politik mücadelesini verenlerden alanı da olmamıştır herhalde).

*

Kıssadan hisse ile sözümü bağlarsam; maddi-manevi imkân ve imtiyazları ile hükümran sözleşmeye tabi olmak, gücün, muktedirin, iktidarın kalabalığına katılmanın yoludur; demokrasi, eşitlik, temel haklar, özgürlükler savunusu ve toplumsal barış mücadelesinden uzaklaşmak ya da mütehakkim muarızın yanında saf tutmanın karşılığıdır. Haysiyetlilikse, söz konusu değerlere dair kaygılarla, mağdurun ve madunların yanında olmanın, cesaret ve özveriyle demokrasi, eşitlik mücadelesine, hak ve onur savunusuna omuz vermenin karşılığı. Eklersem; Ünlü’nün andığı çalışmasına mahsus kıymeti kazandıran, kanımca, Türklük deryasında yüzerken deryadan bihaber olma hâlini görünür kılıyor olmasıydı. Belli karşılaşmalarla yaşadığı “kendine yabancılaşma”, deryanın bulanması (kendine dair bilginin kırılmaya uğraması), Ünlü’yü, “Beyazlık Çalışmaları” (8) üzerinden Türklüğünü (deryayı) fark edişe taşımış; “Beyazlık”la “Türklük” arasındaki örtüşümden hareketle ikisini de kuran ama adı konulmaksızın, kendiliğinden, öylesine işleyip ‘pratik’ varoluşsallığı belirleyen dip akıntılarını keşfetmişti. “Türklüğün negatif halleri” diye adlandırdığı, “görmeme, duymama, bilmeme, ilgilenmeme, duygulanmama” halleri ile de uç veren dip akıntılarını. Demek, haysiyetlilik hattında kalabilmek zahmetli iş; bilinç düzeyinde tarafını seçmiş olmak da yetmiyor, dip akıntılarınla sürekli yüzleşmek ve hesaplaşmayı göze alabilmek de gerekiyor (9).

(1) “Zanaat, sanat, ‘modern meritokrasi’ ve Hoşbeş”, Varlık dergisi, Mart 2017.

(2) Yazıda, sözü Komünist Manifesto’dan (1848), Marx’tan, Engels’ten, “o zamana dek … kutsal bir saygı ile karşılanan mesleklerin nişanelerini koparıp ata[an], [h]ekimi, hukukçuyu, papazı, ozanı, bilim adamını, hepsini, kendisinin ücretli hizmetlileri durumuna getir[en]” burjuvaziden almış; zanaatkârlık kendi işinin seçkini olmaksa, başkalarından üstün olmak üzere (başkalarının üstüne çıkarak) seçkinleşmek “meritokrasi”nin harcıdır diyen Richard Sennett’e (The Culture of the New Capitalism ‘Yeni Kapitalizmin Kültürü’, 2006) uzanmış ve zanaatkârlığın da ötesinde, ‘yaratıcı’ sanatçının verili olanla yetinmeyen özgürlükçü tavrına işaret etmiştim.

(3)  Sayı 369-370, Ocak-Şubat 2020.

(4) Dipnot Y., 2018.

(5) Bütün bir yazı, bir ‘tez’ olarak, ’Sözleşme’ ile ‘bilinçdışı’ münasebeti üzerinden kurulmuşsa da, her ne hikmetse, başlık, ’Türklüğün dip akımları ve…’ diye değiştirilmiştir.

(6)‘Haysiyet/lilik’ kavramı ile ilgili değinim, ‘Haysiyet Üzerine’ başlıklı (Gaye Boralıoğlu ve Ümit Kıvanç’ın, Haysiyet kitabına [Kıraathane Kitapları, Mart 2019] ilişkin kurduğum) tartışma metnimdendir (bkz. Varlık dergisi, Kasım 2019).

(7) ‘Tabiyet’ sözcüğünün de (‘a’ uzun), ‘tabiiyet’ olarak değiştirilmek gibi bir kaderi var her nasılsa.

(8)  ‘Beyazlar’ın beyazlık mürüvveti sürmek üzere kendilerini ‘özne’ olarak kurup konumlandırışlarının ve ’Siyahlar’ı siyahlıkları ile nesneleştirmeye (öteki kılmaya) dair ihtiyaçlarının karşılığıdır ‘Beyazlık’. Bir tavır olarak bilinç düzeyinde seçilmemiş olsa bile, bilinçdışı katta dip akıntıları tarzında mevcudiyetini sürdürebilir oluşuna dikkat çekilmektedir, ‘Beyazlık Çalışmaları’nda.

(9)  ‘Sözleşme’ler bahsinden iki yazım için bkz. ‘Bertolucci, Neruda, Eril Tahakküm ve ‘Erkeklik Sözleşmesi” (Gazete Duvar, 27 Aralık 2018) ve ‘Virginia Woolf, Pierre Bourdieu ve ‘Erkeklik Sözleşmesi’ ya da ‘Eril Tahakküm” (Varlık dergisi, Şubat 2019).