Akademisyeni ne teşvik eder?

Akademisyeni en çok özgür düşünce teşvik eder. Merakının peşinden koşabileceği, bilgiye kolayca ulaşıp o bilgiye katkı sunabileceği bir ortam teşvik eder. Yazdıkları ve yayınladıkları için yargılanmamak, idareciler tarafından fişlenmemek, baskı altına alınmamak, herhangi bir görüşü açıkladığı için suçlanmamak teşvik eder.

Google Haberlere Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ*

YÖK 2015 yılında akademik üretimi motive etmek ve daha üretken olan akademisyenleri ödüllendirmek amacıyla Akademik Teşvik Programı’nı başlattı. Buna göre akademisyenler her yıl katıldıkları etkinliklerden yaptıkları yayınlara, sahip oldukları patentlerden çalışmalarına verilen ödüllere, tamamladıkları projelerden yayınlarının aldığı atıflara kadar bir dizi göstergenin toplamı üzerinden değerlendirildiler ve buna göre akademik teşvik ödeneğinden yararlandılar. Ancak her zamanki gibi aceleye getirilmiş ve üzerinde fazla düşünülmemiş bu programın da faydadan çok zararı oldu.

Akademik teşvik düzenlemesindeki birinci sorun akademik etkinliklerin ölçümü ve değerlendirilmesidir. Mevcut puan sistemi bir bilgisayar oyunundan çıkmış gibi, ne kadar çok canavar öldürürseniz o kadar puan kazanıyorsunuz. Bazen arkadaşlarınız size yedek canlarını veriyor, ya da puan bağışlıyor. Akademide de aynen böyle oldu. İnsanlar birbirlerinin ismini projelerine eklediler, ortak çalışma yapmasalar da ortak yayın gibi sundular, birbirlerine atıf yapanlar oldu, puan toplayabilecekleri ne kadar alan varsa bunların hepsinde birbirlerini kollayarak bir puan ekonomisi yarattılar. Bu sorun sistemin tamamını etkileyen bir başka soruna, nitelik sorununa yol açtı. En azından sosyal bilimler alanında çok yazan, az ama nitelikli yazandan kıymetli oldu. Makale yazmak kitap yazmaktan daha etkin ve değerli görüldü. Bir projeciliktir aldı yürüdü, böyle olunca sosyal ve beşerî bilimler alanlarında çalışanlar patent alamadıkları ve de fen bilimlerine kıyasla daha az proje yapabildikleri için bu puantaj sistemi içinde iyice marjinalleştiler. Bu da akademik teşvik sisteminde üçüncü sorun yarattı. Fen bilimleri, mühendislik ve tıp alanında gerek yayın imkanlarının fazlalığı, üniversite sanayi işbirliğine dayalı proje alanlarının genişliği ve uygulamalı çalışmalar sonucu yenilikçi çıktıların somutluğu teşvik programının ağırlıklı olarak bu alanlara göre düzenlenmesine neden olurken, sosyal bilimlerin, beşeri bilimlerin ve örneğin edebiyat, felsefe gibi alanların giderek değersizleşmesine, bu alanlarda bir motivasyon kaybına neden oluyor.

Akademik teşvik sisteminin işleyişine dair aksaklıkların bir de dışsal etkileri var. Akademik teşvik sistemi bir puan piyasası yaratmış durumda. Yalnızca bu iş için çalışan yayınevleri, dergiler ve çeviri büroları sürekli olarak reklam yaparak müşteri çekmeye çalışıyor. Örneğin, “yayınlarımız 2020 akademik teşvik programına uygundur”, “çevirileriniz uluslararası yayın garantisiyle en kısa zamanda tamamlanır” gibi sloganlar her gün e-posta hesaplarımızı şenlendiriyor. Sonra bir de kongreler, konferanslar, sempozyumlar var; her şey dahil Balkanlar, Karadağ, Macaristan turlarında hem gezmiş hem tebliğ yapmış hem de teşvik için puan toplamış oluyorsunuz, bir taşla kaç kuş! Buralarda da sözde akademik etkinlikler “akademik teşvik için uygundur” ifadesiyle işinizi kolaylaştırmış oluyor. Uzunca bir zaman üniversiteler niteliğine bakmaksızın akademik personelin bu tür etkinliklere katılımını üniversite bütçesinden destekledi. Neyse ki son birkaç yıldır, desteklenecek etkinlik türlerinin niteliğine bakılmaya başlandı. Ancak buradaki kriterler nasıl ve neye göre belirleniyor, bu da bir başka tartışma konusu.

İkinci bir dışsal etki en çok üniversitelerdeki eğitim sürecinde kendini gösteriyor. Akademik teşvik almak için araştırma sürecine ağırlık verenler, artan iş yükü dolayısıyla üniversitenin eğitim ayağına daha az ağırlık veriyor. Ders içerikleri yenilenmiyor, dersler tam zamanlı ve etkin bir biçimde yapılmıyor. Örneğin öğrenciye zaman ayırmak, danışmanlık yapmak, sınav kâğıdı okumak başlı başına bir angarya olarak görülüyor, çünkü bütün bunların akademik teşvik ölçümünde hiçbir katkısı yok. Sanki bütün bu eğitim işleri akademisyenin işi değilmiş gibi, zorunlu olarak vermesi gerek ders saati yokmuş gibi yapılıyor.

AKADEMİK ÜRETİMİN DEĞERİ

Buraya kadar anlatılan akademik teşvik sisteminin akademik sonuçlarıyla ilgiliydi. Ama bunun ötesinde işin bir de emek boyutu var. Teşvik sistemi aslında bir prim sistemidir. Basit bir benzetmeyle anlatmak gerekirse, herhangi bir sektörde ama özellikle satış sektöründe çalışanlar en alt düzeyde bir sabit maaşın üstüne çalıştıkları kadar, yaptıkları satış ya da bağladıkları müşteri kadar prim alırlar. Bunun iki anlamı vardır. Birincisi her çalışana çalıştığı kadar ödeme yapmak, böylece onların daha fazla çalışmasını sağlamaktır. Bu nedenle en alt düzeydeki sabit maaşlar çoğu zaman çalışanın yaşam masraflarını karşılayamayacak düzeyde tutulur. İkincisi piyasada dalgalanmalar olduğunda, örneğin talep azaldığında ve çalışanlar eskisi kadar yüksek prim alamadığında, şirketler düşen karlılığın yükünü çalışanlara yıkmış olurlar.

Akademik personele prim sisteminin uygulanması güvencesizliği artırır. Bu yalnızca gelir güvencesizliği değildir. Teşvik programının üniversitelerdeki atama ve yükseltme süreçleriyle aynı kriterlere sahip olduğunu düşünülürse bu aynı zamanda iş güvencesinin de ortadan kalması demektir. Akademik üretim piyasadaki talep dalgalanmalarına tabi değildir, kümülatif bir biçimde inşa edilir. Bu inşa süreci her zaman aynı hızda ve yoğunlukta olmayabilir. İnsan öğrendikçe, birikimi arttıkça üretimi de artar. Ancak bilimsel üretim sürecini kapitalist üretim biçimine koşut tutmak, akademik değeri piyasa değeriyle ölçmek, akademisyene 'ne kadar makale o kadar para' demek ilerlemeci bir yaklaşım değildir. Akademik sistem hali hazırda bir değerler erozyonu yaşıyor. Nicelik nitelikten önce geliyor. Bir taraftan “Almanya’dan çok üniversite öğrencimiz var” diye övünülüyor, diğer taraftan “Herkes üniversite öğrencisi olmasın” deniyor. Sistem bir yapboz gibi, parçalar sürekli nereye uyacak diye yer değiştiriyor, deneniyor.

AKADEMİSYENİ NE TEŞVİK EDER?

Akademisyeni en çok özgür düşünce teşvik eder. Merakının peşinden koşabileceği, bilgiye kolayca ulaşıp o bilgiye katkı sunabileceği bir ortam teşvik eder. Yazdıkları ve yayınladıkları için yargılanmamak, idareciler tarafından fişlenmemek, baskı altına alınmamak, herhangi bir görüşü açıkladığı için suçlanmamak teşvik eder. Hâkim ideolojinin ve mevcut siyasi sistemin doğrulayıcısı olmak zorunda kalmadan, yalnızca bilimsel çerçeveye uygun ve bilimsel gerekçelerle üretmekle sorumlu olduğunu bilmek teşvik eder mesela. “Size profesör maaşı veriyoruz, ona göre…”, “arkadaşın olarak, senin iyiliğin için söylüyorum ama sen yine de sosyal medya kullanma” diyen idareciler teşvik etmez. Baskı ve korkuyla akademik işleyişi belli bir yöne sürüklemek, sonucu kaç puan ederse etsin, bilimsel değer üretmez.

İşin maddi boyutu konuşulacaksa eğer, bunu bireysel performansa dayalı bir kişisel gelir olarak tanımlamak yerine, bilimsel üretime imkân tanıyacak bir asgari müşterek olarak görmek bir bilim evreni yaratmak üzerinden düşünülmeli. Böylece bilim insanları da puan için birbirinin ismini yayınlarına, projelerine eklemek yerine, gerçekten işbirliği yaparak üretmeye yönelebilirler. Üniversite kaynaklarının, döner sermaye gelirlerinin bilimsel araştırmayı destekleyecek bir altyapı oluşturulması için kullanılması da bir akademik teşviktir. İstediğin kitabı satın almaktansa kütüphanede bulabilmek, fiziki altyapının çalışmaya elverişli olması, teknik donanımın bir mücadele vermeden sağlanması, bütün bu imkanların üniversitenin bahşettiği iyilikler değil bilimsel çalışmanın önkoşulu olarak görülmesi de bir teşviktir.

*Prof. Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü