Büyükada casusluk davası ya da Türkiye yargısı 'Harikalar Diyarı'nda

Yakından bakıldığında ve üzerinde yoğunlaşılan kurumlar ve figürlere dikkat gösterildiğinde Büyükada davası ve Gezi davasının hedefinin de insan hakları söylemi ve pratiğinin kriminalleştirilmesi çabası olduğu anlaşılmaktadır. Her iki davanın da insan hakları mücadelesinin gündelik pratikleri ve olağan söylemlerini konu edinmiş olması çok özel bir “yüzleşme” ile karşı karşıya olduğumuzu ortaya koymaktadır.

Google Haberlere Abone ol

Orhan Gazi Ertekin*

Türkiye yargısının “adli fantezi”ler tarihinin hiç şüphesiz ilk sıralarında yer alacağı şimdiden belli olan en azından Gezi-Kavala davası ile yarışacağı kesinlik kazanan “Büyükada casusluk davası”nın karar duruşması 19 Şubat 2020’de İstanbul 35'inci Ağır Ceza Mahkemesi'nde yapılacak. Dava ilk baskın anındaki “casusluk hikayesi”nden başlayarak iddianamedeki FETÖ, PKK ve DHKPC'den oluşan üç başlı canavarla tariflenen ilişkiye ve oradan da en son mütalaadaki “teröre yardım”a kadar ulaşan tenzilatlı gidişiyle oldukça ilginç bir seyir izlemiş, hukuk mantığı ile de “mahsus” bir ilgiye mazhar olmuştu. Soruşturma ve kovuşturmadaki adli fantezi iki boyutuyla oldukça belirgindi. Bunlardan birincisi iddia konusu suç fiilinin kendi kuyruğunu ısıracak bir biçimde kanıtlanması yöntemi ile alakalıydı. Öyle ki bizzat iddiayı ileri sürenin aynı suçlama biçiminden kendisini nasıl savunacağı merak konusudur. Adli fantezinin ikinci boyutu ise insan hakları hukuku ve söylemine ilişkin son yarım yüzyılda verilmiş ikinci en trajik tepkiyi içermesiydi. 1990'ların başında polis memurlarının sokağa çıkarak “Kahrolsun insan hakları” diye slogan attığını hatırlıyor musunuz? İşte tam bunu diyorum. Ama bu kez sloganı atan polis memurları da değil yargı mensupları. Daha açık anlatmamı ister misiniz? Şöyle buyurun:

'AYRIMIN ALTI DERECESİ' 

İddianamenin en temel sorunlarından birincisi “suç faili”nin herkesi içerecek; Türkiye’de ve hatta dünyadaki herkese sıçrayabilecek hatta iddianameyi yazan savcıyı da içine alma tehlikesi yaratacak bir “yersiz”lik ve “zamansız”lık içermesiydi. Öyle bir kanıtlama yöntemi vardı ki herhangi bir kişinin bu iddianamenin dışında kalması neredeyse mümkün değildi. Şunu diyorum: İddianame şüpheli-sanıkların başka davalarda yargılanan ve Bylock kayıtları bulunan kişiler ile telefon irtibatlarının bulunduğunu söylüyor ve bunu örgüt üyeliklerine delil olarak gösteriyordu. Örneğin sanık Özlem Dalkıran’ın daha önce başka bir davadan yargılanan İştar Gözaydın Hoca ile görüşmesi bir delil olarak ileri sürülebiliyor (Bu arada İştar Hoca'nın söz konusu davadan beraat ettiğini de bir köşeye not edelim.). Oysa eğer bu bir delil ise Türkiye'de bu suçlamadan kendisini kurtaracak hiç kimsenin bulunmadığı açıktır. Çünkü içinde bulunduğumuz sosyal ilişkiler ağı sosyal medyanın da etkisiyle en uzak kişiye ancak ve ancak iki kişi kadar uzak olduğumuz bir dönemdir. Dünyadaki en uzak kişiye altı kişi kadar uzak olduğumuz varsayımına dayalı “Ayrımın altı derecesi” (Six degrees of seperation) geldiğimiz aşamada ve çoğu durumda bir veya iki kişiye kadar inmiş haldedir. Bu sosyal gerçek Büyükada iddianamesinin dayandığı delilleri bakımından şu demektir: Türkiye'de neredeyse herkes örgüt üyesidir. Türkiye örneklemi bakımından bu en azından her iki kişiden birisi anlamına gelecektir. Fakat eğer yargı mensubuysanız iddianamenin bakışı göz önüne alındığında neredeyse yüzde yüze yakın bir durum ile karşı karşıya bulursunuz kendinizi. Daha açık konuşayım: İddianamenin kendi bakış açısından hareket ettiğimizde içinden 4 bin 500 terörist çıktığı söylenen Türkiye yargısında herhangi bir hakim ve savcının ya üst komşusundan ya adliyedeki oda komşusundan kurulacak bir bağlantı ile FETÖ terör örgütünün bir üyesi olarak telakki edilmemesi mümkün değildir. Oysa her iddianamenin birincil ve temel sorusu şudur: İddianamenin şüpheliler kısmına bizzat cumhuriyet savcısının ismini de eklememizi engelleyen şey nedir? Bir fantezi ile iddianameyi ayıran en temel soru budur. Savcıyı, hakimi bir şüpheliden ayıran şey nedir? Eğer bir dava bu iki şeyi birbirinden ayıramıyorsa oldukça ciddi bir hukuki sorun ile karşı karşıya olduğumuz sonucu çıkacaktır kaçınılmaz olarak. Hele bu kanıtlama düzenine bir de insan hakları aktivistlerinin bilinen gündelik ve alelade yapıp ettiklerinin Türkiye’nin hem de tüm terörist örgütleri ile olan bağlantılarını açığa çıkaracak heyecan verici bir sorgulama gibi sunulmaya çalışılmasını da eklerseniz davanın gerçeklikle ilişkisi üzerine yeterince izlenim edinmiş olursunuz kuşkusuz. Davanın bu boyutunu uzatmak gereksiz görünüyor. Şimdi ikinci noktaya geçelim.

'KAHROLSUN İNSAN HAKLARI' 

Davanın ikinci önemli boyutu ise Türkiye'de insan hakları hukukunun son yarım yüzyıllık hikayesindeki ikinci büyük trajik tepkiye tekabül etmiş olmasıdır. İki dava bu yönden oldukça belirgin biçimde öne çıkmaktadır. Bunlardan birincisi Büyükada davası ise ikincisi “Gezi-Kavala davası”dır. Yakından bakıldığında ve üzerinde yoğunlaşılan kurumlar ve figürlere dikkat gösterildiğinde her ikisinin hedefinin de insan hakları söylemi ve pratiğinin kriminalleştirilmesi çabası olduğu anlaşılmaktadır. Her iki davanın da insan hakları mücadelesinin gündelik pratikleri ve olağan söylemlerini konu edinmiş olması çok özel bir “yüzleşme” ile karşı karşıya olduğumuzu ortaya koymaktadır. Burada dikkat çekici olan insan hakları mücadelesinde yer alan insanların kriminal eylemlerinin açığa çıkarılması değildir. Bizzat “insan hakları” ile açıktan yürütülen bir “yüzleşmeye” dönüşmüş olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye 15 Temmuz sonrası birdenbire 1990'lardaki CMUK değişikliği sonrası sokağa çıkıp “Kahrolsun insan hakları” diye slogan atan polis memurlarının zihin dünyasına sıçramıştır. Her iki dava da bu kez yargı görevlileri “kahrolsun insan hakları” sloganı atmaktadırlar. İnsan hakları kurumları, eylemleri ve söylemlerinin eleştirisi ile bu kurumların sıradan ve basit birer “nefret nesnesi” haline gelmesi arasındaki farktır burada asıl ürkütücü olan...

Şimdi bütün bu gelişmelerden bugüne geldiğimizde Türkiye yargısı tarihinin en özel bölümlerinin yazılacağı bir haftaya girdiğimizi söyleyebiliriz. Gezi Davası 18 Şubat günü, Büyükada davası ise bir gün sonra 19 Şubat'ta görülecek. 21 Şubat'ta ise Mutlu Öztürk Hoca ve arkadaşlarının duruşması var. Tarihten öğrendiğimiz şu: Türkiye yargısı, dünya yargılamalar tarihine en özel davaları ekleyen bir yargı aygıtına ve geleneğine sahiptir. Bunu pek iyi biliyoruz. Kafka'ya bile dava açılabilmişti 1990'larda bu ülkede. Sanık taburelerinin ön, orta ve arka sıralarında oturulmasına göre cezalandırma kararları bile verilmişti İstiklal Mahkemeleri'nde. Bunu da biliyoruz. Şaşırmamak Türkiye yargısı karşısındaki bir olağan tepki ise eğer her gün yeniden ve yeniden şaşırmamızı sağlayabilen bir yargı geleneğine sahip olmak iç karartıcı. Fakat, tarihten her yargı trajedisinin kısa bir zaman içinde komedi haline geldiğini de pek iyi biliyoruz. İşte belki de bu ülkeyi ve bu yargıyı umuda ve yeni ve adil bir Türkiye'ye götürecek olan şey de budur... En karanlık senaryolar bile kendi gücünü tüketiyor, kendisini gülünçleştiriyor, umutlar bile yeşerebiliyor. Öyleyse içine girdiğimiz hafta Türkiye yargısının gülünç davalar tarihinin yenilenmediği adil bir dünyaya doğru ilk haftası olsun...

*Demokrat Yargı Eşbaşkanı