Thüringen faşist kumpası, Alman siyaseti ve belirsizlik sendromu

Thüringen kumpası geri dönülemeyecek şekilde Alman siyasetinde dengeleri değiştirdi. AB’nin en güçlü ekonomisinde, politikanın güçlü bir türbülansa ya da diğer bir deyişle fetret devrine girdiği görülüyor. Sol politika yoksunluğunda, faşistler ile neoliberallerin “savaş mizanseni”ni izletiyorlar bize.

Google Haberlere Abone ol

Özgür Çoban*

Almanya’nın Thüringen eyaleti parlamentosunda, neofaşistler ve liberallerin, Sol Parti’yi (Die Linke) devre dışı bırakarak, yönetime el koymak amacıyla hazırladıkları ancak yoğun toplumsal tepkilerin ardından gösterime giremeyen faşist tiyatronun yarattığı depremin etkileri sürüyor.

Bu bağlamda, faşist kumpasa alet olan muhafazakâr Hristiyan Demokrat Birlik’te (CDU), Angela Merkel’in ardından liderlik koltuğuna oturan Savunma Bakanı Annegret Kramp-Karrenbauer’ın istifa edeceğine dair medyaya yansıyan haberler epeyce önemliydi. Çünkü Karrenbauer, faşist skandalla birlikte siyasi otoritelerce, “partisinin teşkilatlarına hâkim olamamak ve öngörüsüzlükle” suçlanmıştı. Eleştirilerde oldukça yüksek bir haklılık payı olduğunu kabul etmek gerekiyor. CDU’nun Thüringen örgütünü yöneten Mike Mohring, sonuç itibarıyla bile isteye, genel merkezin uyarılarına rağmen faşist Almanya için Alternatif’in (AfD) siyasi ahlâksızlığına ortak oldu.

Faşist parti ve işbirlikçisi liberal Hür Demokrat Parti’de (FDP) neler oluyor peki? Faşistler, Alman siyasetinde neden oldukları tektonik hareketlerin sonuçlarını büyük bir keyifle izliyorlar. Faşist politikacıların tümü, “Herkes gördü, biz olmadan adım atılamaz” havasında. Liberal partide ise skandala ilişkin, “Ne olmuş ki? Merkez sağ birleşti işte” mealinde bir açıklama yapan, ancak partisinin oyları bir anda 5 puan düşünce yeniden sert bir antifaşist kesilen Christian Lindner, partinin yetkili kurulları tarafından “liderliğe devam” payesiyle ödüllendirildi.

Alman siyaseti söz konusu politik darbenin ardından bir türlü toparlanamıyor. Nazi rejiminin sona ermesiyle birlikte üzerinde mutabakata varılan, “faşistlerle asla işbirliği yapılmayacak” ilkesinin yerle bir olmasıyla özellikle merkez siyaset ve toplum arasındaki dengeyi kuran parametrelerin değişmeye başladığı bir döneme giriliyor. Siyaset, gelişen yeni duruma uyum sağlayamıyor ve bir tıkanmış vaziyette. Psikolojideki adıyla “Belirsizlik sendromu” yani ne yapacağını bilememe hali. Şimdi bunun üzerine CDU liderinin istifa haberi, Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) yeni eş genel başkanları Saskia Esken ve Norbert Walter-Borjans’ın devamlı olarak koalisyonu dağıtmaktan bahsetmesi de eklenince politikaya tam anlamıyla bir kaos halinin egemen olduğunu söyleyebiliriz.

DEMOKRASİNİN KİMYASI DEĞİŞİYOR 

Peki bu sırada Alman solu ne yapıyor? Kendilerine acımayı bırakıp, ivmelenmelerine yardımcı olacak dinamikleri geliştirebildiler mi? Bu soruya tam olarak “evet” yanıtı veremeyeceğim. Bana göre solun ilk etapta kendisini her ikisi de kapitalizm ürünü olan “gerici popülizm” ve “neoliberalizm” sarmalından soyutlaması gerekiyor. Sol iktidar yürüyüşünü başlatacak ve bu hareketi halka “üçüncü yol” olarak demonstre edecek bir program ile ortaya çıkma ihtiyacı var. Bu, Avrupa solunun tarihsel sorumluluğu. Sol için, “Aman faşistler gelmesin, biz neoliberal politikalara ‘evet’ diyelim” zihinsel yılgınlığı sınırına dayandı.

Liberalizm, tarihteki örnekleriyle de sabittir, yükselen sola karşı daima faşizmin yanında saf tutar. Antifaşist düşünürler tarafından, “Özgürlük söylemi arkasına saklanmış faşizm” olarak da tanımlanan liberalizmden, faşizme bariyer oluşturmasını beklemek en hafif tabirle saflık olur. Öyle çok uzaklara gitmeye gerek yok bakınız: Thüringen seçimleri. Son dönemde dağılan neoliberal sistemin boşalttığı alanı post-faşizmin dolduruyor olması öyle konjonktürel falan değil mecrasında akan bir süreç. Görülüyor ki aşırı sağ Avrupa’da sadece politik alışkanlıkları değil bizzat demokrasilerin kimyasını da değiştiriyor. Avrupa solunun yaşadığı ataletin elbette sonuçları olacak. En önemlisi, işçi sınıfı ile sol hareketler arasındaki bağ zayıflamaya devam edecek ve emekçiler faşist kanadın tuzaklarına açık hale gelecek. Buna, sosyal demokratların neoliberalizm ile devam eden çarpık ilişkilerinin neden olduğu zaten biliniyor.

NEOLİBERALİZM PANZEHİR OLAMAZ 

Thüringen’de yaşananlar esasında yeni bir melez sağ politik anlayışın doğuşunu göstermesi açısından da önemli. Yani merkez sağ ve neofaşist karması bir anlayıştan söz ediyorum. Evet, yeni faşistler 2. Dünya Savaşı’nın ardından ideolojilerini ve üsluplarını restore ettiler ve İtalyan Tarihçi Enzo Traverso’nun ifadesiyle “güçlendikleri ülkelerde genel hatlarıyla demokratik ve cumhuriyetçi bir retorik benimsiyorlar” ama yine de politik dizilişin sıradan ve normal birer katılımcısı olmadıkları açık şekilde ortada. Biz yeni faşizmi tanımlarken, işte tam da bu nedenle klasik faşizmden soyutlamıyoruz. Çünkü ideolojik binalarının temelinde özü itibarıyla klasik faşist harcın bulunduğunu biliyoruz. Ayrıca bu melez sağın, demokrasiler için çok zehirli karşım olduğu ortada. Çünkü yönetim erki ile donandığında otoriter bir çizgiye düşebilir ya da tamamen faşizme angaje olabilir.

Thüringen kumpası geri dönülemeyecek şekilde Alman siyasetinde dengeleri değiştirdi. AB’nin en güçlü ekonomisinde, politikanın güçlü bir türbülansa ya da diğer bir deyişle fetret devrine girdiği görülüyor. Sol politika yoksunluğunda, faşistler ile neoliberallerin “savaş mizanseni”ni izletiyorlar bize.

Sonuç olarak, Avrupa’yı faşist tehditten neoliberaller kurtaramaz. Neoliberalizm, aynı kapitalizmin rahmini paylaştığı faşizmin panzehri olamaz. İnsanlığı, medeniyeti yaşatabilmenin biricik yolu, toplumun derinden ve yeniden yapılandırılmasına zemin olacak siyasal devrimi harekete geçirecek güçlü bir sol hareketin vücut bulmasıdır.

*Gazeteci