Kanal İstanbul ve hidrolik despotizm

Kanal İstanbul’un yapılıp/yapılmaması önemli olmakla birlikte, asıl ilgilenmemiz gereken konu sistemin su varlıkları üzerinden yürüttüğü merkezileşme planlarıdır. Nitekim Kanal İstanbul’un yapımına karşı çıkışlar yükselince ve özellikle Ekrem İmamoğlu “kesinlikle yaptırmam” tavrını gösterince, Erdoğan ve bakanları çıkıp “bu bir devlet projesidir bir belediye başkanı buna karşı çıkamaz” demişlerdir. Bu söylem özellikle CHP, ulusalcılar ve bazı muhalif kesimler tarafından her zamanki gibi duymazdan gelindi ve konu iki parti arasındaki çekişmeye indirgendi.

Google Haberlere Abone ol

Talat Kaya

Suriye ve Libya savaşları, kayyım atamaları, ekonomik kriz, yeni partilerin kurulması gibi gündemler dolaşımdayken; Kanal İstanbul, hızlıca gündemin tepesine oturtuldu. Daha önceki yıllarda “Çılgın projeler” tek tek masaya yatırılırken en çılgını olan en sona bırakılmış olsa da bu projeyi yapmakta ısrarcı olacakları belli oldu. Bu konuda bazı kesimlerin dillendirdiği; “gündem değiştirilmek isteniyor, kanal İstanbul yapılamaz, ekonomik durum kaldırmaz, montrö sözleşmesine aykırı vs” gibi söylemler de işin özünü ıskalamış gibi görünüyor. Genelde despotizm özelde ise Hidrolik despotizm teorisine göre bu projenin yapılması iktidar için olmazsa olmaz durumunda. Eşyanın tabiatı gereği; yani ultra merkezileşmek isteyen bir siyaset için, projeyi yapmanın hayati önemde olduğunu söyleyebiliriz. AKP ve onu destekleyen yapılar kısa süre sonra bu proje olmazsa ülke bölünüp parçalanacak, dış güçler tarafından yenilip yutulacak diyeceklerdir.

Bu yazıda, merkeziyetçi siyasetin bir biçimi olan Hidrolik despotizme kısaca değinerek, kanal İstanbul ve benzeri projelerin yapılmasının, öncesi ve sonrası itibariyle, Türk devlet ideolojisinin bel kemiğini oluşturan merkeziyetçilik için neden önemli olduğunu vurgulamaya çalışacağım.

Bir nevi merkezi devlet teorisi olan hidrolik despotizm, Karl Agust Wittfogel’ın kavramsallaştırmasıdır. Wittfogel, K.Marks ve M.Weber’in açıklamalarını kullanarak ateşli bir komünist sıfatıyla 1930 yılı civarında kuramını özgün biçimde geliştirirken, Marksist dünya görüşüne küresel bir boyut katma tutkusuyla hareket etmiştir. Avrupa dışı uygarlıkları, üretim güçleri perspektifinden yorumlamaya çabalarken, sulama şebekelerinin ve su üzerinde kurulacak egemenliğin öneminin farkına varmıştı. Wittfogel, bu sulama şebekelerinin büyük ölçeklere ulaştığı, günümüzde kullanıldığı şekliyle “çılgın” hale geldiği her yerde, daha ileri derecede gelişmiş, merkezden yönlendirilen toplumsal yapıların kaçınılmaz olduğunu savunmaya başlamıştı. Ona göre bu hiyerarşik zorunluluk doğrudan komünizme giden yol için bir fırsat sunuyordu.

Wittfogel, 1933’te nasyonal sosyalist Nazi kampı olan Esterwegen’de bataklık kurutmak için çalıştığında, hidrolik mühendisliğin ölümcül ve zorba yanını ilk elden deneyimledi ve daha sonra merkezi uygarlık tezinden vazgeçen Wittvogel, kendi söylemiyle “hidrolik toplumda” “dünya tarihinin lanetini”, “totoliter zorbalığın kökenini” görmüştü. “Böyle toplumlarda bürokratik aygıtlar çok bariz bir biçimde, suyun çok ötesinde pek çok iktisadi işlevi soğuran güçlü bir hidrolik sünger gibi davranıyordu”. Daha sonraki yıllarda, bu teoriyi çürütecek çokça kanıt ortaya çıkmış olsa da, teori, teori olarak kalmadı ve her merkezileşme denemesinde hortlatıldı. Hidrolik mühendisliği ile siyasi iktidar arasında binlerce yıllık bağlantılar parlatılarak tekrar denendi. Siyasal şablonlarla, toplumları biçimlendirmek isteyen iktidarlar için, bu teori üzerinden, hayali kurtarıcılar ve “kusursuz” devlet inşası tezleri yazıldı-çizildi.

Görece güncel olarak Sovyetlerde, İran’da başarısız denemeler yaşanmışsa da, ilk devletli uygarlıklar olan Mısır ve Sümer sistemleri bu teorinin DNA’sını biçimlendirmişlerdir. Özellikle Çin imparatorları kendilerini en güçlü biçimde ve öncelikle hidrolik mühendisliği noktasında hizmetler vasıtasıyla meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Bazı Çinli araştırmacıları ve devlet tarihçileri tarafından olay o kadar abartılmıştı ki devletin kuruluş mitleri; suları dizginleyen, büyük kanallar açarak Çinlileri balığa dönüşmekten son anda kurtaran efsanevi mühendis-imparatorların hikâyelerinden geçilmez olmuştu. Öyle ki, Nuh, tufanda sadece kendini ve bazı hayvanları kurtarmışken, Nuh’a kıyasla, Çin’in mühendis-imparatorları herkesi kurtaracak kudreti göstermişlerdir.

Uzun uzadıya tartışılması gereken su varlıklarının kontrolü ve merkezileşme ilişkisine bu yazı ile ancak küçük bir giriş yapabiliriz. Bu konu özelinde, AKP’nin özellikle son 10 yıllık iktidar perspektifi ile Türk devletinin 97 yıllık otoriter merkezileşme siyasetinin çakışan tarafı üzerinde durmaya çalışmalıyız. Kanal İstanbul’un yapılıp/yapılmaması önemli olmakla birlikte, asıl ilgilenmemiz gereken konu sistemin su varlıkları üzerinden yürüttüğü merkezileşme planlarıdır. Nitekim Kanal İstanbul’un yapımına karşı çıkışlar yükselince ve özellikle Ekrem İmamoğlu “kesinlikle yaptırmam” tavrını gösterince, Erdoğan ve bakanları çıkıp “bu bir devlet projesidir bir belediye başkanı buna karşı çıkamaz” demişlerdir. Bu söylem özellikle CHP, ulusalcılar ve bazı muhalif kesimler tarafından her zamanki gibi duymazdan gelindi ve konu iki parti arasındaki çekişmeye indirgendi.

Kanal İstanbul yapılırsa altyapının ve ekosistemin artacak nüfusu kaldıramayacağı itirazlarına da Tayyip Erdoğan, “İstanbul dışından nüfusun gelmesine izin vermeyeceğiz ve Kanal İstanbul çevre nüfusunu beş yüzbin ile sınırlayacağız” dedi. Hidrolik mühendisliğin toplum mühendisliğiyle nasıl da iç içe geçtiğini, nüfus üzerine yürütülen tartışmalardan da görmekteyiz. Görece coğrafyaya yayılmış kendi ayakları üzerinde durabilen nüfusun, çeşitli merkezlerde temerküz edilmek istendiği aslında açıktır. Tayyip Erdoğan’ın bu konuya paralel olarak, şehircilik toplantısında, kentlerde uygulanması gereken yeni güvenlik konseptinden söz etmesinin de bu konuyla ilgili olduğu görülmektedir. Su varlıkları üzerinde baraj yapmak, kanallar açmak ve insanları merkezlere toplayacak “mühendislik harikası” yapay kentleri inşa etmek, devletin yeni güvenlik konseptinin temel taşları gibi dizayn edilmektedir.

SU AKAR TÜRK BAKAMAZ: AKP-DEVLET SİYASETİ

Dönemin orman ve su işleri bakanı Veysel Eroğlu, 2017 yılı 11.Ayında Anadolu Ajansına yaptığı açıklamada, 727 olan baraj sayısını Türkiye devletinin yüzüncü yılı olan 2023’te ikiye katlayıp 1454 çıkaracaklarını söylemişti. Son veriler itibariyle barajlardan sağlanan enerjinin tüketilemediği, kapasitelerinin çok altında çalışan barajların olduğu, bazı barajların sulama ya da elektrik elde etmekle uzaktan yakından ilgisinin bulunmadığı ilgili kurumların raporlarına yansımıştır. Aksini işaret eden raporlara ve karşı çıkışlara rağmen “bir damla suyu boşa akıtmayacağız” “su akar Türk bakar dönemi kapandı” gibi yeni söylemler geliştirildiğini gördük. Böylelikle her damla suyu kontrol edeceğiz, dolaysıyla onlardan faydalananları da kontrol edeceğiz demenin başka yolu bulunmuştu.

Bu yolda, Türkiye ve Ortadoğu için önemi bilinen Fırat ve Dicle nehirlerinin ekosistemlerine ciddi müdahaleler geliştirildi. Öyle ki 2800 km uzunluğunda doğal bir kanal olan Fırat, üzerinde yapılan barajlarla artık tıkanmış, akmaz durumdadır. Fırat, artık bir nehir değil, istenildiği zaman açılan ve kapanan yapay bir kanala dönüştürülmüştür. Dünyanın en uzun nehri olan Nil üzerinde bile bir tane büyük baraj varken Fırat üzerinde 5 tane mega baraj yapılmıştır. Uzunluğu 1850 kilometreyi bulan Dicle nehri üzerinde daha önce yapılan üç baraja ek olarak Ilısu barajının tamamlanmasıyla onun da doğal akışı durma noktasına getirilmiştir, İki nehir üzerinde yapılan bu aşırı “mega” “çılgın” projelerle, nehir ve toplum ekosistemleri kontrol altına alınmak istenmektedir. Belli ki devlet aklı, baraj ve kanal inşalarıyla birlikte, devleti “su” sızmayacak, “beton” gibi bir sistem olarak sağlamlaştırma arasında güçlü bir bağ keşfetmiştir.

Sadece ılısu barajının yapımıyla bin köy boşaltılmış, buralardaki nüfus metropollere dağıtılmıştır. Türkiye çapında yapılan barajlardan kaynaklı boşaltılan yerleşim yerleri, yaşam alanları, görece kendine yetebilen ekonomiler düşünüldüğünde, kusursuz hidrolik bir despotizme doğru gidişin tuğlalarının örüldüğü görülmektedir.

Yazıyı çok uzatmadan yaşanan bu süreci şöyle bir imgeyle bitirelim: Bazı toplu etkinliklerde, insanların üst üste çıkarak oluşturduğu piramitler olur. Alttan üste doğru daralan bir üçgen olarak yükselen insan piramidi. Yükseldikçe titremelerin arttığı ayakta durmanın zorlaştığı, yer çekimine karşı yükselen bir piramit. En üstte bayrağı kaldırmak için hazırlanan son kişi, zafer bayrağını gösterecektir. Ancak ayaklar titremeye başlar, piramit sallanmaya başlar. Yerçekimi eninde sonunda galip gelecek ve o piramit, bazen bayrağı kaldıran kişiden, bazen de orta ya da alt katmandan birilerinin dengesizleşmesiyle başlayıp hızlı bir şekilde çöker.

Tarih boyunca Kanal İstanbul ve benzeri hidrolik merkezileşme projeleri toplumsal yapılara ve doğaya aykırı olduğu için süreç içinde başarısızlığa uğramışlar ve arkalarında ciddi zararlar bırakarak yok olmuşlardır. Öyle görünüyor ki kanal İstanbul projesi, oluşturulmaya çalışılan “zafer” piramidinin bayrağı, halkını balık olmaktan kurtaran mühendis-imparatorun kalıcı zaferi olarak düşünülüyor. Ama toplumsal karşı çıkışlar ve doğal dinamikler aynı zamanda da merkezci siyasetin en zayıf olduğu anın da işaretini vermektedir.