Proleterseniz bir köpeği sevemezsiniz

Herkes proleterin bedeninde ve proleterin yaşamında söz sahibi olmaya başlar. İnşa edilmiş bu iktidar ilişkisi sayesinde bir isyana -yani bir güç ilişkisine- dönüşmeden, proleter bütün haz mekanizmalarından dışlanabilir, mutlak yoksulluğun tanımı artık bedenin yeniden üretimine bile imkân vermez olur.

Google Haberlere Abone ol

Ahmet Gire*

Fransa’da çekilmiş ve sosyal medyadan tüm dünyaya yayılmış bir video, sınıf ve iktidar üzerine daha çok düşünmek gerektiğini gösteriyor. Sokakta yaşayan bir insanla beraber yaşayan bir köpek, kimi hayvan aktivistleri tarafından adamdan uzaklaştırıldı. Gerekçeleri, sokakta yaşayan o adamın köpeğe iyi bakamayacağıydı. Adam çırpındı ama güçsüzdü hem fiziksel hem ekonomik olarak. Bu güçsüzlük, diğerlerinin bütün toplum adına karar verebilmelerini mümkün kıldı, en azından o videoda yaptıklarını oldukça haklı gördüler.

Bu video, gündelik yaşamda -yani sokağımızda- sınıf ve iktidar arasındaki ilişkinin nasıl görülebileceğinin, bana kalırsa distopik, bir örneğidir. Eğer bir proleterseniz, bir köpeğin sevgisine mazhar olamazsınız. Bunun kararı size ve köpeğe bırakılamayacak kadar toplumsaldır.

Özellikle sosyal medyada işçilerin ya da ailelerinin sahip oldukları her şey zenginlerin sahip olduklarından daha değerlidir. Bir akıllı telefon sizi yoksulluktan çıkarabilir, giydiğiniz bir mont enflasyon, yoksulluk ve işsizlik hakkında konuşma hakkınızı elinizden alır. Yani işçi sınıfı mutlak bir yoksulluk sınırının üzerinde yaşıyorsa bir talepte bulunamaz. En çok vergiyi işçiler verse ve onların vergi borçları hiç affedilmese de çocukları üniversitelerde ucuz ve sağlıklı yemek yememelidir, şimdi mücadele ile yaşayan bu hak bile öldürülmeye çalışılır. Özellikle sosyal medya neyin yoksulluk olarak algılanması gerektiğine dair bir mücadeleye sahne olmaktadır.

Bu mecrada baskın kılınmaya çalışılan bu söylemin bir tarafı da olumlanan konumların tarifidir. Neyin olması gerektiğine dair birkaç kelam da burada edilir. Örneğin Ankara’da sokakta yaşayan ve şükreden işçi, iş bitirici bürokratların ve devletin ihale kapısını eskitenlerin mutluluktan gözlerini yaşarttı. Çünkü işçilerin yeniden üretimi için gereken emeğin hâlâ azaltılabileceğine ve kendilerine daha fazla artı değer kalabileceğine dair bir umut oldu yüreklerinde. Böylece eviniz varsa ama ısıtamıyorsanız evi olmayanın şükrettiği yerde hayıflanamazsınız. Çünkü her şeyden mahrum bırakılmış, “gerçekten” yoksul bir kişi şükrederken bu ayıptır.

Sermayenin lehine işleyen bütün bu söylem, işçi sınıfının eylemleri üzerinde daha geniş bir inisiyatifle eylemenin imkanını doğurur. Şöyle ki; işçi sınıfından ürettiği değerden daha fazla artı değer çekebilmek için söylem alanında kabul edilebilir yoksulluğun sınırları sürekli olarak değiştirilmeye çalışılır. İşçi sınıfının yeniden üretimi için gerekli olan ve ona maaş olarak verilen emek zamanın azaltılmasının normalleştirildiği bir alan da bu söylemdir. Foucault, kapitalizmin kurumsallaştığı yıllarda patronların işçilerin şehvetine ve sefahatine (çünkü haz sermayeye aktarılmamış bir enerjidir, şehvet bir boş zaman duygusudur) olan öfkelerini aktarır. Bugünkü öfke de buna benzerdir. Patronların az biraz iş güvenliği -bu işten kazandığı maaşla da pek bir şey yapılamaz- olan bir işçi kadar öfkelendikleri kimse yoktur. Sürekli bu öfkelerini, toplumun öfkesi kılmaya çalışırlar. Bu yoksulluk halleri üzerine dönen ve ama ile başlayan bütün cümleler bu öfkenin, bu doymamazlığın ürünüdür. Nasıl sermaye kendi çıkarını bütün toplumun çıkarı gibi inşa ediyorsa, kendine yarayan bu söylemi de bütün toplumun bir normu haline getirmeye çalışır.

Böylece söylem alanının inşasına eşlik ettiği bu iktidar ilişkisi, yani proleter üzerinde kurulan bu yetke; aynı zamanda 3-5 ay maaş almadan çalışan işçilerin durumunu da normalleştirir. Herkes proleterin bedeninde ve proleterin yaşamında söz sahibi olmaya başlar. İnşa edilmiş bu iktidar ilişkisi sayesinde bir isyana -yani bir güç ilişkisine- dönüşmeden, proleter bütün haz mekanizmalarından dışlanabilir, mutlak yoksulluğun tanımı artık bedenin yeniden üretimine bile imkân vermez olur.

İnsanın zorunlu ihtiyacı olan barınma bile söylemsel ve mekânsal düzenlemelerle işçi sınıfı için bir lüks haline gelebilir. Bu da işçi sınıfı üzerinde ne kadar eylenebileceğinin sınıfsal güç ilişkileri ile alakasını gösterir. İşçi sınıfı, sınıfsal güç ilişkilerinde ne kadar zayıflamışsa, o kadar fazla şey ona doğa kanunu gibi görünür. Kendisinin mutlak yoksulluk konumuna itilebilecek bir özne olarak inşa edilmesine, bizzat kendisi eşlik eder. Maaş ödenmeden kaç ay çalıştırılabileceğini de belirler. “Akıllı telefonu, montu, ama şusu varmış” söyleminin kurucusu ve taşıyıcısı olduğu yoksulluk tanımı, işçinin emeğinden aldığı payı belirlemeye yönelik stratejik bir hamledir.

Ancak bu baskın görünen iktidar ilişkisinin bir güç ilişkisine dönmesi an meselesidir. Özellikle Twitter'da öğrenci yemekhanelerinden yemek fotoğraflarıyla görselleştirilerek paylaşılan tweetlerin normalleştirmeye çalıştığı İstanbul Üniversitesi’nin öğrencilerine ucuz ve sağlıklı yemek vermeyi reddeden düzenlemesi, mücadeleyle ve Sibel Ünli’nin intiharının doğurduğu toplumsal sarsıntıyla iptal edilmek zorunda kalmış ve öğrencileri kötü ve pahalı yemeğe mecbur etmeye çalışanlar tek bir lakırdı edemez hale gelmiştir. Bunun öğrencilerin elinden alınması da artık normal biz düzenleme olarak değil, bir şiddet edimi olarak kavranılmaktadır. Hele ki “kendine inan, yapabilirsin” söyleminin artık hiç alıcısı kalmamıştır. “Kendinizi serbest bırakın, yurt dışına çıkın, dil öğrenin vs vs” diyenlere kirayı ödersen neden olmasın denildiğinde, artık bu kişilerin işçi sınıfının çocuklarına akıl veremeyecekleri ve bir zamanlar tartışmasız her yerde yankılanan istersen yapabilirsin liberalliğinin (bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar gibi) boş bir hikâye olduğu gösterilmektedir. Söylemsel alan, taktiklerin ve stratejilerin alanıdır. Burada da sınıf mücadelesinin yansımaları kolaylıkla görünür olur.

Diğer yandan şimdilik sadece muhafazakâr burjuvaziyi kapsasa da zenginliğin ifşası da sosyal medyada sıklıkla görünmektedir. Sadece muhafazakâr burjuvazinin ve iktidarla yakınlığı bilinen kesimlerin ifşası, bu eylemin bir sınıf mücadelesinin parçası olarak görmeye engel teşkil edermiş gibi görünür. Ancak, artık değere el konularak elde edilen şatafatın ifşası sınıf mücadelesinde yeni bir cephane biriktirme alanı olarak görülebilir.

Bu mücadele alanı bir rıza meselesinden ziyade, normalin ne olacağına dair bir mücadeleyi anımsatır. Bahsettiğimiz meseleyi bir rıza meselesi görmüyorum. İşçinin neye rıza göstereceği belirlenmiyor, çünkü rıza göstermek hakkı olandan mahrum kaldığını bildiği halde duruma razı gelmektir, rıza bir pazarlığın sonucudur. Ancak bahsettiğimiz mesele işçilerin kendilerini ölçeceği sınırın inşasıdır. İşçinin kendi durumunu kıyaslayacağı bir referans noktasının inşasının mücadelesidir. İşçinin kendiyle kuracağı ilişkiye bir müdahaledir. Asgari ücret mücadelesi gibi de tepeden tırnağa sınıf mücadelesidir.

Sonuç olarak; işçi sınıfının örgütlü mücadelesi aynı zamanda onun hapsedilmeye çalışıldığı konumlara karşı yürüttüğü mücadeledir. İtildiği davranış kalıplarını kırmaya çalıştığı (örneğin kültürel ve sanatsal etkinliklere katılmayı bir hak olarak inşa etmek) ve sermayenin aklıyla inşa edilmeye çalışılan “ortak iyi”nin yeniden tanımlanmasına yönelik hamlede bulunduğu mücadeledir. Sınıf mücadelesi; köpeği alan, işçi sınıfının neyi hak ettiğine karar verme hadsizliğinde bulunanlara karşı bir varoluş mücadelesidir.

*Yıldız Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Doktora Öğrencisi