Sosyal bilimler ve toplum: İlişki durumu karışık

Bir fizikçinin quark'larca dışlanması ya da çok sevilmesi imkansızdır. Ama araştırmaları nedeniyle her türlü gadre uğramış ya da göklere çıkarılmış bir sosyolog tanıyor musunuz desek, herkesin aklına birileri gelir.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Necip Tunç*

Geçtiğimiz hafta yine Gazete Duvar’da dolaylı yoldan sosyal bilimlerin doğası ve pratik işlevini tartışan üç yazı yayınlandı. Tartışmanın toz duman olmuş akademimizde ve düşünce hayatımızda yeni bir dönemi arayan herkes için çok kritik bir noktaya temas ettiğini düşünüyorum. Ayrıca sosyal bilimlerin topluma ne vadettiği hepimizi ilgilendiren ve ciddi sonuçları olabilecek bir soru. Bu nedenle bu değerli tartışmayı polemik çıkmaz sokaklarında kaybetmek yerine daha da derinleştirmeliyiz kanaatindeyim.

Önceki yazılarda yerden kalkan tozu biraz aralarsak Dellaloğlu-Coşkun tartışmasının birbiriyle bağlantılı iki ana tema etrafında döndüğünü söyleyebiliriz. Bunlardan ilki sosyal bilimlerde “nesnel” bilginin imkanı. İkincisi de bilim insanlarının ürettikleri bilgiyle ne yapacakları/yapılacağı sorusu.

İlk temadan yani nesnellik meselesinden başlayalım. Bu noktada her iki yazarın da sosyal bilimlerde nesnelliği, ya kesin sahip olunan ya da kesin olarak yitirilen bir şey olarak gördüklerini söylemek mümkün. Örneğin Dellaloğlu fizikte olduğu gibi sosyal bilimlerde de dış dünyanın olduğu haliyle incelendiğini iddia etmektedir. Oysa fiziğin inceleme alanına hiç benzemeyen bir şekilde, toplum toplum bilimciyle etkileşim halindedir. Mesela sosyal bilimlerde “dış dünya”ya karşılık gelen toplum, bilimcilerin sponsoru konumundadır. Bilimcilerin eğitimi, finansmanı ve toplumsal konumları önemli ölçüde toplumun elindedir. Bir fizikçinin quark'larca dışlanması ya da çok sevilmesi imkansızdır. Ama araştırmaları nedeniyle her türlü gadre uğramış ya da göklere çıkarılmış bir sosyolog tanıyor musunuz desek, herkesin aklına birileri gelir. İkincil ve bağlantılı olarak (Coşkun’un haklılıkla belirttiği gibi) toplumsal gruplar çatışan çıkarları nedeniyle farklı perspektiflere sahiptir ve bu perspektifler kendilerini mutlaklaştırmak isterler. Gruplar eşit güçte olmadığından perspektiflerini mutlaklaştırma yarışındaki başarıları da eşit değildir. Dolayısıyla “şeyleri olduğu haliyle” verili kabul etmek daha güçlü grupların perspektifine hapsolmakla sonuçlanabilir.

Gel gelelim Coşkun’un gerçekliğe ulaşmak için yeterli bulduğu görülen “egemen sınıfların çarpıtmalarının” ifşası da en az o çarpıtmalar kadar sübjektiftir. Çünkü bu ifşa da en temelde bir başka toplumsal grubun perspektifidir. Elbette toplumsal grupların perspektifleri her durumda eşit derecede çarpıtma içermez. Çoğu kez daha güçlü grupların statükoyu sürdürmek adına daha çok çarpıtma yaptıkları da akla yatkın bir iddia olabilir. Ama bu iddiayı kategorikleştirerek gözlemsel dünyadan koparmak, yani hakikati “sınıf” üzerinden tanıma kalkmak bir tür düşünsel tembellik doğuracaktır. Hakeza yukarıda anlatmaya çalıştığımız etkileşimsellik meselesi nedeniyle toplumsal gerçekliğin algılanışında hiçbir grup ya da kişi perspektifselliğin dışına asla tamamen çıkılamaz. Ama çıkılabileceği iddiası da şaşırtıcı değildir. Zira kim dillendiriyor olursa olsun, bu iddia da kendini ait gördüğü toplumsal grubun perspektifini mutlaklaştırma çabasının bir parçasıdır.

Tarihsel serüvenleri içerisinde sosyal bilimler, toplumsal grupların kendi perspektiflerini mutlaklaştırma çabalarından iki temel biçimde sıyrılmaya çalışmıştır. Bir yaklaşım mutlaklaşmak isteyen perspektiflere karşı, perspektifselliğin kendisini mutlaklaştırmıştır. Böylelikle sosyal bilimler de, toplum hakkında ürettiği her “bilgiyi” araştırmacının kendi toplumsal pozisyonuyla sağlama alan ikinci ya da üçüncü seviyeden bir düşünsel reflektivite arayışı olarak konumlandırılmıştır. Diğer bir yaklaşımsa aynı sorunu, göreli bir nesnelliğe razı olarak çözmeye çalışmıştır. Buna göre toplumsal alanda üretilen her “bilgi” perspektifselliğin izlerini taşımakla birlikte, bu “bilgilerin” devşirildiği modellerden kimi dış dünyadaki gerçekliği diğerlerinden daha isabetli bir şekilde tasvir etmektedir. Bilimsel süreç, gözleme dayalı metodu sayesinde aynı olguyu açıklamaya çalışan modellerin isabetlilik açısından karşılaştırılmasına imkan vermektedir. Bunun sonucunda da daha açıklayıcı modeller gelişip serpilirken, başarısız modeller terk edilmektedir. Dolayısıyla mutlak nesnellik mümkün değilse de göreli bir nesnelliğin inşası mümkündür.

Yazılarda tartışılan sorulardan ikincisi, yani sosyal bilimlerde üretilen bilginin nasıl uygulamaya dönüşeceği sorusu ise elbette çok daha çetrefilli bir soru. Mutlak nesnelliğin kurulamadığı bir zeminde zaten her bilgi üretme çabası daha en baştan kendi uygulamasını çağırmaktadır. Örneğin yoksulluğun sebeplerini araştırıyorsanız, yoksullukla ne yapmak istediğiniz (Ortadan kaldırmak mı yoksa berdevam kılmak mı? Ya da bir miktar azaltıp sürdürülebilir hale getirmek mi?) araştırmanıza dahil ettiğiniz kavramları ve hatta kavramlara ilişkin tanımlarınızı etkileyebilir. Sosyal bilimlerde kavramlar fizikte olduğu gibi nötr değildir. Yine örneğin “ulusun/milletin” nasıl tanımlanacağı konusunda toplumun farklı kesimlerinin farklı çıkarları vardır. Kan bağı, ortak tarih/kültür ya da medeni değerlerde uzlaşmak üzerinden yapılacak başka başka tanımların her biri belirli olgulara isabetli şekilde denk geliyor olabilir. Ama her birinin işaret ettiği hedef birbirinden farklıdır. Dolayısıyla “çıkardığınız” sonuçların belirli ölçüde baştan beri çağırdığınız çözümü işaret ediyor olması mümkündür. Bu noktada da Dellaloğlu’nun bilimsel süreci, uygulamanın tümüyle dışında gören nesnelci yaklaşımı pek de isabetli olmayabilir.

Bununla birlikte elbette sosyal bilimlerde kavramların yoruma açık olması istediğiniz her hipotezi kavramların tanımlarıyla oynayarak gözlemsel düzeyde temellendirebileceğiniz anlamına gelmez. Çünkü hesabınızın yanlışlığı arttıkça Bağdat’tan dönme ihtimali de artar. Ayrıca sosyal bilimin toplumun taleplerinden özerk gündemleri de vardır. Kendisini, perspektiflerini, amaçlarını ve gündemlerini sosyal bilimlere amansızca dayatan toplumların ya da toplumsal grupların sosyal bilimi olmaz. Çünkü sosyal bilimlerde kavramsallaştırma esnekliğe izin verse de fazla zorlanıldığında kırılır. Zaten hipoteziniz çok mesnetsizse, hangi tanımla ne kadar oynarsanız oynayın dış dünyaya uyumlu hale gelmez. Hipotezinizde ısrar onu bilimsellikten çıkarır ve dogmatik hale getirir. Bu noktada elinizde bilim insanları değil yalnızca demagoglar kalır. Ama tüm bunlar söylendikten sonra bile, toplumsal perspektivitenin sosyal bilimler içerisinde bir “hareket alanı” olduğu da kolayca yadsınamaz. Dolayısıyla sosyal bilimci siyasetin (istemeden de olsa!) içindedir.

Bunun yanında Coşkun tarafından savunulan eylemci bilim anlayışının da çelişkili ya da en azından fazlasıyla naif olduğunu söyleyebiliriz. Bilimsel bilgi iki yanı keskin bir bıçaktır. Keskinlik işe yarayan yani “eyleme ve dönüşüme” hizmet edebilecek bir bilgi üretildiği oranda artar. Söz gelimi “sınıfın” siyasi katılımının nasıl artırılacağı sorusu, nasıl azaltılabileceği sorusuyla ya da hiç değilse artışın nasıl durdurulabileceği sorusuyla tehlikeli şekilde ortak yanlar barındırmaktadır. “Sınıfın başarılarını kaleme alan” sosyologlar, istemeden bu başarıları nasıl tersine çevireceklerini merak edenlere yardımcı oluyor olabilirler. (Dellaloğlu’nun da haklılıkla altını çizdiği gibi) Bilimsel bilginin özellikle de uygulanabilir olduğu ölçüde (göreli de olsa) nesnel bir doğası vardır. Bu nedenle sadece “sınıfın” değil herkesin kullanımına açıktır. Eğer ortada gerçekten “işe yarar” bir bilgi varsa, araştırmacının üretiminin “başkasına” (egemenlere vb.) asla yaramayacağı yönündeki inancı temelsizdir. Ama araştırmacı yapılan araştırma “başkasının” işine yaramasın diye, kimsenin işine yaramayacak bir oyalanmayla meşgul de olabilir. Çoklukla bu oyalanmanın kısır sonuçları, benzer düşünceli akademiklerden oluşan yankı odalarında döndürülür. Buradan gelen düşünsel ve duygusal onayı başka şeylerin (mesela sınıfın, insanlığın vb) sesleriyle karıştırmak da hiç zor değildir. Nihayetinde hepimiz çoğunlukla kendi sosyal balonumuzun içinde yaşıyoruz. Açıkçası iki durumda da “egemenlerin” sosyal bilimlerden neden korkması gerektiğini anlayamıyorum. Ayrıca sosyal bilimlerden korkan “egemenlerin” neden sosyal bilimleri finanse etmeye devam ettikleri de izaha muhtaç bir husustur.

Bence sosyal bilimlerin inceledikleri toplumla ilişkileri bizim (hem araştırmacıların hem de toplumun) rahatımızı kaçıracak ölçüde karmaşık bir ilişkidir. Bu karmaşıklığı kabul etmek başta zor gelse de aslında daha büyük zorlukların engellenmesi bu kabule bağlı olabilir. Kanımca bu kabule giden en iyi yol da, sosyal bilim ve toplum ilişkisinin toplumsal alanda tartışılmasıdır. Yazılarıyla buna katkı sağladıkları için hem Dellaloğlu hem de Coşkun teşekkürlerimizi hak ediyorlar.

(1) Göksel Aymaz’ın aynı yazılara referansla kaleme alınmış yazısı, ilgilendiği konunun farklılığı nedeniyle buradaki tartışmaya dahil edilmemiştir.

*Doktora öğrencisi, Tilburg Üniversitesi Sosyal Psikoloji Bölümü