Bir yeni yıl temennisi olarak vicdan

Vicdan; durmayı, yavaşlamayı, bakmayı, muhasebe yapmayı, kimin fazla kimin eksik aldığını tartmayı, tüm bu hesap kitabı 'ben'in dışındakinin varlığını kabul ederek yapmayı gerektirmiyor mu? Kedisine, çiçeğine, kıyafet uyumuna, defter kenarı süsüne, Instagram sayfasına harcadığı mesaiyi ötesine berisine de yaymaktan geçmiyor mu?

Google Haberlere Abone ol

Melehat Kutun*

Karadeniz’in küçük bir köyünde geçen çocukluğumun en heyecanlı bekleyişlerinden birisiydi yeni yıl. Duvardaki saatten ziyade doğanın tik-taklarına kulak kesilen gri alüminyum çatılı evlerin olduğu bu köyde yeni yıl, karın yüksekliğinin dış kapının mandalını geçmesi ya da uzun bir kış uykusu demek değildi sadece. Değirmende yoğrulup, fırınlanmış sarı süt rengi gilik ekmeğinin içindeki küçük düğmenin kime çıkacağının da cevabıydı. Gilik ekmeğin yoğrulurken içine atılan bu küçük düğmenin isabet ettiği talihliye bir altın lira verilir ve o yıl dileklerinin kabul olacağına inanılırdı. Az şeker, tam buğday unu ve sütle yapılan ekmek, evdeki kişi sayısı kadar dilimlenir ve yılbaşı yemeğine öyle başlanırdı. Küçük düğmenin herhangi bir dilimin içinde olma ihtimali ve ekmeğin yoğunluğu minik lokmalar halinde yavaşça ısırılıp çiğnenmesini gerektirirdi. Aksi halde düğmeyi yutabilir, hem altın liradan hem de o yılın talihlisi olma şansından mahrum kalabilirdiniz. Daha kötüsü, bu mahrumiyetin sadece düğmeyi yutan için değil, aynı zamanda evdeki herkes için de geçerli olmasıydı. Bu yoğun ekmek dilimini acele ve hızlı ısırıklarla, yeterince çiğnemeden tüketip düğmeyi biran önce bulmaya yeltenen kişinin hem kendi hem de diğerlerinin şansını yutması demek olurdu bu. Neyse ki herkes doğanın tik-taklarına olduğu kadar sofranın ritmine de kulak verebilmeyi erken yaşta öğrendiği için böyle bir şey pek olmazdı. Gilik ekmeğinin tadı ve küçük düğmenin elinizdeki dilimde olma ihtimali iştahı kabartsa da lokmalar lokmaları, çatıya düşen kar taneleri yavaşlığında izlemeliydi. Aksi takdirde keskin dişlere takılan düğmenin kırılma ihtimali artardı ki kimse kalbinin olduğu gibi şansının da kırılmasını istemezdi. Hele de dişlerinin! Daha da önemlisi, bir önceki yıl küçük düğmeyi bulan talihlinin o yıl bu hakkından feragat etmesi gerektiğiydi ki bu, yedekte bekleyen başka bir çekiliş demekti. Neyse ki şans denilen tesadüfiliğin dahi bir sırasının ve terazisinin olması gerektiği kimseyi incitmezdi o günlerde. Öyle ki, küçük düğmenin talihlisi için altın liradan daha fazla, o yıl dileklerinin gerçekleşeceği inancı önde gelirdi. Ne de olsa doğada vakit, nakit değil hayat demekti.

Bugün, neredeyse iki üç yıldır uzakta olduğum, bir daha da ne zaman göreceğimi, hissedeceğimi bilemediğim, hatta maddi varlığını; biçimini, duvarlarını ve rengini tahayyülümde canlandırmakta zorlanmaya başladığım evimden daha fazla bu yavaşlığı özlüyorum. İnsanı durdurup yanındakinin, karşısındakinin, ötedekinin, komşusunun varlığını hatırlatan, kendisine çeki düzen verdiren bu yavaşlığı. Yazlık eşyalarla dolu mor bir kabin valizi ile geldiğim bu kuzey ülkesinde kalakalmak; sokakları, binaları, ağaçları, meydanları ile kurulan belleksiz bir ilişkiye dahil olmak elbette çok dert değil. Tam tersine sokakların, binaların, muhabbetlerin, yasların, sözlerin ve de ellerin yani belleğimde sarıp sarmalayıp buraya getirdiğim her şeyin bir hız ve ben makinesinin içine düşmüşçesine dünü imha ederek başka bir biçim ve içeriğe dönüştürülmekte oluşu. Tıpkı Alzheimer hastalarında olduğu gibi; her anın suya, küle karıştığı bu belleksiz ülkede, gündelik hafıza gittikçe bulanıklaşırken, oralarda bir yerde kopmuş, gitmiş olanın tüm berraklığı ile hiç olmadığı kadar capcanlı duruyor olması. Zihinde koruyup kollanan her anın, hatırlamanın, saklamanın gerçeklik mekanında hafıza kurutma makinesince işgal edilip hızla toz duman oluşu.

Ders verdiğim fakültenin koridorlarında hiç kimse için doğaya, bilime, insana yaraşır bir üniversitenin hayaline dahi yer yok artık. Mezun olduğum üniversite kim bilir ne hesaplarla parça pinçik bölünüp başka başka isimler almış. Geleceğin hayali için yürüdüğümüz meydanların, muhabbet mekanlarının, sarsılmaz bağlılıkların üzerine porçöz dökülmüş de biz baka dururken havaya karışıp üzerimize yağan yanıcı gazların altında doğal bitki örtümüz de kurumuş sanki. O yüzden olacak bahçedeki ağaçlardan birinin kesildiğini ya da evdeki eşyalardan herhangi birinin dahi yerini değiştirdiklerini söylediklerinde dahi buzul kütlelerinin anakarasından kopuşundakine benzer bir gürültü başlıyor belleğimde, susturamadığım…

Hem mekanla hem de insanla kurulan ilişkideki bu hız ve ben koşusu en sonunda kendi sesinde yorulup, duvarına toslamaz mı bir gün? Varolmanın, mutluluğun, başarının, biricikliğin ulaşılacak en nihai hedef olarak konulduğu bu mecrada yas tutmaya, söz vermeye, dinlemeye, birlikte kotarmaya yer var mıdır? Yoksa, 'ben'in kendi performansının ve görüntüsünün her daim uyanık ve tetikte olduğu bu koşuda bir yavaşlama sinyali olarak yanıp sönen vicdan, nostaljik bir duygudan mı ibaret artık? Varolmak için hızlı davranmak, çabuk hareket etmek, stratejiler üretmek, çoklu planlar yapabilmek, bu olmazsa diğeri, o da olmazsa öbürü ve en nihayetinde sadece ve sadece kendisi için en “doğru” olanı yaptığının meşruiyetine sığınıp “önüme bakıyorum” demek neyin nesidir? Bir 'ben'den çıkan onlarca 'ben'in her aşamada ve sıklette kendi yeniden üretiminin sürekliliğinin fetişleştirildiği bir hız ve varolma toplumunda alkışlar kim içindir?

Varolmaya ve her koşusu kendine çıkan 'ben'in önünde duran vicdan da, trafikte aniden kırmızıya dönen ışık gibi sinirleri bozabilir. Hız aşımında kaza yaptırabilir. Sırf bu yüzden suçlu da ilan edilebilir: “Bunlar hep vicdanımın sesini dinlediğim için başıma geliyor”. Bu olsa olsa 'ben'in vicdanla yaptığı kavgada galip gelip etrafına ateş saça saça koşusuna kaldığı yerden devam etmesi değil de nedir?

Performans ve 'ben'in varolma coşkusundan hızını alan bu akışta vicdan, bir duygudan daha ötesi; karşıdakinin, diğerinin, ötekinin, komşunun varlığını hesaba katmayı gerektirmiyor mu? Bu haliyle de daha fazla bir adalet terazisi değil midir? Vicdanın sesi gaipten gelmediği gibi, “ben daha çok varım”, “benim mutluluğum” adlı gaz pedalına basıldıkça, 'ben'in kendisine yöneldikçe duyulamayacak elbet. Vicdan; durmayı, yavaşlamayı, bakmayı, muhasebe yapmayı, kimin fazla kimin eksik aldığını tartmayı, tüm bu hesap kitabı 'ben'in dışındakinin varlığını kabul ederek yapmayı gerektirmiyor mu? Kedisine, çiçeğine, kıyafet uyumuna, defter kenarı süsüne, Instagram sayfasına harcadığı mesaiyi ötesine berisine de yaymaktan geçmiyor mu?

Pencerelerinden küçüklü büyüklü rengârenk yıldız süslerin süzüldüğü, ışığın beyazdan sarıya dönüp havayı, tende olmasa da histe yumuşattığı, sokaklarından hızın bir süreliğine çekildiği bu soğuk ülkede en çok düşündüklerim bunlar oluyor. Durup, geçen yılın, yılların, dünün, öbür günün muhakeme ve muhasebesini yapabilmek için. Hızla geçip gidenlerin düşürdüğü taşları yavaş yavaş yerine koymak için. Şiirden, doğadan, dostluktan, insandan aldığımı geri verebilmek için.

*Dr.