Merkezden uzaklaşmak: Popülizm mi radikalizm mi?

Geleneksel radikal siyasetin birinci önceliği siyasal iktidarı kazanmadan önce toplumsal hayatın sinir merkezlerinde güçlü bir örgütlenme ağı kurmaktır. Bu örgütlenme modeli, sosyo-ekonomik düzenin yapısal krizleri karşısında siyasal hareketi dayanıklı ve hazırlıklı kılar. Zira, popülist modelden farklı olarak, kitle bir yığından ziyade organize hareket kabiliyetini birçok yerellikte sergileyebilen bir iktidar ortağıdır.

Google Haberlere Abone ol

Uğur Aytaç*

Birleşik Krallık genel seçimlerinde Jeremy Corbyn önderliğindeki İşçi Partisi’nin yenilgisi, sol siyasetin strateji ve söylem düzleminde hangi doğrultuda ilerlemesi gerektiğine dair tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bir taraf sol popülizmin sağda yükselen muhafazakâr ve milliyetçi dalgayı etkisiz kılmakta başarısız olduğunu iddia edip, siyaseti merkezde yapma gerekliliğini vurguluyor. Karşı tarafsa gittikçe merkeze kayan sol partilerin, sağ siyasetten ayırt edilemez konuma geldiğini söylemekte. Bu iddiaya göre, yoksullaşan ve güvencesizleşen kesimlerin neoliberal ekonomi politikalarına duyduğu öfke, ancak sistemin marjinalize ettiği talepleri cesurca dile getirebilen popülist alternatiflerle kucaklanabilir.

Bu yazının niyeti yukarıda bahsi geçen tartışma bağlamında bir argüman üretmektense, merkez siyasetle olan ilişkilenmenin kavramsallaştırılmasına müdahale etmek. Siyaseten merkezden uzaklaşma ile popülistleşme günümüzde sıklıkla eş anlamlıymış gibi kullanılıyor. İş o raddeye vardı ki 20'nci yüzyılın gelenekselleşmiş sosyal demokrat söylem ve politikalarını yeniden üreten Corbyn dahi bazı çevrelerce sol popülist ilan edildi. Bunda popülizm kavramının son yıllarda artan önem ve yaygınlığının kuşkusuz payı var. Ayrıca, sol popülizmi teorize eden Mouffe ve Laclau gibi düşünürlerin popülist stratejiyi sıklıkla radikal reformizm ya da radikal demokrasi kavramlarıyla birlikte kullanması da bu karmaşaya katkı sağlıyor. Ancak, merkezden uzaklaşmanın farklı türleri olduğunu vurgulamak durumundayız. Siyasette cesurlaşmayı, müesses nizamla araya mesafe koymayı popülizme indirgemenin eleştirel ufkumuz üzerinde daraltıcı etkileri olacaktır.

Merkezden uzaklaşmanın farklı biçimlerini ifade etmenin yollarından biri radikalizm ile popülizm arasında ayrım yapmak. Radikalizmi siyaset ve toplum hayatındaki ilişkilerin köklü bir dönüşüme uğraması gerektiği inancı temelinde filizlenen söylem ve pratikler kümesi olarak adlandırabiliriz. Tıpkı popülizm gibi radikalizm de kendi başına bir doktrin ya da ideoloji değil. Bu bakımdan sosyalizm, feminizm, çevrecilik gibi farklı siyasal düşüncelerin kendilerine has radikalizmleri vardır diyebiliriz. Ayrıca, radikal-merkez ayrımını bir spektrum olarak düşünmek de faydalı olacaktır. Yani bir siyasal konumun merkezden uzaklaşma derecesine göre farklı düzeylerde radikalleştiği söylenebilir.

ELİTLER VE TOPLUMSAL YAPILAR

Merkezden uzaklaşmak en basit anlamıyla alışık olunan ve norm kabul edilen siyasal talep, söylem ve pratiklerden farklılaşmayı ifade ediyor. Peki, popülizm de radikalizm de bu tanımı bir şekilde karşılıyorsa aralarındaki fark nedir? İlk olarak popülist ve radikal eleştirilerin nesneleri farklıdır. Popülist stratejinin bel kemiği elitizm eleştirisi üzerinden kitlelerin duygusal enerjisini yönetmek ve bu sayede “halk” ya da “millet” olarak soyutlanacak bir ittifak zinciri oluşturmaktır. Eleştiri nesnesinin elitizm olmasının en önemli sonucuysa popülizmin ahlakçı bir siyaset formu hâline gelmesidir. Zira, mücadelenin ana ekseni yozlaşan azınlık ile idealize edilmiş bir halk arasındadır (1). Radikalizm ise, elitler ya da başka sosyal gruplara yapılan vurguların ötesine geçip, eleştiri oklarını bireylerden önemli ölçüde bağımsızlaşmış toplumsal yapı, kurum ve ilişkilere yönlendirir (2). Örneğin, Marx’ın kapitalizm eleştirisinde rekabetçi piyasaların irrasyonel ve özgürlüğü kısıtlayıcı doğası işçi sınıfını olduğu gibi burjuvaziyi de tahakküm altına almaktadır. Benzer bir şekilde, radikal feminist eleştiride patriyarkal norm ve kurumların kadınlara verdiği zarar, sadece erkeklerin art niyetli zorbalığıyla açıklanamaz. Dolayısıyla, radikalizm genelde birey ve gruplara dönük ahlaki eleştiriyi aşıp, bireylerin davranış kalıplarını şekillendiren baskıcı kurumların ifşasına ve geriletilmesine odaklanır.

Tam da bu noktada tezimize haklı bir itiraz gelir: Tanımlanan şekliyle radikalizm ve popülizmi karşılaştırmak hatalıdır çünkü bu iki kavram siyasal pozisyonların birbirlerine paralel, kesişmeyen özelliklerini temsil eder. Radikalizm siyasal programların reform kapsamlarının ne derece ileriye gideceğini ifade etmektedir. Popülist stratejiyse bu içeriğin kitlelere nasıl ulaştırıldığıyla ve içerik etrafında ortak bir kimliğin inşasıyla alakalı söylemsel bir pratiktir. Bu itiraz lehine sunulabilecek en önemli argüman da hem radikal sol hem popülist olan hareketlerin varlığı. İfade edilen işbölümü önemli ölçüde doğru olsa da iki kavram arasındaki ilişkinin sanıldığı kadar pürüzsüz olduğunu söylemek oldukça güç. Radikal ve popülist öğeleri bünyesinde birleştirmiş bir harekette iki unsur arasında yadsınamayacak bir gerilim olduğunu söyleyebiliriz. Popülistleşme, hareketin odağını düzenin yapısal özelliklerinin analiz ve eleştirisinden siyasal-ekonomik elitlerin hedef gösterilmesine kaydırır. Böyle bir durumda, öznelere haddinden fazla vurgu yapan popülist hareket, düzenin yapısal özelliklerinden kaynaklanan kriz ve reaksiyonlara karşı hazırlıksız yakalanabilir. SYRIZA’nın Yunanistan borç krizi boyunca yaşadıkları bu bağlamda ders niteliğinde. Avrupa kapitalizminin oligarşik unsurlarına meydan okuyarak iktidara gelen sol popülist partinin iradesi kısa süre içerisinde AB troykası tarafından teslim alındı. Yunanistan ekonomisinin yapısal bağımlılıklarını göz ardı edip, halkın elitler karşısında sahip olduğu pazarlık gücünü olduğundan fazla görme yanılgısına kapılan SYRIZA önderleri, ne Euro bölgesinden çıkış ne de sermaye kontrolleri gibi radikal önlemleri almaya hazırlıklıydı (3). Toplumsal düzene ilişkin naif tahlil ve stratejilerinin bedeli ağır bir siyasal yenilgi oldu.

HALKIN BİLGELİĞİNDEN İDEOLOJİK YANILSAMAYA

Popülizm ve radikalizm arasındaki ikinci fark mücadele gündemi ile kitle arasındaki ilişkinin kurulmasındadır. Popülizm, toplumsal grupların verili değer yargıları ve arzularıyla birlikte kabul edilip, o hâlleriyle egemen olması idealine dayanır. Özellikle popülizmin sol yorumunda, toplumda hâlihazırda gelişmiş ilerici mücadelelerin kuracağı alt-kimlikler konfederasyonu “halk” kategorisinin altında kaynaşır (4). Dolayısıyla, popülist mücadelenin gündeminde belirleyici olan kitlenin reel talepleri ya da somut halkın koşulsuz egemenliği fikridir. Popülizmin önde gelen teorisyenlerinden Mouffe ve Laclau’nun anti-özcü felsefesi de aynı yöne işaret eder (5). Bu iki düşünüre göre toplumsal hayat farklı söylem ve kimlikler arasındaki çatışmalar üzerine kuruludur. Daha da ötesi, bu kimlikler arası çatışma ortamında siyaset üstü, bağımsız bir akıl ve nesnel değerlendirme ölçütü de mümkün değildir. Siyasal kimlik ve güç ilişkilerinden bağımsız bir rasyonalite reddedildiğinden, eleştirel aklın kitlelerin mevcut arzu ve aidiyetlerini nesnellik düzleminde eleştirmesi de mümkün olmaz.

Öte yandan, radikal siyasette eleştirel akıl mücadele gündeminin oluşumunda kitleselleşmeyi ya önceler ya da onunla aynı konumda yer alır. Elbette radikal siyaset de taleplerini kitlenin eğilimlerinden türetebilir. Ancak, burada kritik olan kitlenin içinden çıkanın rasyonel bir eleştiri sürecinden geçmesi, iç tutarsızlıklarının giderilmesi ve günün teknik-bilimsel hakikatleriyle örtüştürülmesidir. Anti-kapitalist çevreci hareketleri popülist olmayan radikalizme örnek olarak kabul edebiliriz. Bu gruplardan bazıları kapitalist kurumların köktenci bir reformla dönüştürülmesini, aşırı tüketim ve büyüme merkezli ekonomiden planlı ekonomik küçülme (degrowth) düzenine geçilmesini savunuyorlar. Ancak, ekonomik küçülme fikri bugün insanların birçoğunun arzu etmediği yaşam tarzı değişikliklerini beraberinde getirmektedir. Buna rağmen, küçülme yanlıları fikirlerinin doğruluğunu kitlelerin duygu ve arzularıyla ölçmemiş, bunun yerine doğru kabul ettikleri fikirleri kitleselleştirmek için çalışmışlardır.

Denilebilir ki popülizmin idealize ettiği somut halk egemenliği kısmen retorik bir hamle. Özellikle Mouffe ve Laclau’nun yaklaşımında sosyalizan, feminist, LGBTİ+ hakları savunucusu ve ırkçılık karşıtı oluşumların birlikteliği temelinde kurulması öngörülen siyasal ittifak, sol popülist projeyi toplumun ahlaki değerlerinin ortalamasından bir hâyli uzakta konumlandırıyor. Tam da bu sebeple sol popülizmin kurmak istediği “halk” ile seslendikleri toplum arasında fark olması kaçınılmaz. Farklı özgürlük ve eşitlik taleplerinin birlikteliğiyle kurulan sol popülist tahayyül bu bakımdan kısmi radikalizm ile ayrışamazmış gibi görünüyor. Sol popülist kuramcıların fikirlerini radikal reformist olarak tanımlaması benzer bir mesajın emaresi sayılabilir. Ancak, tam da bu noktada sol popülist kuramcılar teorik bir çıkmazla karşı karşıya kalırlar. Verili bir yığın olarak somut halk ile ilerici mücadeleler zincirinin kurduğu siyasal bir özne olan “halk” arasındaki uçurum, bir ideoloji eleştirisi anlayışı benimsenmedikçe açıklanamamaktadır. Sol popülizm radikal reformistse, toplumun büyük bir kesiminin kendi programına neden teveccüh göstermediğinin izah edilmesi gerekir. En olası açıklamalardan biri düzen güçlerinin toplum üzerindeki ideolojik etkisidir. Ancak, popülistlerin ideoloji eleştirisini benimsemesi de mümkün değildir. Zira, kitlelerin ideolojik yanılsama içerisinde olması düşüncesi, hakikate erişebilen öncü, aydın ya da elit kesimler olduğunu varsayar. Bu da popülizmin en temele oturttuğu halkın bilgeliği ve anti-elitizm vurgularıyla bağdaşmaz. Mouffe’un siyasal kimliklerden bağımsız bir nesnellik ve rasyonalite düzlemini reddi de bir ideoloji kuramının benimsenmesini olanaksız kılmaktadır (6). Nesnel değerlendirme zemini ortadan kalkınca, bir siyasal kimliği diğerinden daha iyi ya da kötü yapacak kriterler de söz konusu olamaz. Dolayısıyla, sol popülistlerin benimsediği radikal reformizmin radikalliği popülizmin oligarşi karşıtı normatif tutumundan türetilemez. Sol popülistlerin kurmak istediği halk ile seslendikleri toplumun gerçekliği arasındaki uçurum sürdükçe, somut halkın demokratik iktidarının arzuladıkları radikal projelere hizmet etmesi olası değildir. Dolayısıyla radikal duruş, popülizme dışsaldır diyebiliriz.

POPÜLİZM, RADİKALİZM VE KURUMLAR

Üçüncü fark ise popülizm ve radikalizmin kurumlarla olan ilişkisinde. Popülizm, çok partili siyasal yaşamın kurum ve kuralları içerisinde kalırken esasen bunları destabilize eder. Örneğin, parlamenter sistemin verdiği tüm nimetlerden faydalanan popülist hareketlerde, liderin meclis ve diğer anayasal kurumların kenarından dolanarak halkla doğrudan ilişki kurma iddiası yaygın gözlemlenen bir durumdur (7). Dolayısıyla, liderin şahsında cisimleştiği iddia edilen milli irade verili kurumsal arka planı tahrip eder. Buna karşın, sol popülizmin pratikte olmasa bile en azından teoride bu tür otoriter eğilimleri olan lider kültüne mesafeli durduğunu söylemek mümkün. Mouffe, Sol Popülizm kitabında liderlik ile halk kitleleri arasında otoriter olmayan, sol değerlerle barışık bir modelin kurulabileceğini iddia ediyor. Ancak, bunun nasıl başarılabileceğine ilişkin somut bir örnek ya da argüman sunulmuyor. Ayrıca, aynı kitabın üçüncü bölümünde uzunca tartışılan, sol popülist stratejinin radikal demokrasi fikri devletin kurumsal mimarisinde hatrı sayılır bir dönüşüm de öngörmüyor. Temsili demokrasinin kurumlarını daha iyi işletmekten, makro ölçekteki demokratik işleyişi çıkar çatışmalarının açıkça sergilendiği bir alan olarak kurgulamaktan ibaret bir anlayış söz konusu. Dolayısıyla, temsili demokrasiyi aşma niyeti olmayan sol popülizmin ufku seçim odaklı bir stratejide takılı kalıyor.

Öte yandan, popülizm kategorisinde konumlandıramayacağımız geleneksel radikal hareketlerin zengin ve ayrıksı kurumsallaşma pratikleri söz konusu. Örneğin, Marksist parti ve örgütlenme pratikleri merkeze “seçim yarışını kuralına göre oynayıp kazanma” hedefini koymadıklarından, “seçmene dokunan lider” fenomeni popülizm deneyimlerindeki kadar görünür değil. Geleneksel radikal siyasetin birinci önceliği siyasal iktidarı kazanmadan önce toplumsal hayatın sinir merkezlerinde güçlü bir örgütlenme ağı kurmaktır. Bu örgütlenme modeli, sosyo-ekonomik düzenin yapısal krizleri karşısında siyasal hareketi dayanıklı ve hazırlıklı kılar. Zira, popülist modelden farklı olarak, kitle bir yığından ziyade organize hareket kabiliyetini birçok yerellikte sergileyebilen bir iktidar ortağıdır.

Kuşkusuz radikalizm ve popülizm asla bir arada var olamayacak, zıt özellikler değil. Daha da ötesi, toplumu dönüştürme iddiasındaki hareketlerin bu iki temel unsuru uygun bir denge içerisinde birleştirmesi kaçınılmaz. Ancak, uyumlu dengeyi yakalayabilmek için öncelikle merkez siyasetten uzaklaşmanın bu iki formu arasındaki farkın altını çizmeli, muhtemel uyuşmazlıkları analiz etmeli ve önceliklerin çatışması durumunda gerilimin nasıl giderilebileceğine kafa yormalıyız. Bu ayrım ve problematiklerin su yüzüne çıkmadığı koşullarda “sola kaymak” deyişinden farklı anlamlar çıkarmak işten bile değil. Söz konusu kavramsal ayrımın yokluğunda, merkeze fazlaca yaklaşan bir siyasal özneyi eleştirirken, onun popülistleşmesi mi yoksa radikalleşmesi mi gerektiğini berrak bir dille ifade edemeyebiliriz.

(1) Mudde, C. (2004) ‘The Populist Zeitgeist’, Government and Opposition, 39 (4), 542–63.

(2) Žižek, S. (2006). Against the populist temptation. Critical Inquiry, 32(3), 551-574.

(3) Kouvelakis, S. (2016). SYRIZA’s Rise and Fall. New Left Review, 97, 45-70.

(4) Mouffe, C. (2018). For a Left Populism. Verso.

(5) Laclau, E. & Mouffe, C. (2001). Hegemony and Socialist Strategy: Towards a Radical Democratic Politics. Verso.

(6) Mouffe, C. (2005) On the Political. London: Routledge.

(7) Weyland, K. (2001). Clarifying a contested concept: Populism in the study of Latin American politics. Comparative politics, 1-22.

*Amsterdam Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü Doktora Adayı