Sosyalizm insanlığa ne vadediyor?

Emekçinin kendisine, ailesine ve çevresine ayıracağı zamanın artması anlamına gelen işgününün kısalması, onun becerilerini geliştirip zenginleştirme olanağını bularak kendisini “parça-insan” olmaktan kurtarabilmesinden tutalım yönetim işlerine katılacak zaman ve imkan bularak proleter demokrasinin işlemesini kağıt üzerinde kalmaktan kurtarmaya kadar bir dizi alanda sosyalizmin gerçekleştirmesi gereken bir dizi radikal değişimin maddi zeminini hazırlayacaktır.

Google Haberlere Abone ol

H. Selim Açan

Sosyalizm kapitalizmin alternatifi olmaktan çıktı mı?

Kapitalist sistemin geleceğinin kalmadığını düşünen muhalif kesimler içinde bile bu soruya olumlu yanıt verenler hâlâ çoğunlukta maalesef.

Bazılarında ‘düşmanlık’ boyutuna varan bu uzaklığın bir dizi nedeni var kuşkusuz. Fakat bunlar içinde tayin edici olanı 1989’da utanç verici görünümler kazanarak noktalanan yozlaşmanın yarattığı hayal kırıklığı. “Sosyalizm” denildiği zaman akıllara geçmişteki tarihsel başarılardan çok 1989’daki çöküş sırasında ve öncesinde tanık olunan olumsuzluklar geliyor.

Bu etkenin rolü belirleyici olmakla birlikte sosyalizmin çekim gücünün hâlâ bu denli zayıf olmasında pay sahibi kimi başka nedenleri de gözden kaçırmamak gerekiyor. Sosyalizm denildiği zaman günümüzde hâlâ 1871’deki Paris Komünü deneyimiyle 1917’deki Ekim Devrimi’nin ardından girişilen inşa süreçlerinin başarılarını hatırlatmanın ötesine geç(e)meyen taşlaşmış dogmatizmle, sosyalizmin gerekliliğini kapitalizmin neden olduğu yıkım ve tehlikelerden hareketle ‘korkulara’ hitap ederek propaganda ettiğini zanneden felaket tellallığını bu etkenler kapsamında sayabiliriz.

Her şey bir yana sosyalizmin özüyle de dinamik karakteriyle de bağdaşmayan bu tür basmakalıp yaklaşım ve yöntemlerde ısrarlı olunduğu sürece, sosyalizme yeniden çekim gücü kazandırmak şurada dursun, kapitalizme alternatif arayışı içindeki güçlerin dikkatini çekme olanağı dahi yok.

Günümüzde sosyalizmin propagandası, insanlığa nasıl bir gelecek vadettiğini, bunu hangi ilkeler temelinde nasıl gerçekleştireceğini anlatmayı esas almalı ve bu gelecek vaadinin zihinlerde canlanmasını sağlayacak somut hedef ve öneriler temelinde kendini ifade etmelidir.

Tabii bunun için önce sosyalizmin de bir ‘yenilenme ihtiyacı’ içinde olduğu görülmelidir.

Gerçi “Yenilenme” kavramı, 1989 sonrasında şaha kalkan tasfiyecilik ortamında, Marksizmin devrimci özüne ve bilimsel sosyalizm düşüncesine sırt çevirerek liberalizme yelken açan eğilimler tarafından fazlasıyla kirletilmiş bir kavramdır. Fakat bu inkarcılığın devrimci alternatifi, düşünce donması, belirli kalıp ve sloganları tekrarlamakla yetinen katılaşmış bir tutuculuk değildir. Önemli olan hangi temellerde, nasıl bir yenilenme arayışı ve yönelimine girildiğidir.

Sözünü ettiğimiz ‘yenilenme’, sosyalizmin tarihsel amacını kendine rehber alarak üç ana ayak üzerinde yükselmelidir:

- Sosyalizme bilimsel bir karakter ve temel kazandıran Marksizmin bu konudaki temel çözümleme ve tezleri,

- 20. yüzyıldaki sosyalizmi inşa pratiklerinden çıkarılması gereken ders ve sonuçlar,

- İnsanlığın toplumsal üretici güçlerinde, bilim ve teknolojideki gelişmelerin sağladığı olanaklar.

Yol gösterici ilkeler olarak görülmesi gereken bu esaslar, zeytinyağı-su ilişkisi biçiminde de değil, diyalektik iç bağlantılara sahip bir bütünlük ilişkisi içinde ele alınmalıdır.

TARİHSEL AMACIN SİLİKLEŞİP GÖZDEN KAYBEDİLMESİ

Sosyalizm düşüncesindeki donmanın da geçmiş inşa pratiklerindeki sapma ve bozulmaların da başlangıç noktasını, sınıfsız komünist toplumun ilk aşaması olarak sosyalizmin misyonunun ve ona da kaynaklık eden tarihsel amacın “unutulması” oluşturur. Bunun yerini parti ya da proletarya diktatörlüğü gibi kimi araçların ya da kapitalizmle sınıfsız komünist toplum arasında ara bir aşamayı/geçiş aşamasını oluşturan sosyalizmin kendisinin (daha doğrusu onun tek ülkedeki kazanım ve ilerlemelerinin) amaçlaştırılması almıştır.

Bu nedenle, sosyalizm düşüncesinde devrimci bir yenilenme yönelimi her şeyden önce komünist topluma ulaşma tarihsel amacını hatırlayarak yola koyulmalı ve taktik adımlarında dahi bu hedefi gözeterek hareket etmeyi temel ilke haline getirmelidir.

Nedir bu tarihsel amaç?

Bunun en kısa tanımını Marksizmin kurucularından Engels, Komünizmin İlkeleri broşüründe verir: “Toplumun her üyesinin bütün yeti ve yeteneklerini tam bir özgürlük içerisinde geliştirip kullanabileceği” bir toplumsal düzen kurmak!..

Daha geniş bir tanımı ise Marks’ın 1844 El Yazmaları’nda buluruz:

“... Komünizm, insanın kendisine yabancılaşması olarak özel mülkiyetin olumlu aşılması ve dolayısıyla insani özün insan tarafından ve insan için gerçekten sahiplenilmesidir. Komünizm, bu nedenle, insanın toplumsal (yani insani) bir varlık olarak kendisine eksiksiz geri dönüşüdür.

Bu kendine geri dönüş, bilinçle yerine getirilir ve önceki gelişmelerin bütün zenginliğini kucaklar.

Bu komünizm, tam gelişmiş doğalcılık olarak hümanizme eşittir, tam gelişmiş hümanizm olarak doğalcılığa eşittir.

Bu komünizm, insan ile doğa, insan ile insan arasındaki çatışmanın sahici çözümüdür.

Varlık ile öz, nesneleşme ile kendi kendini teyit etme, özgürlük ile zorunluluk, birey ile insan türü arasındaki çekişmenin gerçek çözümüdür.

Komünizm, tarih muammasının çözümüdür ve kendisinin bu çözüm olduğunu bilir”. (K. Marks, 1844 El Yazmaları)

Bilimsel sosyalist teorinin iki kurucu önderinden yaptığımız şu iki küçük alıntı bile bize hem 20. yüzyılın sosyalizmi inşa pratiklerinden çıkarmamız gereken dersler bab’ında çok şey anlatır hem de insanlığın toplumsal üretici güçlerinin, bilim ve teknolojinin günümüzde ulaştığı gelişme düzeyine bakarken geçmiş girişimlerden çok daha ileri noktalardan işe başlayarak nasıl çok daha gelişkin bir sosyalizm inşa edebileceğimizi görmemizi kolaylaştırır.

İlkine ilişkin olarak en başa şunu yazmamız herhalde yanlış olmaz: 21. yüzyılın sosyalizmi, kendini her zaman ve her konuda kapitalizme göre değil komünizm idealine göre tanımlamalı ve bütün adımlarını bu tarihsel amaca uygun atmayı esas almalıdır.

Sosyalizmin, kapitalizmle rekabeti ve ona üstünlük sağlamayı esas alıp kendini pratikte -giderek teoride de- buna göre tanımlamaya başlaması geçmişteki bir dizi sapmanın da döl yatağıdır. Tarihsel konum ve işlev bakımından kapitalizmle komünizm arasındaki geçiş aşamasını oluşturan sosyalizmin ‘kendinde şey’ haline getirilerek amaçlaşmasına yol açan bu ideolojik kayma ardından ister istemez yeni sapmalar doğurur. Proletarya diktatörlüğü sisteminin fiilen nasıl kurulup işletildiğinden tutalım sanayileşme stratejisine, sosyalizm adına izlenen dış politikadan tutalım dünya proleter devrimine yaklaşım ve enternasyonalist sorumlulukların kavranışına kadar hayatın her alanında atılan adımlara yön veren paradigma farklılaşmıştır çünkü. Doğurduğu sonuçlar da esas alınanın içeriğine bağlı olarak tabii ki farklılaşır.

Sosyalizmi inşa sürecinde ulaşılması gereken asıl hedef olarak siz komünizmin ilke ve esaslarını değil de kapitalist-emperyalist dünya ile rekabeti esas alıp ön planda tutacak olursanız şayet, proletarya iktidarının örgütlenmesinden işleyişine eldeki kaynakların kullanımından sanayileşme stratejinize kadar her konuda kitlelerin temel ihtiyaçlarının karşılanıp toplumsal refahın yükseltilmesi yerine güvenlik kaygıları, askeri ihtiyaç ve öncelikler tayin edici hale gelir. Örneğin, sosyalist inşa ve ilişkilerin ilerleyip derinleşmesine paralel olarak adım adım sönümlenmeye doğru giden bir devlet mekanizması yerine ordunun ve güvenlik servislerinin merkezi bir rol ve ağırlığa sahip olduğu gitgide şişip azmanlaşan dev bir bürokratik canavar yaratmaktan kaçınamazsınız. Elinizdeki kaynakların çoğu toplumun ihtiyaçları doğrultusunda kullanılmak yerine dipsiz bir kuyu olan silahlanma yarışına gider. 1956 sonrasının SSCB örneğinde olduğu gibi bir taraftan uzaya uydular gönderir, gerisinde tamamen askeri amaçların yattığı uzay yarışında uzun yıllar emperyalist rakiplerinizin önünde giderken öte tarafta Moskova gibi bir metropolde bile insanlarınız sabun kuyruklarında çile çeker. Çoğu zaman ve çoğu yerde temel tüketim maddeleri kıtlığı ve karaborsası yaşanır.

Komünizm tarihsel amacı yerine kapitalizmle rekabeti esas alan bir sosyalizm anlayışının, kendini amaçlaştırmaya paralel olarak 'devletçi-milliyetçi' bir savruluş sergilemesi kaçınılmaz hale gelir. 20. yüzyılın pratikleri bu yönüyle de ders alınması gereken ibretlik örneklerle doludur. Düşünün ki, “sosyalist” geçinen ülkeler arasında bile sınır anlaşmazlıklarından kaynaklanan savaşlar yaşanabilmiştir. Arnavutluk Kosova üzerinde, Sovyetler Birliği ile Çin Kamçatka Yarımadası'nda, Vietnam Kamboçya'ya ait kimi topraklarda “hak” iddia edebilmiş ve bunlar uzun yıllar süren askeri ve siyasi gerilim ve sürtüşmelere kaynaklık etmiştir.

‘SOSYALİZM’ DENİLİNCE AKILLARA NE GELİYOR?

‘Sosyalizm’ denildiği zaman bugün insanların aklına ne Paris Komünarlarının yiğitliği ve atılganlığı ne 1930’ların muazzam sınai, toplumsal ve kültürel dönüşümleri geliyor. “Asalaklaşan ve gericileşen kapitalizm” olarak emperyalizm çağının ürünü faşizm belasının belini kırarak 22 milyon evladının canı pahasına da olsa Hitlerci katiller sürüsünü inlerine kadar kovalamış olmak bile ancak hatırlatılınca anılıyor.

Buna karşın sosyalizm denilince akıllara hemen “özgürlük yoksunluğu”, “despotizm”, “diktatörlük”, “bürokrasi” vb. geliyor. Sıradan insanların zihninde sosyalizm maalesef bu kavramlarla özdeşleşmiş durumda. Uzun bir tarihsel geçmişe sahip gerici şartlanma ve önyargıların derinliğine ilaveten burjuva-gerici propaganda makinasının onlarca yıldan beri yürüttüğü sistematik faaliyet ve kampanyaların bu algının oluşmasındaki tayin edici rolü elbette küçümsenemez. Fakat her şeyi sosyalizm düşmanlarının çarpıtmalarıyla, yalan ve iftiralarıyla “açıklamaya” kalkmak da başkalarından önce kendimizi kandırmaya çalışmak olur.

Nedenleri ve gelişim süreçleri ayrı bir tartışmanın konusu olmakla birlikte 20. yüzyıldaki sosyalizm pratiklerinin bu konuda vahim sapmalar gösterip sosyalizmin doğasına da komünizm tarihsel amacına da taban tabana zıt bir grafik çizdikleri gerçeğinin üzerinden atlayamayız. Bu konuda kafamızı ne kadar kuma gömmeye çalışırsak başkaları üzerindeki etkimizi ve inandırıcılığımızı da kendi ellerimizle ortadan kaldırmış oluruz.

Öte yandan bu noktada sorun sadece geçmiş tarihsel deneyimlerin dürüst ve nesnel bir muhasebesini yapmanın ötesindedir. Bu konu aslında sosyalizmin geçmişi kadar geleceğini de ilgilendiren bir boyuta sahiptir. Sosyalizme süreklileşmiş bir canlılık ve sağlamlık kazandırma sorunsalı çıkar bu noktada karşımıza.

20. yüzyılın pratiklerine baktığımız zaman kabaca şöyle bir manzara ile karşılaşırız: Yıkılan sömürücü sınıfların sınıf egemenliğinin vahşetini yaşamış, o insanlık dışı sömürü ve baskı düzeninin ne anlama geldiğini bizzat kendi pratiğinden bilen kuşaklarla hemen onun arkasından gelen ve ebeveynlerinin yaşadıklarıyla henüz ilk adımlarını atmakta olan sosyalizm sayesinde kendi yaşamları arasındaki farkın karşılaştırmasını yapabilecek konumda olan kuşaklar içinde sosyalist idealizm güçlü ve diridir.

Fakat yıllar ilerledikçe, arkadan gelen kuşaklarda bu idealizmin zayıflayıp silikleştiği, yerini sosyalizmin ruhuna ve amaçlarına uzak hatta onunla taban tabana zıt bireyci özlem ve yönelimlerin aldığını görürüz. Arkasında kimlerin parmağı ve kışkırtmaları olursa olsun, örneğin Polonya’da sınıfın bizzat kendisi “sosyalist” geçinen rejime karşı yıllarca inatçı bir kavga yürütmüşken 1989 çöküşü sırasında “en sosyalist” gördüklerimiz dahil hiçbir ülkede sosyalizmi savunmak için kayda değer tek bir direnişin dahi gösterilmemiş olması bunun çok açık ve acı bir kanıtıdır. Gerisinde uzun yıllara yayılan bir bozulma sürecinin yattığı bu yabancılaşma süreçlerinin sonunda, sosyalizmi savunmak için öne atılıp direnmek şurada dursun, bir muza ya da blucine tav olabilen, üç-beş dolar uğruna sergilemediği düşkünlük kalmayan sözde sosyalist kuşaklarla karşılaşılmıştır.

Dolayısıyla, sosyalizm adına bu tarihsel başarısızlığı doğuran nedenler cesaretle belirlenip ortaya konulmak zorundadır. Mesele “peki o nereden çıktı” ya da “neden önlenemedi” sorularına bile tam yanıt oluşturmayan genel bir “revizyonist ihanet”, “bürokratik yozlaşma”, “dönemin tarihsel koşulları” vb. gibi kalıplarla geçiştirilemeyecek kadar kapsamlı ve tarihseldir.

SOSYALİZME SÜREKLİLEŞMİŞ BİR CANLILIK KAZANDIRMAK

Basitleştirerek ifade etmeye çalışacak olursak, kapitalist sistemi süreklilik kazandıracak şekilde yeniden üreten temel dinamik, doymak bilmez bir kar hırsı ve onun körüklediği vahşi rekabettir.

Peki, sosyalizme süreklilik kazandıracak temel dinamik nedir, daha doğrusu ne olmalıdır?

Sömürünün ve ondan kaynaklanan bütün eşitsizliklerin, her türlü baskı ve zulmün, insanlık dışı uygulama ve sonuçların ortadan kalktığı eşitlik ve kardeşlik dünyası olarak sınıfsız komünist bir topluma ulaşma propagandasının bu süreklilik ve dayanıklılığı sağlamaya tek başına yetmediği pratikte görülmüştür. Demek ki, ne kadar anlamlı ve çekici olursa olsun sadece soyut ve genel bir gelecek perspektifinin dışında, daha doğrusu onu tamamlayacak, ona da güç kazandırıp arada köprü oluşturacak şekilde somut bazı adımlar yanında, gelişmeye süreklilik kazandıracak dinamiklere ve mekanizmalara ihtiyaç vardır.

Çözümün tamamı olarak görülmemek kaydıyla, emekçi kitlelerin, yaşamlarını ilgilendiren her konuda görüş, öneri ve eleştirilerini hiçbir kaygı ve korku duymadan özgürce dile getirebilecekleri doğrudan demokrasinin esas alınıp kurumsallaştırılması bize göre bu mekanizmalardan biri hatta öncelikli olanıdır.

Zaten işçi ve emekçi yığınların kendi yaşamlarını ve geleceklerini ilgilendiren irili-ufaklı her konuda tayin edici iradenin sahipleri olarak kendilerini olabildiğince dolaysız ve özgürce ifade edebilmeleri, yönetenler-yönetilenler ayrımını ve bütün biçimleriyle devlet denilen aygıta olan ihtiyacı ortadan kaldırmayı amaç edinen komünizm tarihsel amacına sadakatin doğal gereğidir. Konu bu yönüyle de, sosyalizmi ‘kendinde şey’ haline getirip amaçlaştırmama yükümlülüğüyle dolaysız bir bağa sahiptir.

21. yüzyıl sosyalizminin net bir biçimde vadedip içermesi gereken temel özelliklerden bir diğeri ise çalışmanın (iş’in) amacı ve koşullarını kökten değiştirmekle kalmayıp emekçilerin kendilerine ayırabilecekleri boş zamanların çoğaltılmasını (Marks’ın Kapital’de “zorunluluk ve günlük kaygılarla belirlenen emeğin sona erdiği yerde başlamış olur” diye tanımladığı “özgürlük alemi”nin genişletilmesini) esas almasıdır.

Türkiye solunda uzun yıllar -kimilerinde halen- sosyalizm çalışma ile özdeşleştirilmiş, “emeğe değer verme” adına çalışma yüceltilmiştir (“Emek en yüce değerdir” sloganı hatırlansın). Bu aslında, sosyalizmi kapitalizme yakınlaştıran, daha da vahimi, toplama kamplarının girişlerine bile “çalışma özgürleştirir” (“Arbeit macht frei”) sloganını yazan faşizmle bu yönden arasındaki sınırları belirsizleştiren korkunç bir yanılsamadır. Komünizmin başlangıç evresi olarak sosyalizmin kapitalizmle olan özsel farklılıklarının nerede yattığı ve komünizmin insanlığa nasıl bir gelecek vadettiği konularında bilimsel sosyalizm öğretisine olan uzaklığın göstergesidir.

Marksizmin bütün klasiklerinde komünizm sık sık “özgürlük alemi” olarak tanımlanır. Bu özgürlük aleminin, insanlığın istese de üstünden atlayamayacağı zorunluluklar alemiyle ilişkisi içinde nasıl gerçekleşeceğini Marks, Kapital'de şöyle anlatır:

“..Gerçekte özgürlük alemi ancak, ihtiyaçlar ve günlük kaygılarla belirlenen emeğin sona erdiği yerde fiilen başlamış olur; demek ki bu alem, eşyanın doğası gereği, fiili maddi üretim alanının ötesinde bulunur. Nasıl ki vahşi insan, gereksinimlerini karşılamak, yaşamını sürdürmek ve yeniden üretmek için doğayla boğuşmak zorundaysa, aynı şekilde uygar insan da aynı zorunluluk içerisindedir. Bunu, bütün toplumsal biçimlenmelerde ve akla gelen her üretim tarzında yapmak zorundadır. İnsanın gelişmesiyle birlikte istekleri artacağı için, bu fiziksel ihtiyaçlar alanı da genişler. Ama aynı zamanda bu gereksinmeleri karşılayan üretici güçler de artar. Bu alanda özgürlük, ancak, doğa ve onun kör güçlerince güdülmek yerine, doğayla alışverişi akılcı biçimde düzenleyen, doğayı ortak denetimleri altına alan, bunu en az enerji harcayarak ve insan doğasına en uygun ve ona en yaraşır koşullar altında başaran toplumsallaşmış insana, yani birleşmiş üreticilere bağlı olarak ortaya çıkar. Ama yine de bu bir zorunluluk alemi olmaya devam eder. Gerçek özgürlük alemi, kendi başına bir amaç olarak insan enerjisinin gelişmesi bunun ötesinde başlar. Ama bu da ancak, bu zorunluluk alemi temelinde serpilip gelişebilir. İşgününün kısaltılması onun temel önkoşuludur” (Marks, Kapital, III. Cilt).

Burada çalışmanın yüceltilmesine dair en küçük bir belirti var mıdır? Tam tersine Marks, insanın özgürleşebilmesinin “temel önkoşulu” olarak işgününün kısaltılmasını yani ‘zorunlu çalışma süresinin’ düşürülmesini öğütlemektedir.

Bu adım sadece bizim “tembellik hakkı” olarak nitelediğimiz boş zaman süresinin artmasının (Marks'ın söylemiyle “özgürlük aleminin serpilip gelişebilmesinin”) değil, toplumsal ihtiyaçların karşılanabilmesi için zorunlu olmaya devam eden çalışmanın (iş'in) insanileşebilmesinin, onun zorla katlanılan bir eziyet/angarya olmaktan çıkıp insani bir ihtiyaç, insanın kendini gerçekleştirme ve ifade etme aracı olarak zevk ve keyif konusu haline gelmesinin de önkoşullarından biridir.

Emekçinin kendisine, ailesine ve çevresine ayıracağı zamanın artması anlamına gelen işgününün kısalması, onun becerilerini geliştirip zenginleştirme olanağını bularak kendisini “parça-insan” olmaktan kurtarabilmesinden tutalım yönetim işlerine katılacak zaman ve imkan bularak proleter demokrasinin işlemesini kağıt üzerinde kalmaktan kurtarmaya kadar bir dizi alanda sosyalizmin gerçekleştirmesi gereken bir dizi radikal değişimin maddi zeminini hazırlayacaktır.

İnsanlığın toplumsal üretici güçlerindeki gelişmenin, bilimin ve teknolojinin şimdiden ulaştığı düzey ve sıçramalı gelişme potansiyelleri gözönüne getirilecek olursa gerek en basit gündelik kararlardan sosyalist rejimin izleyeceği dış politika sorunlarına kadar istisnasız her konuda kitlelerin karar süreçlerine doğrudan katıldıkları gelişkin bir sosyalist demokrasinin işletilebilmesi gerekse zorunlu çalışma süresinin haftada en fazla 4 güne günde en fazla 3-4 saate indirilebilmesi ‘hemen, şimdi’ gerçekleştirilebilecek kadar olanaklıdır.

Günümüzde sosyalizm insanlığa ‘işe bu adımlarla başlayarak gerisini hep birlikte tartışıp karara bağlayarak getirme’ sözünü ve umudunu vermek zorundadır.