Popülist arkaik sol(?)

'Sol başarısızdır' argümanı, sistemik faktörleri değerlendirme dışı bırakması dolayısıyla seçim sonuçlarının sığ bir değerlendirmesini öneriyor. Daha vahimi, bu değerlendirme, demokrasiyi yüzde 43.4 oy alan bir partinin iktidar zaferine indirgemesi sebebiyle, çoğulculuk, koalisyon ve uzlaşı kültürü bir yana, “salt çoğunlukçuluk” kriterini dahi göz ardı ediyor.

Google Haberlere Abone ol

Ozan Utku Çam*

Birleşik Krallık’taki genel seçim sonuçları kamuoyunda ağırlıklı olarak “arkaik” solun veya “popülist” solun başarısız olduğu şeklinde yorumlandı.

Bu yazının gayesi bu argümanlarda gömülü olan üç önermenin eleştirel bir değerlendirmesini yapmaktır. Sırasıyla ele alınacak önermeler Birleşik Krallık’ta solun başarısız olduğu, solun arkaik düşünceler sebebiyle başarısız olduğu ve de solun popülist olduğudur. Buna mukabil baştan belirtmem gerekir ki Birleşik Krallık'taki seçim sonuçlarını etraflıca analiz etme iddiası bu yazının boyunu aşar.

BİRİNCİ ÖNERME: 'SOL BAŞARISIZ OLDU'

Başarı, siyasi iktidarı elde edenin mutlak başarılı, elde edemeyenin mutlak başarısız olduğu sıfır-toplamlı bir oyun olarak tespit edildiğinde, yüzde 43 oy oranıyla iktidar olan Muhafazakâr Parti’yi başarılı, yüzde 32 oy oranıyla iktidar olamayan İşçi Partisi’ni ise başarısız ilan etmek işten bile değildir. Fakat böyle bir değerlendirmenin bizleri, eldeki sonucu çevreleyen ve hatta tayin eden esasa ilişkin faktörleri görmemizi engelleyen bir zihin tembelliğine sevk edeceğini düşünüyorum.

Bu yüzden Muhafazakâr Parti yüzde 43 oy oranı ile nasıl iktidar olmuştur sorusunu tartışmak niyetindeyim. Bu soru bizi Birleşik Krallıktaki seçim sistemi üzerine düşünmeye sevk edecektir.

Mukayeseli siyaset ve hukuk üzerine eğilen akademisyenleri istisna tutarsak, seçim sisteminin seçim sonuçlarını tayin etmedeki mühim rolü Türkiye’deki seçim tartışmalarında çoğu zaman es geçilir. Halbuki “oyunun kuralları”, en az partilerin siyasa önerileri kadar seçmen davranışını ve parlamento kompozisyonunu tayin eder niteliktedir.

Birleşik Krallık’ta tek turlu tek adaylı basit çoğunluk sistemine dayanan dar bölge seçim sistemi mevcuttur. Bu sisteme göre tüm ülke 650 seçim bölgesine bölünür. Her bölgede her parti tek aday gösterir. Bu adaylar arasında en yüksek oyu alan kişi parlamentoya gitmeye hak kazanır. Mesela, 10 partinin sıkı rekabet içinde olduğu bir seçim bölgesinde, A partisinin adayı yüzde 15 oy alsa dahi, diğer partilerin adaylarından daha fazla oy almış ise, o bölgenin tek milletvekili olarak parlamentoya gidecektir. Bu durumda o bölgenin A partisi adayına oy vermemiş yüzde 85’lik kesimi parlamentoda temsiliyet bulamamış olacaktır.

Toplumsal farklılaşmanın nispeten az olduğu 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısını kapsayan dönemlerin iki veya üç partili parti sistemlerinde yukarıda verilen farazi örnekteki gibi büyük temsiliyet problemleri ortaya çıkmıyordu. Ne var ki farklılaşmış toplumsal grup sayısının çoğaldığı günümüz toplum yapılarında çoğunlukçu sistem, büyük toplumsal kütlelere avantaj sağlama, küçük toplumsal kütlelere ise dezavantaj sağlama işlevi görüyor. Bu avantaj, alınan oy oranı ile parlamentoda elde edilen sandalye sayısı arasındaki orantısızlıkta, yani temsilde adaletsizlikte kendini belli ediyor.

Aşağıdaki grafik, Birleşik Krallıktaki partilerin aldıkları oy oranları ile parlamentoda elde ettikleri sandalye sayılarını gösteriyor. Görüleceği üzere Muhafazakâr Parti aldığı yüzde 43 oy oranıyla sandalyelerin yüzde 56’sını elde ederek iktidar olmuştur.

.

Oysaki seçimlerin, salt Brexit meselesi aksında hizipleri taksim ettiği gibi bir ön koşuldan yola çıkarsak, Brexitçi partilerin (Muhafazakar Parti, Brexit Partisi ve Demokratik Birlikçi Parti) toplam oyunun yüzde 46.4’te kaldığı sonucuna ulaşırız. Buna mukabil Brexit karşıtı veya AB ile bu konuda müzakereye devam edilmesinden yana olan partilerin (İşçi Partisi, Liberal Demokrat Parti, İskoç Ulusal Partisi, Yeşil Parti ve diğer küçük partiler) toplam oyunun en az yüzde 50.3 olduğunu görüyoruz(1). Ne var ki seçim sistemi dolayısıyla bu iki hizbin parlamentodaki sandalye dağılımı aksi yönde tecelli etti. Brexit hizbi, aldığı yüzde 46.4 oy oranına rağmen sandalyelerin yüzde 57.3’üne sahip olurken, AB yanlısı veya müzakereci hizip, aldığı yüzde 50.3 oy oranına rağmen sandalyelerin yüzde 41’ini elde etti(2).

Karşı-olgusal analizler her daim birtakım ön koşullara dayanmak zorundadır. Bu rezervi hesaba katarak, mevcut sonuçların aynı şekilde tecelli edeceği, partilerin salt Brexit meselesi aksından hizipleştiği, fakat seçim sisteminin muntazam nispi temsiliyet sistemine dayandığı bir senaryoyu simüle ettiğimizde, İşçi Partisi hizbinin sandalyelerin en az yüzde 50.3’ünü alarak iktidar olacağı ortaya çıkıyor.

Özetle, burada muhasebe etmeyi önerdiğim görüş, seçim sisteminin muntazam nispi temsiliyete dayanan bir sistem olduğu durumda, iktidarı elde edecek aktörün bugünkünden farklı olabileceği ihtimalidir. Bu noktada İsveç’te aldığı 28.7 oy oranıyla koalisyon iktidarında bulunan Sosyal Demokrat Parti’nin durumu akla getirilebilir.

Sonuç olarak “sol başarısızdır” argümanı, sistemik faktörleri değerlendirme dışı bırakması dolayısıyla seçim sonuçlarının sığ bir değerlendirmesini öneriyor. Daha vahimi, bu değerlendirme, demokrasiyi yüzde 43.4 oy alan bir partinin iktidar zaferine indirgemesi sebebiyle, çoğulculuk, koalisyon ve uzlaşı kültürü bir yana, “salt çoğunlukçuluk” kriterini dahi göz ardı ediyor.

İKİNCİ ÖNERME: 'SOL ARKAİK OLDUĞU İÇİN BAŞARISIZ OLDU'

Türkiye kamuoyunda Birleşik Krallık’taki seçim sonuçlarıyla ilgili tezahür eden ikinci bir argüman Britanya Solu’nun 1970’lerin arkaik düşüncelerine saplandığı, kendini yenileyemediği, hatta yeniliğe kapalı olduğu, ve bu sebeplerle seçimi kaybettiği argümanı(3). Açıkçası bu cümlelere sıkça rast gelmeme rağmen argümanı detaylandıran ve bu arkaik siyasaların ne olduğunu tane tane açıklayan bir yazıya henüz rast gelmedim. Bu “arkaik” düşüncelerden kastın artan oranlı vergi, sağlık sisteminin kamu yanlısı olacak şekilde düzenlenmesi, ve eğitimde fırsat eşitliği gibi görüşler olduğunu düşünüyorum.

Girizgâhta da belirttiğim üzere bu siyasa konularının seçim sonuçlarına etkisini doğrudan analiz etme gibi bir iddiam yok. Kaldı ki elimde bu yönde veri de yok. Fakat ifade etmek gerekir ki bu meselelerin seçmen nezdinde önemli bir karşılığı olmuş olacak ki, ekonomist Paul Krugman’ın da(4) işaret ettiği üzere, Muhafazakârların kampanyası dahi, sağlık konusunda dümenin sağa değil, sola kırılacağı vaatleri üzerine kuruluydu. Bu itibarla, Sol’un başarısını değerlendirirken, mesela, siyasetin gündemini tayin etme kriteri de hesaba katılabilir.

İkinci olarak “arkaik çizginin” başarı veya başarısızlığını tespit edebilmek için Corbyn dönemi İşçi Partisi performansını Corbyn öncesi İşçi Partisi performanslarıyla kıyaslamak gerekiyor. Aşağıdaki betimleyici istatistikler son 18 yılın İşçi Partisi genel seçim sonuçlarını gösteriyor.

2001 İP: %41 (Blair)

2005 İP: %35 (Blair)

2010 İP: %29 (Brown)

2015 İP: %30 (Miliband)

2017 İP: %40 (Corbyn)

2019 İP: %32 (Corbyn)

Oy oranlarına baktığımızda Corbyn’in “arkaik” İP çizgisinin, son 18 yıl baz alındığında Tony Blair – Gordon Brown – Ed Miliband’ın “sosyal-liberal” İP çizgisinden daha başarısız olduğu iddiasının gerçeği yansıtmadığını görülüyor. Aksine, iddia edilebilir ki Corbyn 2015 ylında İşçi Partisi’nin başına geçip partinin dümenini ekonomik ve kimliksel düzlemlerde eşitlikçilik istikametine kırdıktan sonra, özellikle genç seçmenin büyük ölçüde partiye teveccüh göstermesini sağlamış(5) ve partinin oy oranını 2017’de yüzde 40 bandına taşımıştır. Bu oran, Blair’in 2001’deki yüzde 40.7’sinden beri İP’in en yüksek seçim performansı olarak kayıtlara geçmiştir. 2019 seçimlerinde ise, kördüğüm haline gelen Brexit meselesinin gündemi domine etmesi ve İşçi Partisi platformunun bu konuda ikircikli bir halde olması oy oranlarının tekrar düşmesine sebep olmuştur.

Sonuç olarak Corbyn’in arkaik Emek’inin, “yeni siyaset” yapan Blair, Brown, ve Miliband’ın performanslarından daha başarısız olduğu iddiası gerçeği yansıtmıyor. Kaldı ki sosyal-liberal çizginin savunduğu Chicago Okulu’nun 40 yıllık neoliberal iktisat fikirlerinin ne yönden “yeniyi” teşkil ettiği, ne yönden başarılı siyaseti teşkil ettiği müddeileri tarafından izah edilmeye muhtaç konular olmaya devam ediyor.

ÜÇÜNCÜ ÖNERME: 'SOL-POPÜLİST CORBYN'

Kamuoyunda Birleşik Krallık'taki seçim sonuçlarına dair tezahür eden yaygın üçüncü ve son argüman Corbyn’in popülist olduğu. Hakeza bu argümanın da detaylandırıldığı ve gerekçelendirildiği bir yazıya rast gelmedim. Fakat literatürdeki tartışmayı baz alırsak, Jeremy Corbyn ve Bernie Sanders gibi, sol partilerin mevcut neo-liberal çizgilerini terk edip sosyal demokrasiye geri dönmesi gerektiği görüşünde olan siyasetçilerin “sol popülist” olarak etiketlendiğini söyleyebiliriz.

Popülizm, önceleri Juan Peron gibi üçüncü dünya siyasetçilerinin çizgisini açıklamak için kullanılan anahtar bir kavramken, özellikle 80’lerden sonra Avrupa’daki neo-faşist partileri tasvir etmek için de kullanılan bir kavram haline geldi. Daha evvel siyasi yelpazenin uçlarında bulunan görüşlerin, Donald Trump gibi siyasetçilerce merkeze taşınmasıyla birlikte kavram, 2010’larda siyaset biliminin ve medyanın moda kavramlarından birisi haline geldi. Üçüncü dünyayı çalışan ve popülizmin, meselenin özünden ziyade “stratejik” boyutunu teşkil ettiğini iddia eden literatürün aksine, liberal bakışa sahip anaakım akademisyenler, popülizmin bir “yarı-ideoloji” olduğunu ve liberalizmin ilkelerine karşıt olması sebebiyle meselenin özünü teşkil ettiğini söylediler. Bu itibarla popülizmin “asli”, sol ve sağ varyantlarının ise “tali” mesele olduğu imasında bulundular. Diğer bir ifadeyle, sol ve sağ’ı aynı nazarda görmeyi önerdiler. Bu kavramsal çerçevenin doğal sonucu, Corbyn ve Sanders gibi sosyal-liberal çizgiden vazgeçip sosyal demokrat/sosyalist çizgiyi benimsemeyi savunan siyasetçileri sol-popülist olarak etiketlemek oldu.Diğer taraftan, Corbyn ve Sanders gibi siyasetçilerin Trump ve Boris Johnson gibi siyasetçilere taban tabana zıt olduğunu savunan görüş ise, “asli” meselenin sol-sağ ayrışması olduğunu savunmaya devam etti.

Sonuç olarak, popülizm tartışması, -Alman filozof Ludwig Wittgenstein’ın “aile benzerliği” tezinden ödünç alırsak-, iki farklı dilin, iki farklı dünya görüşünün, olguları farklı şekilde ele alması ve buna göre partileri sınıflandırması meselesidir. Bu yazının, bu tartışmayı çözüme kavuşturma gibi bir gayesi yok. Fakat “neden Corbyn ve Sanders’ı sosyalist değil de popülist olarak görmeliyiz” sorusunu, tartışmayı sürdürmek ve olguları berraklaştırmak açısından muhataplarına yöneltmek isterim.

(1) Partilerin Brexit meselesine bakışları için: https://www.bbc.com/news/uk-politics-48027580

(2) Partilerin aldıkları oy ve elde ettikleri sandalye sayıları için: https://www.bbc.com/news/election/2019/results

(3) Levent Gültekin ve Nevşin Mengü’nünşu Tweet’leri örnek olarak düşünülebilir:

(4) https://twitter.com/paulkrugman/status/1205499032392519685?s=20

(5) Linkteki grafik bunu kanıtlar niteliktedir: https://twitter.com/buraktatari/status/1205374456610328576

*Ozan Utku Çam, Central European University'de Mukayeseli Siyaset alanında doktora adayıdır.