Monşerleri savunmak yersiz

Sevgili Selcen benim gibi seksenler değil doksanlar kulübü üyesi Şükrü Ağabeyimizin Türkiye'nin en çok satan gazetesinde hiç lafını sakınmadan Uğur Dündar'a vermekte olduğu mülakatları nasıl göz ardı edersin? 2017 Nisan'ındaki malûm ve meş'um Anayasa referandumundan üç ay önce üniversiteler, barolar birlikleri, eski ve yeni siyasetçiler ve iş dünyası temsilcilerinin hiç sesleri çıkmazken 100 küsur Monşer çok sert denebilecek bir deklarasyona imza attılar.

Google Haberlere Abone ol

Ömer Ersun*

Genç meslektaşım Aydın Selcen'in bu hafta sonu yayınladığı "Diplomatsız diplomasi" başlıklı makalesine bu yazı ile bazı düzeltmeler getirmemi, yaşlı bir diplomatın 40 küsur yıl Bakanlıkta genlerine işleyen usta-çırak ahî geleneğinin dayanılmaz baskısına bağlayabilirsiniz. Aslında Selcen köşe yazılarını takdirle izlediğim, kitabını da okuduğum ve yanlışını düzeltmeyi en son isteyeceğim bir kişi. Aynı zaman diliminde bakanlıkta beraber olsaydık, örneğin dört tam yıl süreyle yürüttüğüm netâmeli siyaset planlama ekibime mutlaka alırdım. Hiç tanışmadık ama sivri üslubundan belli ki tehlikeli bir polemikçi. Bu tehlikeyi de göze alıyorum zira, biz "monşer"ler Hikmet Çetin, Vahit Halefoğlu gibi aydın, uygar ve seçkin bakanların nezaretinde en tehlikeli konuları bile kendi aramızda sansürsüz tartışmaya alışığızdır. O dönemin "en yüksek karar makâmı" dediğimiz siyasetçilerinin de hakkını yemeyelim. Örneğin rahmetli Demirel, Tansu Hanım'ın diplomasi gereklerini bazen tehlikeli denebilecek şekilde ihlal etme potansiyeli taşıyan girişim ve kararlarına karşı en garantili sigortamız, son sığınağımızdı. Biri sağcı, diğeri solcu olduğu halde yurt çıkarları söz konusu olduğu için Demirel'le Hikmet Çetin ağabey-kardeş kadar yakındılar. Rahmetli Özal'ın da bakanlıkla diyaloğu ekibindeki bazı İslâmcı siyasetçilerin münferit münasebetsizliklerine rağmen gayet iyiydi. Örneğin, Özal sanırım aralık ayında başbakanlık görevine başladı. Ocak ayında bir devlet bakanını Tahran'a gönderdi. Değerli bir insan olan o bakan nükleeri pek bilmediği için İranlı karşıtını Türkiye'ye dâvet etmiş, adam da kabul etmiş: İran'ın nükleer santrallerinin inşaat işlerini bizim yüklenme şartlarımızı görüşmek üzere... Siyasî ve teknik (nükleerde betonun yüzde 99 saflık gereği gibi) zorlukları sıralayan bir bilgi notuyla sakıncaları Köşk'e hemen bildirdik. Aynı günün akşamı rahmetli Özal "Hariciye haklı. Tahran BE'liğine bildirin, dâveti iptal etsin" tâlimatını verdi. Aynı şey bugün olsaydı herhalde tâlimat "SPLD memurları artık bakanlığa gelmesin" olurdu. Benzeri pek çok örnek sıralayabilirim. Hep hassas, gizli konular söz konusu olduğu için bunlar bakanlık dışında bilinmez. Bu kısa ön bilgi ile yetinip, konuyu kendi özelimizde kisişelleştirmeden devam edelim. Bu geri plan hatırlanınca Aydın Selcen'i eleştirme nedenlerim de daha iyi kavranacaktır.

BİR: Siyasal İslâm'ın devlet geleneklerini tahrip eden sorumsuz, yurtseverliği hiçe sayan uygulamalarına dayanamadığı için Selcen istifayı basmış. Tepkisi haklı, cesur ve övgüye değer. Ancak, "Kimse istifa etmezken, dışişlerini savunmanın bana kalması trajikomik" diyor. Yazısının en zayıf ve hatalı bölümü de bu. İncitici olmamak için fazla açmayacağım. Özetle hepimizin sorununu benmerkezli tartışamayız. İstifa etmek hiç kolay bir karar değil. İlk tayinim Atina'ydı. Bir yıl sonra Albaylar Cuntası geldi. Zamanla Yunanlı meslektaşlarımızdan birkaç istifa oldu, birini yakın tanıyordum. Çocuk Fransa'ya kaçmaya mecbur oldu, öncesinde ne çektiğini biliyorum. Bugün bizde istifa eden açlığa tâlim etmeyi göze alır. Bunu yapmayanı kınayamazsınız. Eskiden Türkiye'de iyi eğitim almak için zengin aileden gelmek gerekmiyordu. Bakanlıkta benim gibi dar gelirli memur ailelerinin çocukları hiç az sayıda değildir.

İKİ: Emekli Büyükelçilerin "Bu konuda olduğu gibi hiçbir konuda" seslerini çıkarmadıklarından şikâyetçi. İşte burada benim gibi bazı aksakallıların alınabileceğini hiç aklına getirmemiş zira, pırıl pırıl aklı sadece kendi egosuna dönük. Sevgili Selcen benim gibi seksenler değil doksanlar kulübü üyesi Şükrü Ağabeyimizin Türkiye'nin en çok satan gazetesinde hiç lafını sakınmadan Uğur Dündar'a vermekte olduğu mülakatları nasıl göz ardı edersin? 2017 Nisan'ındaki malûm ve meş'um Anayasa referandumundan üç ay önce üniversiteler, barolar birlikleri, eski ve yeni siyasetçiler ve iş dünyası temsilcilerinin hiç sesleri çıkmazken 100 küsur Monşer çok sert denebilecek bir deklarasyona imza attılar. 13 Ocak 2017 tarihinde meslek grubumuzun yaptığı kamuya açık uyarının özeti şuydu: "Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülmekte olan anayasa değişiklik teklifinin.. yasalaşması halinde Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve hukuk devleti olma niteliğini yitirecektir". Bu öngörü aynen çıktı. Arkadaşlarımız monşer olsalar otoriter eğilimleri aşikâr bir siyasî iktidara karşı bu tepkiyi göstermeye cesaret edebilirler miydi?.. Ayrıca, Dışişleri emeklilerinin 160 küsur üyeli bir şifre yazılımının koruması altında olmayan elektronik posta grubu (DB-EM) var. Yıllar önce atılmış tweet'lerin suç sayılabildiği bir ülkede orada özgürce tartışılabiliyor. Öyle ki, 88 yaşındaki çok okuyan ve çok yazan bir ağabeyimiz, sık sık iyi saatte olsunların iletilerini sansürlediğinden kuşkulandığını yazar ve sanırım haklıdır. Bunun yanında pek çoğumuzun kendi elektronik yazışma grubu mevcut. Neyse, açık-kapalı malzeme çok ama uzatmayacağım. En son ve yeni bir açık örnek yeter. Meslekî konularda makale yayınlamaya hiçbir faydası olmadığı düşüncesiyle dört senedir ara vermiştim. Erdoğan'ın nükleer silahlara ilişkin demeci beni kuvvetli bir strese soktu. Belki de yaşlılık sebebiyle aşırı tepki gösterdim, sinirle alelacele bir makale karaladım ve T24'te yayınlandı. Tecrübeli bir aksakala yakışmayacak Eyyy!!! hitabıyla Millî Savunma ve Dışişleri Bakanlarına ülke çıkarlarını tehlikeye atan böyle vahim bir yanlışa nasıl göz yumabildiklerini soran ve düzeltilmesini isteyen bir açık çağrıda bulundum. Ya mezhepleri çok geniş ya da yangın çıkarsalar dahi monşerleri görmezden gelmeye kararlılar ki hiç tepki gelmedi.

ÜÇ: Siyasal İslâm'ın mesleğimize yönelttiği hakaretleri ciddiye almamamız gerektiği kanaatindeyim. Zaten onlar bizden tamamen kopmuş durumdalar. Şu anda bizim bir Dışişleri Bakanlığımız var mı? Bence zabıt kâtipliği düzeyinde bile yok zira, üst düzey görüşmelere artık alınmıyoruz. Rahmetli Demirel son zamanlarında devlet geleneği olmayan yeni Türk Cumhuriyetlerinde istek üzerine baş başa görüşme yapmak durumunda kalırsa hemen bir meslektaşımızı çağırtır ve ne konuşulduğunu devlet arşivleri için ona dikte eder, kayda geçirtirdi. Üstelik çok önemli ikili görüşmeleri artık doğrudan değil tercümanla yapmaya mecburuz. Bunun ne kadar sakıncalı ve tehlikeli bir yöntem olduğu Bakanlığımız jargonuyla "izahtan vârestedir". Biz eskiden "talking points"ler hazırlardık. Derin bir saygı ve sevgiyle andığım dürüst devlet adamı rahmetli Vahit Halefoğlu ile gazeteci mülakatları öncesinde yaptığımız provaları elemle, özlemle hatırlıyorum. Bugün bakanımızın kendisi de anlaşılan hiç bilgi ve yardım almadan aklına geldiği gibi konuşuyor. Örneğin Adana Mutabakatı'ndan ilk söz edildiğinde Erdoğan konuştu, hemen ardından bakanımız herhalde liderinin hoşuna gider diye öyle bir yorum yaptı ki, hayretle internetten kontrol ettim. Olacak şey değil... Bu şartlarda Dışişleri'ni savunsanız ne olur, savunmasanız ne olur? Sağır kulaklara keman çalmanın faydası var mı?

DÖRT: Selcen yazısının sonunda Erdoğan'ın "Bizim Fransa ile çok farklı bir anlaşmamız var. Fransa-İtalya-Türkiye olarak bu adımı atacağız" dediğinden söz edip, "İlerleyen günlerde öğreniriz herhalde Fransa ve İtalya’yla ne iş tuttuğumuzu" diyor. İstanbul Belediyesi seçimlerinin YSK tarafından iptalinin muhtemel olumsuz sonuçlarını kendi aramızda elektronik ortamda tartıştığımız günlerde kaleme alıp yazım grubuma gönderdiğim uzun bir değerlendirmede özetle, seçimler iptal edilmezse ülkemizde “demokrasi varmış gibi” davranma illüzyonu bir süre cilâlanmış olur ve “Başkan” zaman kazanır; ancak, bu takdirde bile iyimser olmak kolay değil demiştim. Kısaltarak aktarıyorum, "Nedeni benim gibi diplomat eskilerinin uzmanlık alanı olan dış politika ve güvenlik politikalarımızın sokulduğu çıkmaz sokak. Dışişleri, Genkur ve MİT’te benim kuşağımın görev yaptığı dönemde S-400’lerin alımı gibi bir kepazelik mümkün değildi. Zira, siyasî karar makâmı uzman görüşlerine itibar ederdi. Bizim dönemimizde de ABD bizi çileden çıkaran işler yaptı (ambargo gibi). Ülke çıkarları söz konusu olduğunda hiddete kapılma gibi bir lüksünüz yoktur. Papaza kızıp oruç bozulmaz, Trump saçmalıyor diye Putin’e cilve yapılmaz. Sağa sola ulufe dağıtarak da bir yere varamazsınız. S-400 kararının ABD’ye karşı haklı bir kızgınlık sonucu alındığını sanıyorum. Genkur ve Dışişleri olarak eskiden olduğu gibi bu kararın ön hazırlığını yapmış olsaydık, aydın asker Orgeneral Necdet Üruğ rahatlıkla siyasî karar makamını örneğin Fransız-İtalyan ortaklığına yönlendirebilir ve küstah Amerikalılara da güzel bir kazık atmış olurduk". İyi saatte olsunların tenezzül edip benim iletilerime zaman ayıracaklarını hiç sanmıyorum. Demek ki, Fransız-İtalyan seçeneğini önceden bildikleri halde S-400'ü tercih etmişler. Bu varsayım siyasal İslâm'ın devlet yapımızı ne kadar tahrip ettiğinin bir göstergesi. Güvenlik bürokrasimizin Üruğ Paşa'dan Hulusi Bey'e devrinin sonuçları benim idrakimi aşıyor. Tek bildiğim laik devlet yapımızı tekrar tesis etmeden ülkemizde yararlı hiç bir şey yapılamayacağı..

*Emekli Büyükelçi