Küresel yeni belediyecilik hareketi ve Türkiye

Yeni-belediyeci hareketler yerel iktidarı “daha doğru” politikalar izleyecek isimlere teslim etmek yerine kent bürokrasisinin öneminin azaldığı bir kendi kendine yönetim modelini gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Geleneksel halkçılığın “halk için karar alma” ilkesinden farklı olarak, “halkın karar alması” düşüncesini vurguluyorlar.

Google Haberlere Abone ol

Doğancan Özsel & Armağan Öztürk

Sol hareketler bütün bir yirminci yüzyıl boyunca çoğunlukla iktidarı hedef alan politikalar geliştirdiler ve toplumu merkezden çevreye yayılarak dönüştürmeyi amaçladılar. Ancak bu genel izlek bugün itibariyle daha fazla sorgulanır hale geldi. Yerel yönetimlerin toplumsal örgütlenme biçimini esaslı biçimde dönüştürme yolunda pek çok imkânı barındırdığı düşüncesi sol siyasette yaygınlaşıyor. Bu tespiti yaparken yakın geçmişe değin solun yerel siyasete tümüyle ilgisiz kaldığını söylüyor değiliz. 1870’lerde Britanya’da ileri sürülen “Belediye sosyalizmi” düşüncesinden itibaren sol hareketlerin yerel siyasete ilişkin açık önerileri daima vardı. Yeniden dağıtımcı yerel politikalardan kurumsal ittifaklar üzerinden yükselen dayanışma meclislerine, kent rantının topluma aktarılmasını sağlayacak sosyal belediyecilik düzenlemelerinden ucuz gıda teminini sağlayacak mikro mekanizmalara değin bir dizi fikir sıklıkla savunulmaktaydı. Türkiye’de de hem Terzi Fikri örneği hem de 1980’lerdeki sosyal belediyecilik tartışmaları hatırımızda. Fakat günümüzde sol gündem yerel yönetimlere daha önce olmadığı kadar stratejik bir önem atfediyor ve toplumsal dönüşümün yerelden başlayarak yayılması prensibi daha cazip görünüyor.

Bu dönüşümün olası nedenlerinden birisi küreselleşme ile iyice çapraşıklaşan emperyal iktidar ağları karşısında anlamlı bir toplumsal dönüşümün bir ulus-devletin yürütme merkezinden başlatılma imkanının zayıflamasıdır. Merkezi iktidarın toplumsal dönüşümü tetiklemek bakımından yerel karşısında sahip olduğu yapısal avantaj, post-endüstriyel kapitalizm çağında önemli oranda törpülenmiştir. Ayrıca toplumsal vasatın milliyetçi-popülist bir yöne seyretmesi nedeniyle sosyalist hareketler, kısa vadede ancak yereli siyasallaştırarak gerçekçi birer iktidar alternatifi olabilirler. Üstelik toplumsal alternatifleri tahayyül etmenin bile zorlaştığı bir çağda dayanışmacı ilkenin somut bir modelinin yerel ölçekte ortaya konulması eskisinden de büyük bir önem arz etmektedir.

Öte yandan geleneksel sol yerel yönetim politikalarının uygulanmasının önünde bir dizi zorluk bulunmaktadır. Öncelikle ulus-devletlerin yeniden güçlendiği ve idari merkezileşme eğilimlerinin baskın olduğu bir dönemde yaşıyoruz. Bu durum yerelde alternatif politikalar üretmek isteyen aktörlerin önüne hukuki ve mali engeller çıkartılmasını kolaylaştırıyor. 1990’larda dahi kolayca uygulanamayan kayyım atama yolunun bugün pervasızca kullanılabiliyor olması bunun göstergesi. İkincisi, orta sınıfları da içine alan sağ popülizm dalgası ile birlikte akrabalık-aynılık mantığına dayalı özcü birlik ideali, farklılıkların birlikteliğini öngören dayanışmacı ilkeden daha çekici bir hale geldi. Dahası, hepsi neo-liberal ağ toplumlarında yetişmiş yeni 21'inci yüzyıl kuşakları var karşımızda. Bu genç yetişkinlerin toplumsal katılım deneyimleri fazla değil ve bu yönde kalıcı bir taleplerinin olacağı da şüpheli. İçerisinde yetiştikleri siyasal kültür ikliminden çok farklı bir iklimde formüle edilmiş fikirleri, apartman toplantılarına katılmaktan dahi imtina eden bu kuşaklara aktarmak yaratıcılık gerektiriyor. Korporatist bir ruhla kurulan ve temsili STK’lar üzerinden sağlayan kent meclisleri gibi uygulamalarla katılımı ve dayanışmayı kalıcı biçimde yükseltmeyi beklediğinizde, bu kuşakların direnci ile değilse bile en azından umursamazlığı ile karşılaşmanız son derece olası.

İşte bu iki paralel eğilim, yani bir yandan yerel yönetimlerin sol gündemde artan önemi öte yandan da geleneksel sol yerel politikaların güncellenmesi ihtiyacı, son on yılda dünyanın farklı bölgelerinde yeni bir belediyecilik vizyonunu filizlendirdi. Böylelikle ortaya, özgür kentler, değişimin kentleri veya yeni-belediyecilik gibi farklı isimlerle anılan bir sol yerel yönetim hareketi çıktı. Bu hareketin aslında ortak bir katı siyasal programı yok. Ancak her biri farklı kesimleri ve talepleri bir araya getiren ittifaklar biçiminde örgütlenen hareketlerin tamamı yereli dönüştürmeyi ve solu yerelden yükseltmeyi hedefliyorlar. Sorunsallaştırdıkları konular ve bunlara getirdikleri çözüm önerileri de birbirlerine benziyor. Alphan Telek’in 22 Eylül 2019 tarihli BirGün Pazar’da başlayan üç yazılık dizisinde anlattığı Müşterek Barselona bu hareketin öne çıkan üyesi. 2017 yılının Haziran ayında yapılan buluşmaya dünyanın farklı bölgelerinden 700’den fazla insanın katıldığı ve toplam on dokuz ülkedeki yerel hareketlerin katkı verdiği “Korkusuz Kentler” isimli bir rehber kitabın yayınlandığı göz önüne alınırsa, karşımızda uluslararası bir hareketin olduğunu söyleyebiliriz.

Bu yeni-belediyecilik hareketinde hedef, neoliberal siyaset-ekonomi-bürokrasi blokuna, yerel düzlemde ve bu blokun siyaseti kapatma eğiliminin yarattığı bir imkânla karşı çıkmak. Bu hedefe ulaşırken izlenen en önemli strateji ise, seçim yoluyla alınan iktidarı bürokratik organların ötesine taşıyan adem-i merkeziyetçi uygulamalar. Böylelikle hakim düzenin içerisinde işleyen kurumsal öznelerin erişemeyeceği bir demokratikleşme düzeyi seçmene deneyimletiliyor. Bunun için söz konusu yeni-belediyeci özneler hukuki sınırları radikal-pragmatik kaygılarla ‘yaratıcı’ bir biçimde yeniden yorumlanmaya ve düzen-içi siyasal öznelerden de böylece niteliksel olarak farklılaşmaya çalışıyorlar.

Dolayısıyla bu yeni-belediyeci hareketler yerel iktidarı “daha doğru” politikalar izleyecek isimlere teslim etmek yerine kent bürokrasisinin öneminin azaldığı bir kendi kendine yönetim modelini gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Geleneksel halkçılığın “halk için karar alma” ilkesinden farklı olarak, “halkın karar alması” düşüncesini vurguluyorlar. Patriarkal değerlerle yüklü bir “kahraman politikacı” arayışından muhalefet türeyen geleneksel siyasete karşılık olarak, birlikte sorular sorup birlikte çözümler geliştirmeyi ve beraberce uygulamayı öngören, siyaseti de kendi deyimleri ile “feminize etmeyi” hedefleyen bir siyasal mantığa sahipler.

Bu fikirlerin pratiğe dökülmesinin önündeki en büyük engel katılım yönündeki taleplerin görece zayıflığı. Siyasal karar alma süreçlerinin tabana yayılması için, öncelikle yurttaş kitlesinde bu yönde kalıcı bir talebi oluşturmak ve katılım süreçleri için gerekli bilgi birikimini de hemşehrilere aktarmak zorunlu. Bunun için de motivasyonu yüksek bir aktivistler topluluğu olmazsa olmaz. Öte yandan bu aktivistlerin devşirileceği kuşakların refleksleri daha bireysel ve ortak eylem dağarcıkları sınırlı. Üstelik bu ağ toplumu insanları için sosyal medyada benlik sunumu yapmak en az kolektif dayanışma pratiğinin kendisi kadar elzem. Yeni-belediyecilik deneyleri, bu eğilimleri bir yozluk veya aşılması gereken bir engel olarak görmek yerine bir fırsat olarak değerlendiriyor ve geleneksel politikalarını bu yeni kuşakları da mobilize edecek biçimde dönüştürmenin yollarını arıyorlar. Örneğin her katılımcının bir kurumsal kimliği temsil ettiği korporatist özyönetim bürokrasileri yerine, insanların çoğul kimlikleri ile ve yalnızca kendilerini temsilen katıldığı, her bir katılımcının bireyselliğini sergilemesine ve deneyimini duyurmasına imkân veren alternatif modeller üretmek için ağ teknolojilerinden faydalanıyor, Decidim Barcelona gibi açık kaynak kodlu dijital yerinden yönetim platformları üretiyorlar.

Peki söz konusu Türkiye olduğunda bu hareketlerden esinle sol belediyelere nasıl bir öneride bulunmak gerek? Elimizde her toplumda işleyecek siyasaların bir listesi ne yazık ki yok. Dolayısıyla yeni-belediyecilik girişimleri, her tikel durum için yeni bir özgün yorum üretmek ve birbirlerinden ödünç aldıkları uygulamaları somut deneyimleri ışığında dönüştürmek durumundalar. Bu biraz kervanı yolda dizmeye benziyor. Tabii Türkiye’nin kendine özgü bir yerel siyaset zemini de söz konusu. AKP belediyeciliği partinin ulusal siyaseti bakımından yerele hep araçsal bir işlevle yaklaştı. Yerel unsurlar merkezin siyasi ajandasının devamı niteliğinde bir pozisyona layık görüldü. 31 Mart seçimleri sonucunda pek çok büyük kenti alarak AKP belediyeciliğini gerileten CHP’de de hem seçmen hem genel merkez bakımından benzer bir eğilim söz konusu. CHP’li seçmen kitlesi İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyükşehir belediyelerini AKP merkez iktidarını dengeleyen ulusal bir karşı ağırlık odağı olarak görüyor mesela. Yani yerel kendi özgünlüğü içerisinde yerel olduğu için değil, ulusal siyasette AKP karşıtı geniş koalisyonun somutlaşmış haline karşılık geldiği için değerli. Parti genel merkezi de bu bakış açısına uygun bir şekilde tüm Halk Partili belediyeler için ortak ilkeler, standartlar ve projeler geliştirme eğilimi içerisinde. Böylesi bir eğilim AKP’yi dengelemek bakımından anlamlı olsa da kesinlikle yerel siyasete zemin kazandıracak bir niteliğe sahip değil. CHP’nin solunda yer alan HDP için de ulusal siyaset yerel karşısında üst belirleyen konumunda. Hem HDP’li belediyelerin Kürt sorunu hakkındaki standartlaşan şablonları hem de devletin bu tavrı teröre destek olarak yorumlayıp belediyeyi HDP’den alıp kayyıma devretme eğilimi ulusal siyaset karşında yerele özerk, ayrı ve farklı bir politik deneyim kurma imkânı bırakmıyor. Yerel olan ulusal siyasetin bir enstrümanı yalnızca. Tabii mevcut durumundaki bu zeminsizlik hemen umutsuzluğa düşürmemeli bizi. Sağ siyasetin özcü popülizm dalgası karşısında sol yerelcilik ciddi bir alternatif. Kendisini bir biçimde solda tanımlayan pek çok belediye el yordamıyla da olsa yerelin hegemonik yapılar karşısında bir karşı bilinç deneyimleme alanı olarak iş görebileceğinin farkında.