Yuvamızı öldürmenin diğer adı: Ekokırım

İklim değişikliğinin, iklim aciliyeti halini aldığı bir dönemdeyiz ne yazık ki. Hukuku, kendini merkeze alarak ve kendisi için şekillendirmiş olan insanlığın, doğayı yok saymaya devam ederek bu dünyada uyum ve barış içinde yaşaması gittikçe imkansız hale geliyor. Bu durum, uluslararası kamuoyundaki tartışmalarda da etkisini buluyor. Peki, bu konuda uluslararası hukuk nasıl devreye girebilir?

Google Haberlere Abone ol

Özlem Altıparmak

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) 18'inci Taraf Devletler Kurulu 2-7 Aralık tarihleri arasında Hollanda’nın Lahey kentinde gerçekleşiyor. Kuruluşundan bu yana büyük ilgiyle takip ettiğim UCM süreci ve Taraf Devletler Kurulu, bu sene ilginç bir tartışmaya sahne oluyor: “Ekokırım Suçu”

2002 yılında resmen yürürlüğe giren UCM ilk etapta sadece üç suç tipini yargılamaya yetkiliydi. Savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve soykırım suçu. 2010 yılında yapılan UCM Gözden Geçirme Konferansı neticesinde saldırı suçu da mahkemenin yargılama yetkisine dahil edildi ancak bu suçun yürürlüğe girmesi 2017 yılında gerçekleşti.

Taraf Devletler Kurulu devam ederken gündeme ek olarak farklı konularda yan toplantılar da düzenleniyor. Toplantı konuları o senenin can yakıcı konuları ve devam eden davalar nedeniyle her sene farklılık arz ediyor. Bu sene benim en çok ilgimi çeken konu, ekokırım suçunun UCM yargı yetkisine dahil edilmesine dair tartışmalardı.

Çevre ve doğaya verilen tahribatın UCM önüne gelmesi 2014 yılında, Kamboçya ile ilgili bir başvurunun UCM savcılığına iletilmesiyle başlıyor aslında. Kamboçya UCM kurucu anlaşması olan Roma Statüsü’nü 2002 yılında onaylamış ve mahkemenin yargı yetkisini kabul etmiş. Yapılan başvuru, Kamboçya’da sivil halkın arazilerinin sistematik ve yaygın bir şekilde ellerinden alınması ve halkın zorla yerlerinden edilmeleri nedenine dayanıyor. Roma Statüsü’nün 7'nci maddesinde zorla nakledilme, insanlığa karşı suç olarak kabul edilmiş durumda. Statüde çevre ve doğanın tahribatı sadece “savaş suçu” başlığı altında düzenlenmiş ve bir savaş veya saldırı ortamında “doğal çevreye geniş, uzun dönemli ve ciddi bir zarar verilmesine sebep olacak türdeki saldırılar” suç olarak kabul edilmiş. Yani barış halinde doğaya verdiğimiz tahribat, boyutu ne olursa olsun bu kapsamda bir suç değil.

Tekrar Kamboçya başvurusuna dönelim. 2014’de sunulan başvuruya savcılık tarafından henüz bir yanıt verilmemiş, yani halen incelemenin devam ettiğini söyleyebiliriz. Başvuruya göre, Kamboçya’da halkın elinden zorla alınan toprak 4 milyon hektar, yani ülke topraklarının yüzde yirmi ikisini kapsayan bir alandan bahsediyoruz. Bu toprak gaspından etkilenen kişi sayısı ise 770 bin civarında. Bu sayı ülke nüfusunun neredeyse yüzde altısına denk geliyor. Sadece Phnom Penh’de zorla yerinden edilen kişi sayısı 145 bin. Başvuruda sunulan bu rakamlar, sivil nüfusa karşı bu suçun yaygın ve sistematik biçimde işlendiğini göstermesi açısından önemli. Başvuruda, bu duruma karşı çıkan halk, muhalifler ve çevre aktivistlerinin suikast, tehdit ve hapis cezası ile karşı karşıya kaldığı vurgulanıyor. Başvuruyu yapan avukatla görüştüğümde, başvurunun reddedilmediğini, incelemenin hâlâ devam ettiğini ve kabul edileceğine dair ümitli olduklarını söyledi.

Başvuru ile ilgili henüz bir karar verilmemişken, UCM savcılığı tarafından 2016 yılında ilgi çekici bir tutum belgesi yayınlandı. Mahkemenin elindeki sınırlı kaynağın etkili şekilde kullanımı için belirleme ve önceliklendirme yapılması amacıyla hazırlanan bu belgede, soruşturma ve kovuşturma için UCM önüne getirilecek davaların nasıl seçilip önceliklendirildiğine dair açıklamalar yapılıyordu ve bu nedenle önemliydi.

Dünya üzerinde cezasız kalmış zulüm ve haksızlıkları düşündüğümüzde, UCM savcılığına yapılan başvuruların çok sayıda olacağını elbette tahmin edebiliriz. Bu nedenle savcılık, önüne gelen dosyalarda suçun büyüklüğü, ehemmiyeti ve caydırıcı etkisi gibi çeşitli kıstaslar belirlemeye çalışıyor. İşte bu tutum belgesi ile savcılık, doğanın tahribatının, doğal kaynakların yasadışı şekilde sömürüsünün ve arazilerin hukuka aykırı şekilde zapt edilmesinin, UCM yargı yetkisinde önceliklendirilecek bir alan olduğunu ilk kez kabul etmiş oldu. Ancak bu bahsettiğim eylemlerin tek başına işlenmesi UCM’nin devreye girmesi için yeterli değil. Bu eylemlerin zorla yerinden edilme bağlamında insanlığa karşı suç veya savaş suçu olarak işlenmesi halinde UCM yargı yetkisi gündeme gelebilir. Bu nedenle UCM’nin başlı başına çevre suçlarına bakmaya yetkili olduğunu düşünmek hatalı olur.

Çevre hukukunun dünya üzerinde gelişimine baktığımızda, tamamen insan merkezli bir anlayışın egemen olduğunu, çevreye verilen zararlardan insanın etkilenmesi nedeniyle bu eylemlerin hukuk dışı kabul edildiğini veya cezalandırıldığını görürüz. Bu antroposantirik yaklaşım, doğayı korumaktan ziyade insanı korumaya odaklanır ve bizim aslında doğanın ta kendisi olduğumuzu, bir bütünün parçası olarak başka varlıklarla birlikte hayat bulduğumuzu unutturur.

İklim değişikliğinin, iklim aciliyeti halini aldığı bir dönemdeyiz ne yazık ki. Hukuku, kendini merkeze alarak ve kendisi için şekillendirmiş olan insanlığın, doğayı yok saymaya devam ederek bu dünyada uyum ve barış içinde yaşaması gittikçe imkansız hale geliyor. Bu durum, uluslararası kamuoyundaki tartışmalarda da etkisini buluyor.

Peki, bu konuda uluslararası hukuk nasıl devreye girebilir? Şu anda dünya üzerinde yaklaşık on devlet ekokırım suçunu kendi yasalarına almış ve bir suç olarak cezalandırmış durumda. Rusya, Moldova, Vietnam, Özbekistan, Tacikistan gibi devletler ekokırımı kendi yasalarında düzenlemiş. Dünya çapında ekokırım suçuyla açılan dava sayısı ise yaklaşık üç yüz civarında. Doğanın bir hak öznesi olarak anayasalarda düzenlenmesi denince elbette aklımıza ilk olarak Bolivya ve Ekvador geliyor. Ancak bu süreç, devletler özelinden çıkıp, uluslararası toplumu kapsayan bir sisteme nasıl dönüşebilir?

Taraf Devletler Kurulu’nda katıldığım toplantılarda, çevre suçlarının düzenlendiği özel bir sözleşme ve mahkeme fikrine pek sıcak bakılmadığını belirtmeliyim. Böyle bir düzenleme ilk bakışta ideal gibi görünebilir. Ancak 1998’de başlayan UCM sürecinde bile, gelinen aşamada hâlâ aşılması gereken pek çok zorluk var. Yeni baştan bir mahkeme ve sözleşme sürecine girişmek, güçlü devletlerin çevre konusunda adım atmaktaki isteksizliği dikkate alındığında hızlı çözüm üretebilecek bir yol değil. Bu nedenle ekokırım suçunun Roma Statüsüne bağımsız bir suç olarak dahil edilmesine ve halihazırda işleyen bir hukuki sistem içerisinde çözüm bulunması fikrine haklı olarak daha sıcak bakılıyor.

Burada katıldığım toplantılardan birinin moderasyonunu Vanuatu Büyükelçisi yaptı. Konuşmacılardan birisi de Tuvalu’dandı. Siz de benim gibi bu ülkelerin adlarını ilk kez duyuyorsanız merak etmeyin, yalnız değilsiniz. İki ülke de, Pasifik Okyanusu’nda yer alan ada devletleri ve kendilerini iklim değişikliği mağdurları olarak tanımlıyorlar. Moderatör, konuşmasının bir yerinde “Eğer iklim değişikliğine inanmıyorsanız lütfen Vanuatu’ya gelin” dedi ve ekledi “Gelin ve görün.” Her iki ülke temsilcisi de ülkelerinin bir savaşta olmadığını, barış zamanında gerçekleştirilen çevre talanı ve doğa kıyımından mağdur olduklarını söylediler. Barış zamanında, kâr uğruna doğanın ve çevrenin tahribatı suretiyle gerçekleştirilen kitlesel insan hakları ihlallerinin, aslında savaş suçları kadar ciddi olduğunu belirttiler.

Bu devletlerin aslında kritik bir önemi var. Uluslararası alanda kararlar alınırken ABD gibi ekonomik ve politik açıdan güçlü devletler çok belirleyicidir. Ancak UCM Roma Statüsü’nde bir değişiklik yapılıp ekokırım suçunun bu statüye eklenmesi özelinde olaya baktığımızda, değişiklik için gereken oy sayısına ulaşmak bakımından küçük devletler, aynen bu güçlü devletler gibi “bir oy” hakkına sahipler; yani eşit durumdalar. Önümüzdeki dönemde bu devletler tarafından ekokırım suçunun statüye dahil edilmesi için bir değişiklik önerisi yapılacak ve ekokırım suçuyla ilgili bu çalışmalar çok yakın zamanda başlayacak gibi duruyor. Böyle bir değişiklik önerisi geldiğinde BM Genel Sekreteri bu öneriyi taraf devletlere dağıtıyor ve devletlere üç ay süre veriyor. Eğer taraf devletlerin yarısı bu öneri tartışılmaya devam edilsin derse, bu konuda bir çalışma grubu oluşturuluyor ve değişiklik önerisi oylanmak üzere hazırlanıyor.

Buradaki konuşmalarda herkesin dile getirdiği bir şey var. Sadece cezai sorumluluğa dair yürütülecek bu tartışmanın bile, bu suçları işleyenler üzerinde caydırıcı etkisinin olacağını düşünüyorlar. Aslına bakarsanız bu tip düzenlemelerin etkisi, bir kişinin en ağır cezayı almasının içimize serptiği huzurda değil, cezanın caydırıcı etkisinin yaratacağı değişimde saklı. Sonuçta hiçbir şey imkansız değil; kölelik de bir zamanlar yasaldı ve büyük çabalar sonucunda suç haline getirildi. Doğayı korumaya yönelik bu çabamızın da bir şekilde karşılık bulacağına inanmamız ve bir yerlerden bu sürece başlamamız gerekiyor.

Yazıyı bitirirken, söylenişiyle kulağımızı adeta tırmalayan bu “ekokırım” ne anlama geliyormuş bir bakalım isterseniz. Ekokırım kelimesinin İngilizcesi “ecocide” ve kökeni Antik Yunandan geliyor. Eko, oikos “yuva” demek, yani yaşadığımız yer demek. Caedere ise Latincede öldürmek demek. İngilizce suicide, homicide gibi pek çok kelime buradan geliyor. Ecocide yani ekokırım ise kendi yuvamızı öldürmek demek aslında. Sahi, böyle bir öldürme suç olmayacak da ne olacak, değil mi?

*Avukat, İzmir Barosu