Sömürgeci durum ve kapatma mekanizmaları

Türklük logosunun hâkim rasyonaliteyi kurduğu Türkiye’de, belirli bölgeler, belirli bir “nüfus”, belli halklar belirli türden antropolojik ayrımlara tabi tutulmuş, her birine özgü tanımlamalar her zaman devlet zoruyla değil, ancak bizatihi bu kurumlar çerçevesinde de inşa edilmiştir. Kapatma mekanizmalarının nüfus üzerindeki bu baskıcı yapısı ifşa edilmeden, kimlikleri kuran pathos boyutu anlaşılamaz.

Google Haberlere Abone ol

Yiğit O. Özdemir

Fanon, bir psikiyatrist olarak yazılarında sömürgecinin/mütehakkimin (colonialist/oppressor) representasyonların nasıl tahakküm edilen halklar üzerinde bir baskı ve temellük aracı olarak kurulduğunu aktarırken, esasında Anibal Quijano’yla benzer bir bakış açısını paylaşır: Her ikisi de sömürgecinin rasyonalitesinin sine qua non tahakküm altında tutulan halkın yalnızca bedenine değil, zihnine de yönelen, tıbbi bir bakışı geçerli kılma uğraşısından bahseder. Fanon bunu daha politik ve medikalizasyon boyutunu da içeren bir dille ifade ederken, Quijano ise epistemik boyuta dikkat çeker.

Quijano, Latin Amerika’nın sömürgeleştirilmesi sürecinde İspanyolların ve Portekizlilerin pratiklerinin yerli halklara empoze edilmesi sürecinden bahsederken şu cümleleri kuruyor:

Bu aynı zamanda hükümranın kendi motiflerinin, ifadelerinin ve onun inançlarının ve imgelerinin doğaüstü olana referansla empoze edilmesi tarafından takip edilir. Bu inançlar ve imgeler yalnızca domine edilenin kültürel üretimine sekte vurmak için değil, ancak çok etkili bir toplumsal ve kültürel kontrol yöntemi olarak da, ani baskı devamlı ve sistematik olmadığında da iş görürler.

(Coloniality and Modernity/Rationality, Anibal Quijano, pg. 169) (1)

Bahsi geçen sürecin, kısacası kültürel sömürgeciliğin yürürlükte olması için, aynı zamanda zor mekanizmalarındaki sirkülasyonun da devamlı kılınması gerekir. Dolayısıyla, esasında akıl hastaneleri, hapishaneler, akıl sağlığını ve suçu tanımlayan bütün kapatılma mekanizmaları, yalnızca mütehakkimin rasyonalitesinin bir amblemine dönüşmekle kalmıyor, aynı zamanda onun bakış açısını hakim toplumsal paradigma haline de getiriyordur. Bunu yaparken de kendi akıllı ve deli, sadık yurttaş ve suçlu tanımlarını ve ikiliklerini yürürlüğe koyuyordur. Tüm bu dispositifler (2), söylemsel olarak sömürgeleştirilen bedenlerin kendilerini ve benzerlerini düşünme biçimlerini kurmakla kalmıyor, aynı zamanda onları medikalize eden ve gözetleyen mütehakkimin nazarında saygın veya gözden çıkarılabilir olarak ikiye de ayırıyordur. Bu açıdan bakıldığında belirli fikirleri belirli kimseler belirli şekillerde dile getirebilir, belirli kimseler, yalnızca belirli bir organizasyona sahip bedenler belli edimlerin faili olabilirler.

Bu açıdan bakıldığında, Türklük logosunun hâkim rasyonaliteyi kurduğu Türkiye’de de, belirli bölgeler, belirli bir “nüfus”, belli halklar belirli türden antropolojik ayrımlara tabi tutulmuş, her birine özgü tanımlamalar her zaman devlet zoruyla değil, ancak bizatihi bu kurumlar çerçevesinde de inşa edilmiştir. Kapatma mekanizmalarının nüfus üzerindeki bu baskıcı yapısı ifşa edilmeden, kimlikleri kuran pathos boyutu anlaşılamaz.

Bu kimlikler içerisine yalnızca Türklüğü değil, bu daha geniş anlamdaki milliyetçi mutabakatı şekillendiren daha irili ufaklı etnosantrik milliyetçilikleri de saymamız gerekir. Bu etnosantrik milliyetçilikler ki daha genel anlamda Türklük bilincinin reel-politikteki mayasını oluştururlar. Bu açıdan bakıldığında daha küçük, yerel düşünme biçimleri kendilerini ulusal-sembolik düzene taşıyarak varlıklarını güvence altına alırlar. Tabii ki bu güvencenin garantörü de, Türklük logosunun hem imrendiği hem de kendini karşısında sürekli sınama ihtiyacı hissettiği “Batı”dır.

Biz olarak soyutlanan ve bu şekilde özsel ifadesine kavuşan bu milliyetçilik açısından vazgeçilmez olan, elbette ki lider kültüdür, onun başarıları ve Batı medeniyeti karşısında kendisine duyduğu özgüvendir. Bunu bir zamanlar Batı’ya kendisini kabul ettirerek, bugünse kâh karşı gelip kâh onlara kendinden bahsettirerek devlet aklı sürerliliğini sağlıyor. Peki, bu devlet aklı kimin aklı? Çünkü bu aynı anda hem liberal hem de milliyetçi ulusal motifin sentetik doğası, onu çelişkili yapısından kurtarmak bir kenara, kendi kimliğini sürekli kriz içerisinde bulmasına neden oluyor.

Bu her halükarda, tekelci kapitalizmin geldiği son aşama olan emperyalizmin hâkim düşünme tarzlarının yayılmasından ayrı tutulamaz bir sorun teşkil ediyor. Bu difüzyona karşı, hakiki Türklük vurgusu yapmak ise sadece gösterenler arasında en nihayetinde ne anlama geldikleri konusunda muğlâklık yaratmaktan öteye geçemiyor.

Türklük logosunun mevcut konumu itibariyle kendi referanslarını ve representasyonlarını devşirdiği hazne olarak Amerikan Rüyası aynı zamanda bir yaşam biçiminin de yavruladığı kuluçka konumunda. Bu representasyonlar/temsiller, her gün basın aracılığıyla yeniden üretiliyor. Türkiyeli yurttaşların pratiklerini kurmak konusunda bu kadar ayrıcalıklı bir konuma sahip olmalarını anlamak açısından ABD tarafından güdümlenen darbeler ve hazırladığı hükümet değişikliklerine bakmak yeterli olacaktır. Bütün bunların akıl hastaneleriyle olan ilişkisini kurmak isteyenlere tavsiyem, 12 Eylül zindanlarının bir diğer boyutunun da tımarhanelere kapatılan siyasiler olduğunu hatırlamaları (3). Belli bir türden rasyonalite, neo-liberal rasyonalite, Türkiye’de zorla, yukarıdan ve bizatihi bu dispositifler vasıtasıyla kurulmuş, belli şeyler akıl kapsamında tutulup belli şeyler delilik denilerek dışına atılmış, belli şeyler de delilik vasfından gerisingeri aklıselim olmanın yordamı olarak sunulmuştur. Bugün adına yaşam tarzı denilen her türden yaşam pratiğinin, kimlik haline gelmiş deli gömleğinde 12 Eylül’ün terziliği vardır.

(1) Çeviri bana aittir.

(2) Dispositifin bir tanımını yapacak olursak, kısaca söylemin vücut bulmuş hali diyebiliriz. Devlet daireleri, akıl hastaneleri, hapishaneler, okullar birkaç örnek olabilir. Her dispositif, aynı zamanda kendi özne/tebalarını (subject) da kurar. Hapishane suçlu, akıl hastaneleri deli, devlet daireleri yurttaş, okullar ise millet olarak.

(3)  Bu konu hakkında daha detaylı ve hem bir edebiyatçı, hem de bir doktor gözüyle yapılmış bir çalışma için Cemal Dindar’ın Darbeci isimli kitabına bakabilirsiniz.