Rahatsız etmeyen felsefe, iktidar borazanıdır

Felsefenin ve filozofun serüveninin, bir rahatsız etme ve bir huzur kaçırma tarihi olduğunu görüyorsunuz ya; işte bugün bizim felsefemiz, bu tarihle ne kadar bütünleşmiş durumdadır sizce? Bizim felsefemiz, kimi, ne kadar rahatsız ve huzursuz ediyor?

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin

Felsefe, klâsik tarihyazımda ilk filozof olarak andığımız Thales’ten, felsefenin yeşerdiği ilk kentler olarak andığımız Miletos’tan, Efes’ten, Atina’dan, öncü felsefe olarak andığımız Doğa Felsefesi’nden, ilk felsefî gelenek olarak andığımız Antik Grek Felsefesi’nden beridir ki; ahlâkî, dinî ya da politik otoriteyi tehdit eden, egemen söylemin karşısına konumlanmış ve egemen söyleme itirazı incelikli bir şekilde örgütleyen ve de “aldanmaya muhtaç” kalabalıkları huzursuz, tedirgin ve rahatsız eden –ve aslında etmesi gereken− bir etkinlik olagelmiştir. Miletli Thales’le ya da Søren Kierkegaard’yla neden alay edildiğini, Sokrates’in neden yargılandığını, Ockhamlı William’ın ya da Baruch Spinoza’nın neden aforoz edildiğini, Epikuros’un, Servetus’un ya da Thomas Hobbes’un kitaplarının neden yakıldığını, Bruno’nun ya da Boethius’un neden katledildiğini bir düşününüz lütfen. Aynı kezâ Friedrich Nietzsche’nin ya da –belki uzun yaşamının son yılları hariç− Arthur Schopenhauer’un kendilerine neden nüfûz bulamadıklarını, Walter Benjamin’in neden intihar ettiğini ve şüphesiz ki en iyi örnek olarak, Hypatia’nın neden linç edilerek, işkence ile katledildiğini, düşününüz… Çünkü tüm bu filozoflar ve pek çoğu daha, otorite için bir tehdittir. Otorite ile birlikte, otoritenin örgütlemiş ve motive etmiş olduğu “kuru kalabalık” da, bu filozoflardan rahatsızlık ve huzursuzluk duyarlar; ve onlara adeta, toplumun bünyesinden söküp atılması gereken birer hastalıkmış gibi yaklaşırlar. Gerçekten de felsefe, böyle algılanmaya her zaman muhtaçtır: Çünkü varlığını bu algıya borçludur. Rahatsız etmeyen, huzursuzluğa yol açmayan, tehlikeye atılmayan her felsefe, “tarihsel olmak” şöyle dursun; gündelik, kaba, çıkarcı ve çoğu zaman ikiyüzlü bir söylemin temsilcisinden başka bir şey değildir.

Gel gelelim, felsefenin bu pek acı şeceresini çıkarmamın, çağımıza ve coğrafyamıza dair bir noksanlıktan ileri geldiğini hemen itiraf etmem gerekir. Felsefenin ve filozofun serüveninin, bir rahatsız etme ve bir huzur kaçırma tarihi olduğunu görüyorsunuz ya; işte bugün bizim felsefemiz, bu tarihle ne kadar bütünleşmiş durumdadır sizce? Bizim felsefemiz, kimi, ne kadar rahatsız ve huzursuz ediyor? Bizim felsefemize kimler homurdanmakta ve kimler felsefemizi bir tehdit olarak görüyor? Hiç yoksa bile, bizim felsefemiz, egemen söylemin karşısında duracak dirayete ve inanca sahip mi? Gerçekten felsefe yaptığımızı mı zannediyoruz? Tehlikeye atılmadan, tehdit etmeden, dürtmeden, kaşımadan, ve hattâ belki canavarlaşmadan… Yaptığımız şey, yalnızca bir mastürbasyon. İktidar pornografisine yüz çevirmiş ve ancak camdaki yansımayı taşlayan zavallılarız biz. Ve yine, kırdığımız camın parçaları, bir iktidar sahibinin zarif mi zarif bedenine isabet etmesin diye, alabildiğine de kontrollü ve şefkatliyiz. Kendi hürriyetimiz üzerine bir bahse yokuz, kendi huzurumuz üzerine bir bahse yokuz, kendi şöhretimiz üzerine bir bahse yokuz, kendi bedenimiz üzerine bir bahse yokuz, kendi istikbalimiz üzerine bir bahse yokuz; tarihin yüzkarasıyız öyleyse biz. Sesimiz, yüz yıl sonrası için değil, yüz dakika sonrası için bile gür edamız, yüz yıl sonrası için değil, yüz dakika sonrası için bile yürekli ve kışkırtıcı değil. Öyle fısıldayan, öyle kusurlu bir sesle; öyle yüreksiz, öyle alelade bir edayla dilegeliyor bizim itirazımız. Öyleyse ya hiç itiraz etmemeliyiz ya da ettiğimiz itirazın bize nelere mâl olacağını kestirmeye çalışmaktan vazgeçmeliyiz.