Fakir Baykurt 90 yaşında: Projektör kırdaki sınıf çatışmasına tutulduğunda

Baykurt yazma motivasyonunu ilk Sabahattin Ali’nin eserlerinden aldığını söylüyordu. Fakat köylü çocuğu olduğu için ondan kritik bir farklılığı vardı. Ali’deki yoksul, ezilmiş ve kuşatılmış köylü kahramanının çıkışsızlığından kaynaklanan derin melankoliyi aşmayı sağlayacak gücün yine köyde, Irazca Analarda olduğunu biliyordu.

Google Haberlere Abone ol

Ali Ekber Doğan*

Duisburg-Essen Üniversitesi’nde 25 Ekim günü Fakir Baykurt Anma Toplantısı düzenlendi. Etkinlikten tesadüf eseri haberim oldu. Organize edenlerden Baykurt’un eserleri üzerine doktorasını bitirmek üzere olan Nesrin Tanç’ı telefonda Köln’de düzenleyeceğimiz bir workshop'a konuşmacı olmaya ikna etmeye çalışıyordum. O da laf arasında, “Biz de Baykurt’la ilgili bir anma etkinliği yapacağız, önereceğin biri var mı” diye sorunca, daha önce Praksis dergisinin Laiklik sayısında yazdığım yazıdaki onunla temas eden kısımlara güvenip, “Ben bir sunuş yapabilirim. Benim için de gurur verici bir iş olur” dedim. İstersen yazdıklarımı yollayayım deyip, kendimi konuşmacılar listesine yazdırdım.

Baykurt’un sadece Türkiye’de değil, Almanya’daki diasporanın kültür hayatına derin izler bırakmış çok saygı değer bir isim olduğunu daha bu topraklara gelmeden önce biliyordum. Onun anma etkinliğine konuşmacı olarak katılmak, ülkeden uzak üçüncü yılımda benim için çok anlamlı ve değerli bir iş olacaktı.

SÜRGÜNLERİN EN EMEKTAR VE ÜRETKENLERİNDEN

Almanya’ya geldiğim ilk aylarda da 1970’lerin, 1980’lerin sürgünlerinin ne yapıp ettiklerini, ruh hallerini öğrenip, güç kazanmaya ve yön tayin etmeye çalışıyordum. Geldikten bir kaç ay sonra Fakir Baykurt Almanya dönemi kitaplarıyla karşıma çıktı. Ruhr-Ren havzaları arasında geçen eserleri daha ziyade Türkiyeli işçiler ve aile fertlerinin yaşadıklarını, ruh hallerini, Almanlarla ilişkileri üzerineydi. Kahramanları aktif politikanın dışında ekmek kavgası verip, gurbet bildiği topraklarda ayakta kalmaya çalışan erkek-kadın emekçi insanlar ve onların çocuklarıydı. Bunun yanında, Türkiyeli dostu genç kuşak (sol) Alman emekçileri ve yoksullarının hikayelerini de gerçekçilikle varoluşçuluğu birleştiren bir üslupla anlatıyordu. Özellikle erkek kahramanların düşünceleri, değer-yargıları ve davranışlarının önemli bir kısmı Baykurt’unkilerle zıt olduğunu duyumsuyordunuz. Buna karşın bu insanlara sosyalist hümanist bir sevgiyle yaklaşması onun bir diğer etkileyici yanıydı.

Baykurt’un ayak izlerini takip ettiğimde; Türkiyeli sürgün aydınlar içinde yalnızca tanınmış, üretkenliğini koruyabilmiş bir entelektüel olmakla yetinmeyip, son nefesine kadar derinden bağlı olduğu komünist idea için yılmadan bir şeyler yapmaya çalışmış, yetenek ve birikimlerini buradaki göçmen topluluğunu dönüştürmeye, yeni yazarlar, şairler yetiştirmeye, kültür kolektifleri kurmaya, dergiler yayımlayıp, gazete yazıları yazmaya hasretmiş büyük bir aydın görüyordum.

KÖY GERÇEKÇİLİĞİ AKIMI NEYDİ?

Kıvılcımı köylülerin deyişiyle Mamıdefendi Makal’ın Bizim Köy’üyle çakan, Baykurt’la, Yaşar Kemal’le geniş bir okuyucu çevresinde ulaşıp, popülerleşen bu akım; köydeki sosyal koşulları, sorunları ve çatışmaları insan, kimi zaman hayvan hikayeleri üzerinden anlatırken, kırda süregiden sınıf mücadelesine ve sömürüye çok güçlü ışıklar tutan bir akımdı. Bu ışık, toplumun 100 yıllardır, ezilmiş ve dilsiz bırakılmış yoksul köylülüğün önce ufak seslerle, ardından marşlarla konuşmaya başlamasının önünü açan, birazcık eğitim almış gençlerinin, ozanlarının yeni siyasal özneler olarak öne atılmasını sağlayan sihirli bir “iskra”ya dönüştü.

Baykurt yazma motivasyonunu ilk Sabahattin Ali’nin eserlerinden aldığını söylüyordu. Fakat köylü çocuğu olduğu için ondan kritik bir farklılığı vardı. Ali’deki yoksul, ezilmiş ve kuşatılmış köylü kahramının çıkışsızlığından kaynaklanan derin melankoliyi aşmayı sağlayacak gücün yine köyde, Irazca Analarda olduğunu biliyordu. Bu akımın devamında üretilen edebiyat ve onun diğer sanat türlerine uyarlanmış örnekleri söz konusu mücadeleyi ne zaman etkileyici biçimde verdiyse oradan büyük ateşler çıktı. Eserler toplumu ikiye bölen sosyal hadiselere dönüştü. Yazarlar kovuşturmalara uğradı, hapse atıldı, işten atıldı, sürgün edildi, kitaplar, onlardan uyarlanan oyunlar, filmler yasaklandı. Kırdaki daha önce pek dillendirilmemiş dertler ve çelişkiler Makal, Baykurt, Yaşar Kemal ve daha sonra onların ayak izlerinden gidenlerin eserleriyle adeta bir radikalizm motoruna dönüşüyordu.

KEMALİSTLERİN BÜYÜK TOPRAK SAHİPLERİYLE ÇELİŞKİSİ

Türkiye’de komünist hareket o zamanlara kadar siyasetini toplumsallaştırma zemini olarak kent emekçilerini ve fabrikaları görmüştü ancak Nazımların Sabahattin Alilerin saçtığı tohumlar beklenmedik bir yerden, büyük ölçüde köy enstitülerinde yetişmiş gençler dolayımından, köylerden boy vermeye başladı. Bu noktada sözünü ettiğimiz edebiyat çığrına gücünü veren kritik önemdeki bir faktörden; egemenler arasındaki 1960 darbesine kadar varan derin çatlaktan söz etmek yararlı olacaktır.

1960’ların başında askeri ve sivil bürokrasi ve burjuvazinin bir kısmına göre, sıcak tehlike cumhuriyet devrimlerinden geriye gidilmiş olmasıdır. Bunun durdurulması için faydası olacaksa, kırdaki sosyal sorunları, geri kalmışlığı gündeme getiren söylemlerin önünün belli ölçüde açılmasında bir mahzur yoktur. Zita, 1930’daki ve 1946 sonrasındaki çok partililik deneyiminden de görüldüğü üzere, halk için en iyi olanın “muasır medeniyetler seviyesine çıkmak” olduğuna inanmayan çok geniş bir kesim vardır. Bunların başını ise büyük toprak sahipleri ve onlara büyük ölçüde bağımlı kasaba eşrafı çekmektedir. Bu kesimler 1980’lere kadar çocuklarını zorunlu eğitimden sonra, dini eğitim gördürüp, daha sonra da kendi tarımla ya da esnaf-zanaatkarlıkla ilgili işletmelerinde istihdam ediyorken, kır yoksullarının tek umudu, çocuklarının eğitim görüp, öğretmen ya da memur olmasıydı. Dolayısıyla, siyasal topluma hakim olanla, sivil topluma hakim olan arasındaki büyük bir asimetri vardı. Bunu çözecek güçlü bir sosyal değişim yaşanmadan Kemalist partinin karşısına çıkacak herhangi bir güçlü parti, “odunu aday gösterse vekil seçtirebilirdi”.

Sonuç itibariyle, toprak, tarım, su sorunları, kırdaki eşitsizlikler, Türkiye egemenleri arasındaki çelişkilerin yoğunlaştığı, siyasetin nabzının en hızlı attığı yerdi. Köy Enstitülü öğretmenlerin en iyi anladığı ve anlattığı şey de buydu. Ne zaman bu çelişkiye dokunsalar, oradan büyük bir ateş çıkıyordu.

DEVRİMCİ HAREKETİN PATLAMASI

1960’ların ortasında boy veren devrimci hareket de enerjisini büyük ölçüde kırdaki bu çatışma alanının söz konusu edebiyat akımı tarafından çizilen tasvirinden ve çekirdeğinde yoksul köylünün olduğu halkçı siyasal söylemden aldı. Kırdan kente göç 1960’larda yoğunlukla en yoksul köylüleri Ankara ve İstanbul başta olmak üzere kentlere çekerek hızlandıkça, onların çocukları yüksek öğrenim kurumlarına girdikçe, Baykurt’un aktif lideri olduğu devrimci öğretmen hareketi de öğrenci hareketi de daha önce hayal bile edilemeyecek bir büyüme yaşadı.

Kırsal yoksulluk kentsel yoksulluğa dönüşmüş, kırdaki sınıf mücadelesi kenttekini de önüne katıp götürmeye başlamıştı. 15-16 Haziran direnişi, 12 Mart Askeri muhtırası, Mahir’lerin Deniz’lerin katledilmesi derken, devrimci sosyalist hareket örgütlerin bile anlayamadığı bir hızla büyüdü. Dergicilik ve dernekçilikle yürüyen, kimisi silahlı özsavunmaya ağırlık veren ve kimisi tedhişçiliğe yönelmiş örgütsel faaliyetlere evrildi. Kimin neyi, ne kadar örgütlediği belli değildi. Belki de bu yüzden, Evren’in bile anılarında direnirlerse diye çekindiklerini söylediği o dönemin en güçlü sol “çevresi”nin lideri sayılan bir kişi 12 Eylül mahkemelerinde çıkıp, “biz örgüt değil, bir dergi çevresiyiz” bile diyebilmişti.

ÜLKÜCÜ HAREKET DE ENERJİSİNİ KIRDAN ALDI

1960’ların sonlarında kırda örgütlenmeler, eylemler ve toprak işgalleri artarken devrimcilerin deyimiyle sivil faşist (ülkücü) hareket de kırdan neşet etti. Toprak sahiplerinin partisi Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi 1969’da Türkeş önderliğindeki 12’lerin katılımıyla isim ve başkan değişikliğiyle MHP’ye dönüştü. Komando kamplarında komünizme karşı silahlı mücadele eğitimi görenlerin çoğunluğu kır kökenliydi. Büyük toprak sahipleriyle ittifakı 1950-1960larda daha da güçlenmiş orta köylüler ve kasaba esnaf-zanaatkarlarının çocukları devrimci dalgayı kırmak isteyenlerin başlattığı kirli savaşta vurucu güç olacaktı. Dolayısıyla, kökü köyde bulunan çelişkiler ve çatışma şehirlere ve ülke geneline yayılıyordu. Yükselen hareket, 1970’lerde gecekondu mahallelerinde, sanayide kentsel sınıf mücadeleleri formuna bürünürken katliamlarla, suikastlerle bastırılmaya çalışıldı, terörize edildi. En sonunda da 12 Eylül darbesiyle kanlı biçimde tasfiye edildi.

BİZİM KÖY’DEN DOĞAN YANGIN NASIL SÖNDÜ?

12 Eylül ve devamındaki Özal döneminin yaptığı önemli icraatlardan biri gecekondu alanlarına imar rantlarını ve değişim değerini taşımaksa, bir diğeri de neoliberal politikaların gereği olarak tarımsal desteklemeleri kısarken, orta köylünün kentlere göçünün önünü açmaktı. Kırdan kente göçün en yüksek seviyeye çıktığı 1980-85 döneminde, ayrıca Orta Anadolu ve İç Karadeniz’in tarımsal gelirlerden beslenen kasabalardan büyük kentlere çok ciddi bir göç akını oldu. Çoğunluğu 1960-70lerde milliyetçi-muhafazakar bir politizasyon yaşayan bu köylülerle Ankara ve İstanbul’un, “Büyük Çankırı”ya, “Büyük Kayseri”ye dönüşmesinin de önü açıldı. Bu demografik değişim ve yoksul mahallelerin sosyo-ekonomik dönüşümüyle, “Bizim Köy”de başlayan yangın da sönmeye yüz tuttu.

Zeki Coşkun’un Makal’ın ardından Gazete Duvar'da yazdığı yazıda da söylediği üzere, yangın 30 yıl harlı kaldı. 24 Ocak, 12 Eylül ve sonrasında reel sosyalizmin çözülüşüyle global köy inşa etmeye girişenler, Bizim Köy’den, Irazca’nın Karataş köyünden yayılan hikayeyi de imha etmeyi amaçladı. O aslında 1977 1 Mayıs ve sonrasındaki katliamlar serisine kadar Türkiye sosyalist hareketinin de en parlak dönemiydi. Fakir Baykurt faşist terörün aydınlara yöneldiği yıllarda yurtdışına çıkmak durumunda kaldıysa ve bu imhaya sürgünde şahit olduysa da pes etmedi. Sabırla, birikimlerini ve yeteneklerini işleterek, dünya kültür mirasına yeni eserler bırakarak, büyük insanlığın komünizm davasına katkılar yapmayı sürdürdü. Ulusal soruna kör bir devrimci aydın değildi. Hayatının son yıllarında Evrensel gazetesinde çıkan köşe yazılarında, Kürt halkının ulusal demokratik haklarını ve halkların kardeşliğini vurgulayan yazılar yazdı. Baykurt ve yol arkadaşlarının daha iyi anlaşılacağı günlerin yakın olması dileğiyle...

* KHK’li Siyaset Bilimci, Dr.