Gıdadan neden korkar olduk?

Endüstrinin tarıma her müdahalesi tarımsal döngüyü bozmuş, çiftçilerin ve köylülerin bilgilerini değersizleştirmiştir. Önce çok geniş alanlara tek ürün (monokültür) ekilmesiyle başlayan makinelerle devam eden tarımsal üretime, süreç içinde kimyasal gübreler, ot ve böcek öldürücü zehirler, hibrit tohumlar, GDO’lu tohumlar, hormonlar dahil edilmiş, bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliği birbirinden ayrılmıştır.

Google Haberlere Abone ol

Ali Bülent Erdem*

Bugün Dünya Gıda Günü’nü kutluyoruz. Tükettiğimiz gıdalar ise gerçek gıda olmaktan çıkmış, kendi özünden uzaklaşmış, içi boşalmış durumda. Gıdalar eski besleyici özelliklerini kaybettikleri gibi, hastalıkların da kaynağı olabiliyor. Bitki çeşitliliği azalırken, o bitkilere has, o bitkilerde bulunması gereken beslenmemiz için gerekli vitaminler, mineraller, maddeler giderek azalıyor. Endüstriyel hayvan çiftliklerinde yetiştirilen hayvanlar çayırları, otlakları, meraları görmeden hormonlarla ve ilaçlarla hayatlarını tamamlıyor ve onların ürünleri tüketiliyor. Hazır gıdalarda, gıdayla ilgisi olmayan katkı maddeleri ve koruyucu maddeler giderek daha fazla kullanılıyor. Gıda çoğu zaman hayvan yemi, çoğu zaman arabaların depolarını dolduran yakıt oluyor. Tek tipleştirilmiş, standartlaştırılmış, besleme özellikleri azalmış gıdalar dünyanın her köşesinde sofralarda yerlerini alıyor, halkların yemek kültürleri yok ediliyor.

BM Gıda ve Tarım Örgütü'nün (The Food and Agriculture Organization-FAO) 2016 raporuna göre dünya nüfusunun yüzde 11’i yani 815 milyon insan açlıkla mücadele ediyor. Yine rapora göre, beslenme alışkanlıklarındaki hızlı değişim özellikle çocuklarda ve kadınlarda sağlık sorunlarına neden oluyor. Bugün dünyada 1 milyar insan gizli açlık çekerken, 2 milyar insan obeziteye bağlı hastalıklarla mücadele ediyor.

İnsanlığın yaşamak zorunda bırakıldığı bu acı tablo, başından itibaren planlanmış politikaların bütün ülkelere dayatılarak uygulatılmasının sonucudur. Amaçlanan insanları açlık korkusuyla denetim altına alabilmek, onları kontrol edebilmek ve teslim alabilmektir. Gıda artık ülkeler üzerinde bir tehdit aracına ve hatta bir silaha dönüşmüştür.

“Gıda aslında bir silahtır.” Bu söz ABD Tarım Bakanı Earl Butz tarafından, 1974 yılında Roma’da düzenlenen Dünya Gıda Konferansı’nda söylenmiştir. Devamında ise “Gıda pazarlık sandıklarında en önemli araçlardan biridir. İnsanların size güvenip dayanmalarının, size bağımlı olmalarının ve bu şekilde sizinle işbirliği yapmalarının yolunu arıyorsanız, onları gıdaya bağımlı hale getirmek mükemmel bir yöntem” (1) demiştir. Bir zamanların ABD Dış İşleri Bakanı Henry Kissinger benzer bir ifadede bulunmaktadır; “Yabancı ülkelere yaptığımız ziyaretlerde güncel konumuz ne olursa olsun, ek olarak her zaman çantalarımızda söz konusu ülkenin tarım politikaları üzerine isteklerimizi içeren dosyalarımız da olur.” (2)

Oysa gıda bir haktır ve Birleşmiş Milletler’in 16 Aralık 1996'da yapılan genel kurulunda “Beslenme temel hakkı” kabul edilmiştir. “Beslenme temel hakkı, doğrudan veya parasal imkanlarla, düzenli, sürekli ve serbestçe niteliksel ve niceliksel olarak yeterli ve tüketicinin ait olduğu halkın kültürel geleneklerine uygun, bedensel ve ruhsal olarak, bireysel ya da toplumsal olarak tatmin edici ve insan onuruna uygun her türlü korkudan arındırılmış bir yaşamı mümkün kılıcı olan gıda hakkıdır.”

GÜNEŞTEN PETROLE

Tarımsal üretim güneşten insanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için gıda enerjisi elde etmektir. Güneş enerjisinden enerji üretme yeteneğine sahip tek canlı fotosentez yapabilme özelliğiyle bitkilerdir. Elbette barındırdığı elementlerle toprağın rolü önemlidir. Onun için hayvan tersleri, bitki atıkları toprağa besleyiciler olarak geri döndürülür. Tarımın doğal döngüsüdür bu. Hayvan yetiştiriciliği ile bitkisel üretiminin birlikte yapılmasının da gerekçesidir.

Tohum bitkisel üretimin başlangıcıdır. Yüzyıllar boyunca tohumları ıslah ederek bugüne taşıyan, toprağına gözü gibi bakan, toprağına en uygun tohumu seçen, bilgilerini nesilden nesle aktararak bugünlere taşıyan köylüler ve çiftçilerdir.

Endüstrinin tarıma her müdahalesi tarımsal döngüyü bozmuş, çiftçilerin ve köylülerin bilgilerini değersizleştirmiştir. Önce çok geniş alanlara tek ürün (monokültür) ekilmesiyle başlayan makinelerle devam eden tarımsal üretime, süreç içinde kimyasal gübreler, ot ve böcek öldürücü zehirler, hibrit tohumlar, GDO’lu tohumlar, hormonlar dahil edilmiş, bitkisel üretim ile hayvan yetiştiriciliği birbirinden ayrılmıştır. Amaçlanan birim alandan daha fazla ürün daha fazla kâr elde etmek olunca, çok geniş tarım arazileri üstü açık fabrikalara dönüşmüştür. Güneşten gıda enerjisi elde etme faaliyeti petrole bağımlı hale getirilmiş, bir kalorilik gıda enerjisi elde etmek için bir kalorinin üstünde fosil yakıt kullanılmak zorunda kalınmıştır. Tarımın doğayla bağlantısı koparılmış, ekolojik ilkeler unutulmuş, ürünlerin besin değerleri azalmış, biyoçeşitlilik giderek yok edilmeye başlanmış ve küçük çiftçiler ve köylüler endüstriyel temelli şirket tarımının engeli görülerek istenmez olmuştur.

TÜRKİYE TARIMI ŞİRKETLEŞTİRİYOR

İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin öncülüğünde ‘Yeni Dünya Düzeni’ kurulmuş ve yeni uluslararası işbölümü içinde ülkelerin yapılarını şekillendirmeleri istenmişti. Tarım alanında da gıda üretimi, ticareti ve tüketimine yönelik düzenlemeler yapılması dayatılmaktaydı. Türkiye endüstriyel üretim temelli bir tarımsal yapıyı oluşturabilmek amacıyla öncelikle alt yapıyı uygun hale getirmeye, kapitalist ilişkileri kırsal alanda yaygınlaştırmaya, kırsal alanı pazara açmaya çalıştı. Yüksek girdi kullanımı nedeniyle pahalı bir üretim tarzı olan endüstriyel üretimi küçük çiftçilerin yapabilmesi ancak desteklenmeleriyle mümkündü. Ülkenin tarımsal yapısı buna uygun olarak şekillendirildi. Düşük faiz oranlarıyla üreticilere kredi verildi, ürün desteklemeleri, girdi desteklemeleri, destekleme alımları yapıldı. Sübvansiyonlar uygulandı. Bunlar uygulandığı için küçük çiftçiler endüstriyel üretimi sürdürebildi.

1980 sonrası devreye sokulan neoliberal politikaların tarım alanında da etki göstermesi kaçınılmazdı; her hükümet kendilerine dayatılan talepleri yerine getirmekten çekinmedi. 1999 ve 2001 yılında IMF ve Dünya Bankası’nın tarımda dönüşüm programları uygulanmaya başlandı, desteklenmeler azaltıldı, taban fiyat uygulamaları kaldırıldı, girdi sübvansiyonları neredeyse yok edildi, tarım kredi faizleri yükseltildi, sulama paralı hale getirilmeye başlandı, tarım satış kooperatifleri devre dışı bırakıldı, tarımsal KİT’ler özelleştirildi. Kısaca devlet tarımdan el çektirilirken, şirketlerin önü açıldı. AKP bu programları iştahla uyguladı. Çiftçileri üretim sürecinde destekleyecek, ürettikleri ürünleri piyasada koruyacak, piyasa düzenlemesi yapacak kurumlar yok edildiği gibi hangi ürün hasat ediliyorsa, o ürün ithal edilerek ürün fiyatları baskı altına alındı. Çiftçiler ne üretirse üretsin kazanamamaya, iflas etmeye başladı. TÜİK verilerine göre toplam tarım alanları 2001 yılında 41 milyon hektar iken 2017 yılında 38 milyon hektara geriledi, tarımdaki istihdam 17 yılda 2,4 milyon azalarak 5,3 milyona düştü.

1980’lerden başlayarak devleti tarımdan çeken, şirketlerin önünü açan liberal tarım politikalarıyla hedeflenen son nokta konulmak isteniyor. İl il yapılan toplantılarla sürdürülen önümüzdeki günlerde sonuçları açıklanacak “Tarım Şurası” ile Türkiye tarımının tamamıyla “Milli Tarım Projesi” adıyla şirketlerin denetimine bırakılması amaçlanıyor.

GIDA GÜVENLİĞİ VE GÜVENCESİ

Tarım ve gıda alanında da sermayenin birleşmesi ve merkezileşmesi kaçınılmaz olarak etkisini göstermiş, tarım ve gıdanın her aşamasında faaliyet gösteren şirketlerin yıllar süren birleşmeleri ve el değiştirmeleri sonucu tarım ve gıda sisteminin kontrolü çok az sayıda küresel şirketin eline geçmiştir ve geçmektedir. Kır ile kent arasındaki bağlantı koparken, gıdayı tüketenler tükettikleri gıdaların üretim süreçlerini izleyebilme imkanını kaybetmiş, gıdanın nasıl üretildiğine dair bilgiden git gide uzaklaşmış, yani gıdaya yabancılaşmış, gıdadan korkar olmuşlardır. Gıdanın üzerinde oluşan kuşkuları ortadan kaldırabilmek için gıda güvenliği kavramı devreye sokulmuştur.

“Gıda güvenliği, gıdaların hasadından başlayarak sofralarımıza gelinceye kadar taşınması, işlenmesi, hazırlanması, depolanması gibi aşamalarında oluşabilecek, sağlık riski taşıyan fiziksel, biyolojik ve kimyasal nitelikteki etkenlerin olumsuzluğunun engellenmesine yönelik kullanılan bir kavramdır.

Gıdanın kontrolü aşamasının da şirketlerin denetiminde olduğu günümüzde, kendi belirledikleri, kabul edilebilir kalıntı ve katkı maddeleri ve hijyenik koşullar gıda güvenliği için yeterlidir. Üretim süreci içinde kullanılan yöntemler, bu sürecin yarattığı doğa tahribatı, genetik çeşitliliğin azalması, gıdaların besin değerlerinin düşmesi gıda güvenliğinin ilgi alanına girmez.

Gıda güvencesi ise herkesin sağlıklı bir yaşam sürdürebilmesi için besleyici gıdalara, düzenli olarak, yeterli ve güvenilir bir şekilde erişebilmeleri demektir.

Şirketlerin gıda sistemi içerisinde gıda güvenliği teknik bir mesele olarak düşünülmüş, gıda güvencesi bir hak olarak kabul edilse de bu hakkın nasıl güvence altına alınacağı tanımlanmamıştır.” (3)

GIDA EGEMENLİĞİ

BM tarafından kabul edilen “gıda hakkı”nın nasıl sağlanabileceğini, bunun için toplumsal örgütlenmelerin nasıl olması gerektiğini tanımlayan politik bir kavramdır. ‘gıda güvencesi’ni gerçek temellerine oturtan ve ‘gıda güvenliği’ni teknik bir konu olmaktan çıkaran bir yaklaşımdır.

Gıda egemenliği kavramı ilk defa 1996 yılında BM Gıda ve Tarım Örgütü –FAO- tarafından Roma’da düzenlenen Dünya Gıda Zirvesi'nde küçük çiftçilerin küresel örgütü La Via Campesina tarafından dillendirilmişti. Ardından 2007 yılında Mali- Nyeleni köyünde dünyanın her yerinde gelen delegelerle gıda egemenliği toplantısı yapılmış ve o günden sonra dünyanın her yerinde gıda egemenliği hareketi çalışmaları birbirleriyle ilişkili sürdürülmeye başlanmıştır.

Gıda egemenliği endüstriyel, kâr amaçlı, petrole dayalı şirketlerin gıda sistemine karşı duruştur. Gıda politikalarının küresel gıda ve tarım şirketleri tarafından değil gıdayı üreten ve ona ihtiyaç duyanlar tarafından belirlenmesini, halkların kendi kültürlerine uygun, doğayla uyumlu tarım ve gıda sistemlerini belirleme hakkı olduğunu savunur. Sağlıklı gıda ancak merkezinde küçük çiftçilerin, köylülerin olduğu, onların atalarından kalan tohumlarla ve bilgilerle kendi kültürlerine uygun, doğayla uyumlu agroekolojik üretimlerini sürdürebilmelerinden ve bu bilgi ve deneyimlerini gelecek nesillere aktarılabilmelerinden geçer. Toprağın, suyun temizliği, ekolojik yapının bozulmaması sağlıklı gıda üretmenin ön koşuludur. Sağlıklı gıdanın en kısa yoldan tüketiciye ulaşabilmesi önemlidir.

GIDAYA SAHİP ÇIKMAK

Bugün tüketiciler açısından sağlıklı ve zehirsiz gıdalara ulaşabilmek halkın gıda sistemine, yani gıda egemenliği mücadelesine katkı vermekten geçmektedir. Her gıda seçimi şirketlerin veya halkın gıda sistemine yönelik bir tercihtir. Tarım artık kentli sorunu haline de dönüşmüştür. Geleceğimiz için sağlıklı gıdalara ulaşılabilmek, köylülerin ve küçük çiftçilerin topraklarında kalabilmesi, kendilerine yeterli kaynaklara sahip olabilmesi, bu kaynakları bizzat kendilerinin denetleyebilmesi, doğayla uyumlu üretebilmesi ile mümkündür. Onun için, 2018 Aralık ayında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda zehirsiz ve sağlıklı gıdaları üretme ve ulaşma hakkının güvenceye alındığı, biyoçeşitliliğin ve ortak varlıkların korunmasının ve ekolojik köylü tarımının kabul edildiği Köylü Hakları’nın uygulanmasını iktidardan talep etmek sadece köylülerin ve küçük çiftçilerin değil sağlıklı gıdalara ulaşmak isteyenlerin de ortak talebi olmalıdır.

Sağlıklı gıdalara ulaşabilmek edilgen tüketici olmaktan değil, bir toplumsal proje olan gıda egemenliği mücadelesinin aktif katılımcısı olmaktan geçmektedir. Gıdaya sahip çıkmak, gıdayı üretenlerle, tüketenlerin ortak çabasıyla ancak mümkün olabilecektir.

(1) Mebruke Bayram, Gıdalar Ambalajlar Silahlar ve Amaçlar S.29

(2) Erhan Ünal, Toprak Biterken S. 73

(3) Ali Bülent Erdem, Gıdamıza Sahip Çıkalım, Birgün- 7 Haziran 2019

*Tütün- Sen Genel Başkanı, Çiftçi-Sen Genel sekreteri