Fay hatları içinde bulunduğumuz hakikat rejiminden geçiyor

Bugünkü halimizle, iyileşmeden depreme hazırlıklı olmamız mümkün değil. Muhtemelen felaket sonrası yaşanacak travma bunları, geçmişte yapılması gerekenleri hayatta kalanlara düşündürecek. Bu yüzden İstanbul’da hakikatin temsili ile karşılaşmadan “temsili bir deprem” yaratmak zorundayız.

Google Haberlere Abone ol

Korhan Gümüş*

Bilindikleri ve önlemler alındığında, depremlerin tıpkı diğer doğa olayları gibi afetlere dönüşmeyecek olgular oldukları kabul edilebilir. Bu durumda afetlerin “insan eylemliklerinin sonucu” oldukları söylenebilir. Peki nedir, depremleri afetlere dönüştüren?

Görüşlerini paylaşmasam da, bu konuyu tartışmak için depremlerin afetlere dönüşmesinde -eyleyen olarak- insanı sorun eden ve başka bir örneği varsa da ben bilmediğim için, Abdurrahman Dilipak'ın Yeni Akit Gazetesi’ndeki 2 Ekim tarihli “Fay Hattı Nereden Geçiyor” başlıklı yazısına değinmek istiyorum. Dilipak bu başlıkla zannedersem her depremde televizyon kanallarında fay hatlarının yerlerini tartışarak gözlerimizi kamaştıran bilim insanlarına nazire yapıyor.

Dilipak afetlerin nedenini Allah yolundan sapmaya bağlıyor. Din kitaplarında yer alan, insan topluluklarını yok ettiğine inanılan büyük felaketlerden örnekler veriyor: “Fay değil, hakikat kırılması.” Ne zamanki insanlar Allah’ın kendilerine buyurduğu öğretilerin, ayetlerle aktarılan kuralların dışına çıkıyorlar, o zaman felaketleri kendileri yaratıyorlar. Dilipak, böylece afetlerin doğa olayları ya da kazalar gibi olmadıklarını, “antropojenik”, yani “insan eylemliliklerinin sonucu” olduklarını söylemiş oluyor.

“Asıl fay hattı beynimizden ve kalbimizden geçer. İnsanoğlu söz ve eylemleri, yapıp yapmadıkları ile ya kendi cennetine sırtında tuğla taşır, ya da kendi cehennemine sırtında odun taşır. Bu, bu dünyada da böyle, ahiret yolculuğunda da böyle. Kendi fay hattımızı da kendi elimizle kendimiz kazarız bu dünyada...” diyerek bir bakıma “antropojenik” bir yaklaşım sergiliyor. Bir bakıma “afetlerin insan eliyle yaratıldığını” ifade ediyor.

Bir taraftan bilim insanları İstanbul’da büyük bir depremin gerçekleşeceğini söylüyorlar. Diğer taraftan şehrin yapı stokunun yarısı plansız projesiz yapılmış, ayakta zor duran yapılardan oluşuyor. Çare olarak İstanbullulara “yaşam üçgeni nasıl yaratılır, afet çantası nasıl hazırlanır” gibi tedbirler önermekten başka yol kalmıyor. Buna karşılık neden İstanbul halkının yarısının çürük yapıların içinde yaşadığı, neden riskli binalar dururken sağlam binaların yıkıldığını söylemesi gerekenler söylemiyorlar. Eğer bir benzetme yapılması gerekirse, denizde fırtınaya dayanamayacağı önceden belli olan çürük bir gemiye binmiş gibiyiz. Fırtına çıkmasın diye dua etmekten başka bir şey elimizden gelmiyor.

Hakikatin itaat edilmesi gereken bir aşkın güce bağlanması, temsil olduğunun fark edilememesi, onunla temasın kaybedilmesi, kopmasıyla sonuçlanıyor. Geriye yaşanabilecek tek şey, yan hakikatin, ölümcül afetin bizzat kendisi kalıyor. Hakikatin kendisi ise –felaket anında ne yaşandığı hiç bir zaman bilinemeyeceği için- bir tür masalsı bir hüviyet kazanıyor. Başımıza gelebilecek felaketlerin nasıl önleyebileceğimizi bilmiyorsak, fantazmagorik bir dünyaya doğru yol alıyoruz.

Ayrıca Dilipak’ın mevcut iktidarı ve yandaşlarını da eleştirerek, söylemine karşı tarafın argümanlarını da dahil ettiği görülüyor:

“Bakın, bu 'biz ıslah edicileriz' diyen 'bozguncular'dır bu felaketlerin sebeplerinden birileri de. Hani şu kaygan toprağa ve yumuşak zemine, menfaat için gökdelen diken ahlaksızlar var ya ve bir de onlara ruhsat veren gafiller, onlardan söz ediyorum. Bakın Allah onların dualarını da, namazlarını da kabul etmeyecek. Nasıl olsa, hacca gider, tövbe eder, defteri sildiririz diyenler var ya, onların tövbeleri de kabul edilmeyecek. “Vay o namaz kılanların haşine ki” diye başlayan ayeti hatırlayın.”

Ona göre felaketlerin oluşmasında toplulukların dini ve ahlaki değerlerini yitirmesi rol oynuyor. Dilipak kendi dünya görüşü çerçevesinde bunu kendi cinsel tercihi dışında olanları ötekileştirerek yaptığı için sözleri hakikat adına konuşmanın çelişkisini taşıyor.

“Depremin aynı zamanda bir ilahi ikaz olduğunu unutmayalım. Allah dilerse bir musibetten bin nasihat de çıkarır. Deprem sadece felaket değildir, derstir. İnsanlar felaket karşısında tövbe eder, gerçeklerle yüzleşir. Birbirine yakınlaşır. Bir yerde su batıyorsa, başka yerde çıkar. Bir yer kuraklaşıyorsa, bir çölde yeni bir vaha oluşur. Bu dün de böyle idi, bu gün de böyle. Yarın da böyle olacak. Her şey geçicidir. Zenginlik de geçicidir, yoksulluk da. Allah’tan başka baki olan hiçbir şey yoktur ve olmayacak. “Ağzımızın tadını kaçıran ölümü anmak”, “ölüm gerçeği ile yüzleşmek” beşeri kemal için bir fırsattır aslında. Felaketler insanları Allah’a yaklaştırır.”

Dilipak’ın canlıları, cansızları nesneleştiren, hiçleştiren, kendisini iktidarın merkezine koyan pozitivist bilim insanlarına göre önemseyeceğimiz bir tarafı var: Hiç olmazsa işaretsizleştici güç, kendisini hakikat olarak gösteren temsil ile ilgili bir sorun olduğunun farkında. Haddim olmayarak, onun çıkardığı bu sonucu yorumlamaya çalışacağım: İktidar, ister politik, ister sermaye (yalnızca maddi olan değil, gayrı-maddi olan da) her zaman gücü kendisinde temerküz etmeye çalışır. Ona göre gücün terbiye edilmesi için hakikatin yalnızca Allah’a ait olduğunu kabul etmek gerekir. Bunun için de bir ayetten bir bölüm aktarıyor:

“Eğer zulmetmekten vazgeçer, Allah’a savaş açanların yolundan vazgeçer, onlara karşı savaşırsak ve bozgunculuk ve zulüm yapmaktan sakınan kimselerden olursak, umulur ki Allah bize bir çıkış yolu gösterecek, işimizi kolaylaştıracaktır. O zaman da ilahi gazaptan korunmuş ve rızaya ulaşanlardan olmuş olacağız. Yunus kavmini hatırlayın haber verilen kara bulutlar fırtına ve duman üstünüze bela yağdırmadan tövbe edin. (En’âm 6/65)

Dilipak’ın bu yorumunun, içinde bulunduğumuz koşullarda sanıldığından daha yaygın olduğunu düşünüyorum. İktidar imtiyazlarını kullanan sembolik sınıflar da sorunu hakikati temsil eden bilime itaat edilmemesine bağlıyorlar ve aynı sonuca varıyorlar. Aşkın bir güce itaat edilmesini önerenler ister iflah olmaz siyasal İslamcı, ister iflah olmaz bilimselci olsunlar, vardıkları yer aynı.

Şunu söylemek herhalde yanlış olmaz: 99 Depremi’ne kadar İstanbul’da aşağı yukarı kimsenin depremlerin zamansallığından haberi yoktu. Şehirde depremlerin belli aralıklarla tekrarlandığını, yer küre kabuğunu oluşturan parçaların belli bir hızda hareket ettiklerini, bunların arasında fay adı verilen çatlaklarda düzenli aralıklarla depremlerin meydana geldiğini çoğunluk bilmiyordu.

Demek ki temsil üzerinde çalışanların her zaman gerçekliği değiştirme, “bozma” ve “yapma” imkanları, potansiyelleri harekete geçirme imkanları var.

Lacan’cı terminoloji ile söylersek, hakikatle temas biçimi travmatik. Hakikati bir aşkın güce bağlamak, zihinleri ve eylemlilikleri dumura uğratıyor.

Hakikatle bu tür bir ilişki iyileştirilmesi gereken bir hastalığa benzetilebilir. Önce zihinleri felç ediyor. Oysa hakikatin bir temsili olduğu fark edildiğinde, bu açılan yarıkta çözümler bulmaya, araştırmaya yönelik kışkırtıcı eylemlilikler yaratılabilir ve iyileşilebilir.

Öyleyse nereden başlamamız gerekiyor?

Fay hatlarının kilitlenmesi nasıl bir tansiyon yaratıyorsa, bugünkü yönetimsellik biçiminin de sorunları görünmez kılarak, kuralsızlığı motive ederek aynısını yaptığı varsayılabilir. Bu nedenle itaat edilecek bir şeymiş gibi göstererek hakikati aşkın bir güce bağlamak yerine, tam tersini yapmamız gerekiyor: Bu hakikat rejimini değiştirmemiz. Bu yönetim anlayışı bilimsel bilgilerin, uzmanlıkların topluluklarla ilişkisini engelliyor. Kendi kamu yararını temsil eden bir toplumsal sınıfın, bir ruhban sınıfının ayrıcalıklarını üretmesi için uydurulmuş kurallar gibi algılanmasını sağlıyor. Öncelikle yapmamız gereken bu ilişkiyi güncel koşullara göre ilişkisel hale getirmek, nesneleştirici, şeyleştirici, imtiyaz üretici olmaktan kurtarmak.

Merkezine kendilerini yerleştirdikleri etkin ve itaat edilmesi gereken bir şey olarak bilimi koyan ve karşısındaki canlıları ve cansızları edilgin bir nesne olarak inşa eden iktidar şiddetine karşı Dilipak’ın bir çözümü yok. Ona göre hakikatin merkezine ilahi gücü koyduğunuz anda iktidarın şiddetini savuşturmak mümkün. Bu kapatılma koşullarında yalnızca afetin ortaya çıkışı tıpkı bir kaza gibi rutin işleyişi bozma işlevi görüyor. Oysa -Dilipak’ın da işaret ettiği gibi- hakikat dışımızda olduğuna göre, bu yönetimsellik halini bozmak için temas şart değil. Çünkü, bu temas ne kadar gerçekliğe yakın olsa da, temas anında dahi öyle olacak.

Hakikat rejimini değiştirmek, sekülerleşmekten geçiyor. Yani bilginin iktidar ile ilişkisini sorgulamaktan. Sekülerleşmemiş iktidar katılım alanını daraltıyor, bilimsel bilgilerin, uzmanlıkların topluluklarla ilişkisini engelliyor. Bilimin kendi kamu yararını temsil eden bir toplumsal sınıfın, bir ruhban sınıfının ayrıcalıklarını üretmesi için uydurulmuş kurallar gibi algılanmasını sağlıyor. Öncelikle yapılması gereken bilginin, sembolik faaliyetin bir temsil olduğunu fark etmek, ilişkisel hale getirmek, nesneleştirici, şeyleştirici, imtiyaz üretici olmaktan kurtarmak.

Bunu yapmak için benim aklıma bir fikir geldi. 16'ncı İstanbul Bienali’nin temasının daha geniş bir manada ele alındığında, “insan yapımı” afetlerle ilgili olduğunu varsayalım. Açık yöntemlerle gerçekleşmesi gereken bilim gibi sanatın da afet yaşandıktan sonra olacakları, henüz yaşanmadan temsil etme potansiyeli olduğunu düşünelim. Bu durumda sanatın yaşanmamış olanı, travma sonrası olacakları bir faz kaymasıyla, travma öncesi temsil etme potansiyeli üzerinden travmaları iyileştirme gücü olduğunu varsayabiliriz. Eğer öyle olsaydı, sanatın izole edildiği alanlardan dışarı çıkmasını sağlamak gibi bir sorumluluğu olurdu. Sanat, hayırseverlik alanına izole olmaz, muhataplarının tahakküm mekanizmalarının farkına varmalarını sağlayan bir işlev kazanırdı.

Dilipak’ın yaklaşımına karşıt olarak, yönetsel sistemi sorgulamadan, bu hakikat rejimini ters yüz etmeden, değiştirmeden iyileşmemizin mümkün olmadığını düşünüyorum. Bugünkü halimizle, iyileşmeden depreme hazırlıklı olmamız mümkün değil. Muhtemelen felaket sonrası yaşanacak travma bunları, geçmişte yapılması gerekenleri hayatta kalanlara düşündürecek. Bu yüzden İstanbul’da hakikatin temsili ile karşılaşmadan “temsili bir deprem” yaratmak zorundayız. Travmanın da, hakikatin temsil olduğunu fark ettiğimizde hakikatle ilişkimizi değiştirebileceğimize inanıyorum.

Bilim ve sanatın, yani temsilin aynı şey olduğunu, onları birbirinden ayıran, koparan şeyin ise şiddet -sembolik ya da sınıfsal- olduğunu söyleyebilirim. Bilimle sanat arasında köprü kurulduğunda temsilin hakikate dönüşmesine direnebileceğimizi düşünüyorum.

*Mimar