ODTÜ'de bir 'kardelen' ve başka bir akademi mümkün mü?

Dağ çiçeği /kardelen olmamın dışında diğer bir olay başka bir akademisyenin, bir yazıda “zorunlu göç”ü cümle içerisinde kullanmam karşısında hayal kırıklığıyla birlikte dehşete kapılmasıydı. Bu ülkede asla böyle bir şeyin olmadığını, zorunlu göçün en yoğun yaşandığı bir kentin ve dönemin en yakın tanığı olan birine “kendi hakikatince” dayatmaya çabalamıştı. Sonrasında ne mi oldu?

Google Haberlere Abone ol

Mehtap Tosun*

İnsan hayatının çekmeceleri vardır derler, her dönemini ayrı ayrı özenle dizdiği, çekip çıkarıp yerine koyduğu, yani zamanı mekan gibi ziyaret ettiği… Benim çekmecelerimden biri öğrencilikten akademisyenliğe hayatımın neredeyse çeyrek yüzyılının geçip gittiği ODTÜ’ye ait. Koca bir kampüsün ormanıyla, tek tek ağaçlarıyla ve hayvanlarıyla hayatınıza pastoral dokunuşlarda bulunup sizi şanslı kıldığı bir doğa şenliği. Bunlardan en önemlisi de bir üniversite olmasının dışında kesilmesini istemediğiniz gençlik yıllarınızdan bakiye duygular bırakandır aynı zamanda. O yüzden ODTÜ’den mezun olunur ama gidilmez, yani nostaljik kalamaz çünkü bir yitirme ve yer değiştirme duygusu hissedemezsiniz ona karşı. Gidemediğim bu mekan, kapatamadığım bu çekmece hakkında yazabilmem oldukça zor, ama kampüs ve akademik alan olarak iki bölmeye ayırmak sanırım işimi daha da kolaylaştıracak.

A1 kapısından içeri doğru ilk adımı attıktan sonra yıldan yıla birinden diğerine geçiş yaptığınız binalar, sınıflar, amfiler, dostluklar, öğrenci toplulukları, ideolojiler, aşklar… ile hayat parantezinin içinin giderek genişlediği ve zaman içerisinde o parantezin ikiye devrildiği bir kampüs hayatını, habitatı barındırır ODTÜ. Önünden her geçişimizde heyecan duyduğumuz, adı çıkmaz boyalarla basamaklarına kazınmış Devrim Stadyumu, nice buluşmalarımıza tanıklık eden fizik önü çimleri, üçlü amfi, kütüphane, yemekhane, bölüm kantinleri… Her köşesi ile kendimizi oluşturduğumuz ve anlam yarattığımız toplumsal, kültürel ve siyasal hafızalara ve geleneğe referans olan bir yerdi.

O hep sürekli hafızalara ve dile yazılan ODTÜ’lülük, ODTÜ ruhu ve geleneğinden söz edeceksek, ben evet kampüsün her noktasına geçmişte sirayet etmiş bir ruha mekan olduğunu düşünüyorum. Ama bu “ruh” 1960’dan 70’lere ve bu günlere ülkenin her yerine taşınan, bilimi, eşitliği, fikir özgürlüğünü, hakikatin gücünü, adaleti, eleştiri ortamını, direnme ve dönüştürmeyi esas alan ve düşünme üzerindeki hiçbir sınırı ve sınırlandırmayı kabul etmeyen bir insanlık hayaliydi. Var olan bilgiyle yetinmeme hali, sorgulamak, araştırmak, hakikatin peşine düşmek, bilgi üretmek, hayata geçirmek ve paylaşmak güdüsüydü bu “ruh”u var eden. Bu ruh “ODTÜ’de herkes birbirine hocam diye seslenir” cümlesinin hakkını da teslim eder. Yani kampüsü paylaşan öğrencisinden her türlü personeline kadar herkesin birbirine hocam diye hitap etmesi, karşılıklı öğrenme isteğine, öğrendiğimiz her şeyin toplamı olduğumuza ve hocalık statüsünün ve her türlü statünün sarsılması gerektiğine yapılan vurguydu. En önemlisi de kimliğimizin tek değil çoğul bir gerçeklik olduğuna, kendini ifade etme cesaretine ve yaşamda boşluklar yaratmanın önemine kadar pek çok anlam benim için ODTÜ’de pekişti.

Peki zihinlerdeki ayaklanmaların bu denli güçlü olduğu, düşünce ve davranış repertuvarı oldukça geniş olan kampüs-öğrencilik alanı böyleyken akademik koordinat nasıldı? ODTÜ çekmecemin ikinci bölmesine geldik sanırım, yani akademik alandaki arayışlar... En başta söylemek isterim ki yaşadığım deneyimlerden en çarpıcı olanları ve beni huzursuz edenleri, bu iki alan (öğrencilik-akademik) arasındaki uçurumun ne kadar derin olduğunu bana gösterdi. Akademik alana yani mesleki dünyaya adımımı atar atmaz, nereli olduğumu sorup öğrendikten sonra “ODTÜ’de bulunmamın benim için büyük bir şans olduğunu” ve başka bir zaman kalabalığın ortasında büyük bir gururla “bana da bir oda verildiğini” söyleyen bir akademisyenin düşünce dünyasıyla tanışmıştım. Bu düşünme ve algılayış biçimi beni Sıdıka Avar’ın atıyla/ katırıyla “dağ çiçeklerim” adını verdiği köy kızlarını topladığı zamana götürmüştü. Sıdıka Avar, Türk modernleşmesinin en önemli taşıyıcı unsuru sayılan kadınlardan biriydi. 40’lı yıllarda dönemin yöneticileri tarafından tasvir edilen tabirle Türk misyoneri bir öğretmendi ve amacı görev yaptığı Dersim, Bingöl, Elazığ bölgesinden topladığı kız çocuklarını “medenileştirmek” ve “modern” yaşama hazırlamak için okullara götürmekti. Dolayısıyla ben de kendimi dağlardan toplanmış bir çiçek ya da 2000’li yıllardaki adıyla bir “kardelen” olarak ODTÜ’ye getirilmiş gibi hissetmiştim. O yüzden, ODTÜ’de, hele ki bir akademisyenle, sahip olduğum etnik, dini, kültürel aidiyetlerimle ve sınıfsal konumumla meslektaş olma yoluna girmem bana tanınmış “büyük bir şans” değildi de neydi? Genç kardelen, yerli, belirli, metaforik çocuğun simgesi idi, kolonyal bağlamda gerçek, modern ve evrensel bir norm için normalleştirilmiş bir figürdü. Peki bu düşünceyi akademik dünyadaki anlamın merkezine nasıl oturtabiliriz? Kolonyal/ sömürgeci devlet anlayışının bilgi yaratısına, kolonyal öznelerin çocuklaştırılmasına ve devletlerin “hayırlı” ve “sağlıklı” özneleri üreten araçların uzmanı olduğuna ilişkin ideolojinin nesilden nesle, dilden dile aktarılmasıyla mı ilgiliydi?

Dağ çiçeği /kardelen olmamın dışında diğer bir olay başka bir akademisyenin, yazdığım bir yazıda “zorunlu göç”ü cümle içerisinde kullanmam karşısında hayal kırıklığıyla birlikte dehşete kapılmasıydı. Bu ülkede asla böyle bir şeyin olmadığını zorunlu göçün en yoğun yaşandığı bir kentin ve dönemin en yakın tanığı olan birine “kendi hakikatince” dayatmaya çabalamıştı. Sonrasında ne mi oldu? Benim bu akademik disiplin içerisinde olmamam gerektiğine, uygun düşmediğime karar vermişti ve dışarıda tutulmam için elinden geleni yapmıştı tabii. Hakikat arayışına ve Kant’ın “gerçeği bilme cesaretine” oldukça uzak düşen bu tavır, olguların, iktidarın, bilginin ve söylemin ne taraftan kurulduğunu gösteriyordu. Yani akademinin oluşturduğu disiplin altına alma, denetleme ve gözetleme mekanizmasıyla karşılaşma durumuydu. Devlet doğrultusunda düşünen kendini hakikati aramaya ve dillendirmeye değil de, devlet söylemini rötuşlayarak tekrarlamaktan ibaret olan bir mevziydi. Tıpkı sevgili Ulus Baker’in belirttiği gibi:

“Söylemin düzeni, bilim insanının sözü ve bilirkişiler dünyası, günümüz dünyasının gizli ama pek kolay peçesi indirilebilir bu güçleri açısından bakıldığında, her türlü “görüş bildirme”nin eninde sonunda estetik ve ahlaki bir “hüküm verme” olduğu anlaşılmıyor mu? Pozitivizmin kurumsal çatısı akademiden önce devlet ve polis kuvvetleri, yargı ve infaz araçları, yani şu Weber’in ünlü “meşru şiddet araçları”dır. Akademiden ve felsefi eserlerin verilmesinden önce söylemin düzenine dahil olmak gerektiği anlaşılıyor”.

Bu iki örnek modernleştirici seçkinlerin kendi pratiklerini üstü kapalı bir tarzda hangi “doğal” ve ”akademik” bağların sürekliliğine yasladıklarının kanıtı gibiydi. Osmanlı’da bürokrasideki beyaz Türk’ün beşik ulemasına dönen pozisyon aktarımına benzer bir dışlama ya da alanı kapatma durumuna benziyor. Yine bu ikisi gibi yönetimde yer almış olan diğer bir akademisyen ise en kıdemli “seçkin” olması hasebiyle derslerinin ilk gününde öğrencilerin kaçının özel okullardan, kolejlerden geldiği ile daha çok ilgiliydi, sadece onların el kaldırmasını, yani onların ODTÜ’deki varlığını önemsiyordu. Bir başkası ise bir toplantı sırasında yüksek sesle bizlere “2547’ye tabi memur” olduğumuzu hatırlatmıştı. Bir yanda yazının ilk paragraflarında aktarmış olduğum ODTÜ gibi güçlü bir ruha, siyasi mirasa ve geleneğe ev sahipliği yapmış, teker teker kendi hakikatlerimizi bulmada ve düşüncelerimizi ve dünyamızı yeniden yeniden örgütlemede bize yuva olmuş kampüs hayatı, diğer tarafta ise bu hayatın tam tersi bir yerde konumlanan, gerisinden geldiğini gördüğüm, deneyimlediğim akademik ortam… Bu çelişkili durum ancak kampüs hayatını soluyan yani o ruh ve geleneğin taşıyıcıları, mirasçıları olan öğrencilerin akademik alana sahip olması ile aşılacak gibi duruyor. Ki bunun yansımasını “ODTÜ savunulmalıdır” çağrısında birleşen, toplumsal refleksleri ve değişim umutları güçlü olan öğrencilerin karşısında ODTÜ’deki akademik yılı açamayan ve kapatamayan çaresizlikte görebiliyoruz.

ODTÜ çekmecemi neden açtım? Çünkü kişisel hikayelerimizin dönüştürücü olduğunu ve geleceğe dair beklentileri ve gerçeklikleri doğrudan etkilediğini düşünüyorum. “Başka bir akademi mümkün” dediğimiz zaman üniversitelere en gelişmiş olanı üzerinden bakmamız gerekir ki bugün akademiye dair dert ettiklerimizi daha net görebilelim. Çünkü bu kurumlarda kendini kültürel, sınıfsal ve ideolojik olarak tekrar eden, beka refleksiyle hareket eden pozisyonlar ve bu pozisyonların etkisiyle sahibi belli olan, kapatılan alanlar var. Akademi noldu da böyle oldu ya da neydi ki şu an neye dönüştü sorusunu sormak lazım. Bugün geldiği nokta ile ilgili yeni ve cesur sorular sorup cevaplar aramak lazım. Bu soru ve cevap arayışına kişisel/kolektif hikayeler çok güzel katkılar sunabilir. Yani, başka bir akademinin mümkünatı sadece yeniden inşa etme düşüncesini değil, ona dair arayışın kendisini de içermeli.

*Dr., Sosyolog