Yasa üzerindeki keyfilik göstergesi

Adalet sahnesinde erteleme ve hizmetler alanında taksitlendirmeye dayalı bir mantıktan ödün vermeyen ve bu anlamda da ihtiyatlı iktidar olarak adlandırılabilecek olan anlayışın asıl hedefi genel olarak nedir? Bu anlayışın akademisyen davalarındaki somutlaşması bizi nasıl bir resimle karşı karşıya bırakabilir?

Google Haberlere Abone ol

Emrah Günok*

Bendeniz de dahil olmak üzere bugüne kadar beraat etmiş olan 170’in üzerindeki barış imzacısının amaca ulaşmaktan kaynaklı varoluşsal boşluğunu telafi etmek isteyen muktedir, “Testere” filmindekine benzer yeni bir ölüm-kalım parkuru oluşturup bizi bunun içine salma hazırlıkları yapmakta. OHAL Komisyonlarının kurulmasıyla sonuçlanan ve iç hukuk yolları tüketilmeden yapılacak bir şey olmadığını ikrar eden 12 Haziran 2017 tarihli AİHM kararı, Türkiye’deki iktidara karar anını keyfince erteleme imkan veren geniş bir oyun alanı açmıştı. Bunu bugün tekrar hatırlamamın nedeni söz konusu ölüm parkurunun çıkış kapısının özgürlüğe ve yaşama değil de başka bir zorlu parkura, sonra onun da başka bir parkura açılacağına; bunun da tek adamın keyfiyetini cisimleştiren iki dudak arasına varana kadar devam edeceğine olan inancımdır. Bahsettiğim tehlikenin adı yargı reformudur.

Günümüzde adaletsizlik kendini kör bir şiddet olarak ortaya koymaktan uzaktır. Akademisyen yargılamalarında zaman zaman tanık olduğumuz keyfi kararlar bir yana bırakılacak olursa, en azından benim izlenimim yaşadığımız Türkiye atmosferinde adaletsizliğin adaleti mümkün olduğunca tehir etmekle aynı anlama gelmeye başladığı yönündedir. Bu şu demektir ki, adalet kendi içinde bir amaç olmaktan çıkmış, bireyleri ve toplumu disipline edip yönetilir kılmanın bir aracı haline gelmiştir. Açlıkla acı çeken bedeni sunulması geciktirilen yemek taahhüdü ve hastalıktan mustarip bedeni ertelenen tedavi sözü ile oyalayarak biat etmek zorunda bırakan iktidar mekanizması aynı şeyi adaletle ilgili olarak yapmakta; karar anını sürekli tehir ederek beklentiye soktuğu bireylerin yönetilebilir hale gelmesini ummaktadır.

26 Temmuz 2019 tarihli AYM kararı uyarınca ifade özgürlüklerinin ihlal edilmiş olduğu karara bağlanan barış akademisyenleri hakkındaki iddialar taksit taksit düşmeye başlamıştır. Adaletsizliği adaleti erteleme ve geciktirme olarak hayata geçiren zihniyetin kamusal anlamda yankı bulacak her türlü icraatı taksitler halinde uygulamaya koyması aslında bir ve aynı ihtiyatlılığın açık bir göstergesiymiş gibi düşünülebilir. 2 bin 212 barış imzacısının 800’den fazlasını ayrı ayrı zamanlar ve ayrı ayrı hakimler karşısında mahkeme önüne çıkmaya sevk etmiş olan bu ertelemeci zihniyet, suçlarken de, suçlamayı geri çekerken de kararlı ve külli bir tavır almamıştır. Postmodern zamanların alametifarikası olan ve felsefi anlamda anti-kartezyen bir unsur olarak neredeyse övülen kendinden emin olamama hali, cezalandırırken cezayı erteleyen ve vereceği hizmeti de ancak parça parça sunup sürekli nabız alma basiretsizliğine düşen bir zavallılığın dışavurumu olabilir; tek bir farkla ki, benim zavallılık diye nitelediğim şey günümüzün öne çıkan değerlerinden biri haline gelmiştir bile.

Var olan iktidar üretim sektöründe talebe göre şerbet verip verimlilik artışı hedefleyen postfordist anlayışa uygun hareket etmekte; en ufak hizmeti verirken bile bunu taksitler halinde sunup aldığı geri bildirimler vasıtasıyla kârlılığından emin olmadığı herhangi bir yatırımı sonlandırabileceğinden emin olmaya çalışmaktadır. Sosyal devletin dayandığı hizmet anlayışını neoliberal dünyanın kâr maksimizasyonu mantalitesiyle ikame eden bu anlayış, adaletin ertelenmesini yargısal bir norm haline getirmekle kalmamış, yargıdan devşirdiği iktidarı aynı zamanda bir nevi müşteri memnuniyetiyle de tahkim etmiştir. Adaletin ertelenmesi, buradan kaynaklı memnuniyetsizliğin bir patlamaya neden olmaksızın kamuoyunda yankı yapmasına zaman bırakacaktır.

Peki, adalet sahnesinde erteleme ve hizmetler alanında taksitlendirmeye dayalı bir mantıktan ödün vermeyen ve bu anlamda da ihtiyatlı iktidar olarak adlandırılabilecek olan anlayışın asıl hedefi genel olarak nedir? Bu anlayışın akademisyen davalarındaki somutlaşması bizi nasıl bir resimle karşı karşıya bırakabilir?

Her şeyden önce şunu söylemek gerekir ki, ihtiyatlılığa dayalı bir iktidar anlayışı kendi gücünü dışarıya uygulayan olduğu kadar, dışarıdaki gücün kendi üzerine doğru patlamasını da engelleyen, dizginleyici bir güçtür. 2002’de iktidara gelişinden itibaren askerle hesaplaşmasını patlayıcı bir güç vasıtasıyla yapıp sonrasında ustası haline geldiği ihtiyatlı otoriterliği bir kenara bıraksaydı, AKP ve Erdoğan’ın bu savaştan galip çıkma şansı olmazdı diye düşünülebilir. Halk iradesine uzak düşmüş patlayıcı (ve askeri) bir otoritenin doğrudanlığına mukabil, tekdir ve terbiye ettiği kitlenin sürekli olarak nabzını alan ihtiyatlı otoriterliğin dolayımlılığıdır burada söz konusu olan. “Vesayet savaşları” tamlamasının da gösterdiği gibi gücün kendisini kendisi olarak değil, bir temsilci ya da bir maşa dolayımıyla ortaya koyduğu bir dünyada yaşıyor olduğumuz kuşku götürmez bir gerçektir. İş dünyasında taşeronluk ve militer güç anlamında vesayetçiliğin yanına, kendi iradesini sürekli maruz kalanın kendi iradesi gibi gösteren ihtiyatlı otoriterlik mantığı rahatlıkla konabilir. Adalet beklentisi esnasında suçunun ne olmuş olabileceğini düşünmeye bolca vakti kalan sanık, suçun faili olduğuna ilişkin şüphenin etkisiyle yalancı bir öznelik vehmine kapılırken, kendisi karşısında daha da güçlenmiş olan asıl öznenin iyice boyunduruğu altına girer. Burada boyunduruk, otoritenin gerekmesi halinde devreye sokacağı zor aygıtları olduğu kadar, kurbanın kendi suçluluğuna yönelik üretmiş olduğu rızadır.

Anayasanın 153'üncü maddesi AYM kararının uygulanmasında herhangi bir gecikmeye dahi yer verilemeyeceğini açıkça belirtse de, bazı mahkemelerin daha ihtiyatlı davranmış ve beraat kararlarını bekletmeye devam etmiş olmalarına şaşırmamak gerekir. Çünkü kendinden üstte olanın onayına başvurmak ve hiyerarşiye tabi olmak konusundaki ısrar ihtiyatlı otoriterliğin doğası gereğidir. Bu nokta, ihtiyat ve istenç (irade) sözcüklerinin, belli bir iktidar mantığını çözümlemek için birbirini çağırdığı noktadır. Şöyle ki, normalde otoritenin kendini tahkim etmesi için bütün iradeleri aşan ve bu anlamıyla da nesnel olarak adlandırılabilecek olan bir yasa zeminine başvurması yeterlidir. 20'nci yüzyılın önde gelen Alman filozoflarından Gadamer’in savunduğu şekliyle böyle bir otorite, çırağı olmaktan memnuniyet duyduğun ustanın bilgi ve görgüsünün derinliğinden kaynaklı otoritedir ve şahsi kaprislere yer vermeyeceği konusunda yarattığı izlenim de saygınlığının temel kaynağıdır. Bunun zıt kutbunda ise, nesnel bir hakikat zeminini gösterebilecek birikim ve basiretten yoksun olup, yapılması gerekeni sadece kendisine emir verme yetkisiyle donanmış olanın öznelliğine referansla belirleyen otorite türü vardır. Bu otoritelerin ilki, kullandığı hakikat ölçütünün nesnelliğinden emin olması ölçüsünde tedbirli olma ihtiyacı duymazken, bir başka öznenin kaprisine ve keyfine kalmış olan ikinci otorite türü rüzgarın her an yön değiştirme ihtimaline karşı ihtiyatlı olmak durumundadır.

Mantığı bu şekilde kurar da alttakilerin otoritesindeki ihtiyat payını bu şekilde açıklamaya muvaffak olursak, bu durumda piramidin en üstündeki noktanın ihtiyatlı otoritenin dışında, belki sadece onu yönetecek kadar içinde olduğunu itiraf etmek icap eder. Ama durum bu değildir. En üst noktanın kendisi de, alttaki bütün noktalar kadar ihtiyatlı otoriterlik sıfatından pay almaya devam eder. İhtiyatlılık burada halihazırda “Halk benim yanımda” demenin olduğu kadar, ileride hesap vermek zorunda kalırsa demokratik bir yönetimin devamcısı olduğunu öne sürmenin de bir aracı konumundadır. Burada siyasi maharet halka onlar olmaksızın olamayacağınızı ihsas ederken, diğer yandan ve asıl olarak onların sizin yokluğunuz durumunda yok olmaktan korkacak duruma gelmelerini sağlamaktır. Dolayısıyla ihtiyatlı otorite kendisini yeri geldiğinde açık, yeri geldiğindeyse zımni bir keyfilik olarak dayatma dışında herhangi bir seçeneğe sahip değildir.

Kendisine referansla barış akademisyenlerinin yargılanabileceği ne bir yasa vardır, ne de bir gelenek. 2 bin 212 üniversite hocasının bir anda zan altında kalmasını sağlamış olan, tek bir kişinin keyfinden başka bir şey değildir. Büyük suçlamaları dile getirirken bir mafya babasının savurduğu tehditlerin şiddetini kendisininkine katmaktan çekinmeyen ve kabardıkça kabaran böyle bir kapris, sıra cezire ve beraatlere geldiğinde halihazırda mevcut olan yasal zemine başvurmaktan imtina etmiştir. Bu, benim suçladıklarım illa ki suçsuz bulunacaksa, bunun yasasını da ben yaparım demektir. Bu büyük iddiayla yargı reformunun sadece barış akademisyenleri açısından bağlayıcı olduğunu söylemeye çalışıyor değilim. Hele ki bu reformu yaptıran yegane kudretin de bu insanlar olduğunu iddia ediyor hiç değilim (keşke öyle olsa). Söylemeye çalıştığım şu ki, yargı reformu ya da yeni bir anayasa hazırlama gibi köktenci hamleler, ancak ve ancak bu hamlelerin arkasında tarihsel bir birikim ve halk iradesi varsa anlamlı ve etkilidir. Kimse rüya görmesin, tek adamın izniyle yapılan hiçbir değişim onun kişisel beğenilerini doyurmaktan ve gururunu okşamaktan ileri gitmez. Tek bir kişiyi ihya eden halkı ancak rezil eder.

Beraat kararlarını cebine koyup zamanı geldiğinde (ki gelecektir) işine gücüne dönmekle yetinecek olsalar, barış akademisyenlerinin başta ortaya koydukları iradenin gereğini yapmadıkları düşünülebilir. Bu durum vatandaşı olmaktan dolayı yapılmasına, eleştirilmesine ve değerlendirilmesine her daim katkı verebilecek olduğumuz yasanın nesnel ağırlığı sayesinde değil, bir kişinin keyfi ve affediciliği sayesinde tekrar düze çıktığımızın düşünülmesine yol açabilir. Bu anlamda barış akademisyenlerinin misyonu yasanın üzerindeki keyfilik gölgesini kaldırmaktır, “işe dönmek” değil. Bu ise bir başka yazının konusu olabilir.

* Yrd. Doç, 689 no’lu KHK sonucunda, ikinci dalga barış imzacılarından olduğu için Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe bölümündeki görevinden uzaklaştırıldı