Lenin'in Plehanov anısı: Hiç böyle tekmelenmemiştim...

Lenin'in pek alışık olunmayan ifadelerinin yer aldığı bir metni Barış Yıldırım'ın sunumu ve Abdurrahman Aydın'ın çevirisiyle sunuyoruz. Lenin'in 1900’ün Eylül ayında Cenevre’de kaleme aldığı bu hayli kişisel metin, bir tarafta Plehanov, Akselrod ve Zasuliç ile diğer tarafta Lenin ve Potresov (Arsenyev) arasında, İskra dergisinin yayın politikaları üzerine yapılan bir buluşmayı anlatıyor. Lenin, Plehanov'dan bahsederken, "Bir daha asla, hayatım boyunca hiçbir zaman hiç kimseye böyle samimi bir saygı ve hürmet duymadım; hiç kimsenin karşısında böyle 'mütevazı' olmadım ve doğrusu bu olayın öncesinde de hiçbir zaman böyle tekmelenmemiştim" diyor.

Google Haberlere Abone ol

Barış Yıldırım

LENİN ZAMANLAMA DEMEKTİR

Birazdan okuyacağınız yazıda Lenin’de pek de alışık olmadığımız duygusal, psikolojik ve hatta artistik yanlar bulacaksınız. “Meftun bir gençlik maşuktan acı bir ders alıyor,” diyecek örneğin, “Küçük çocuklar gibi korkmuştuk”, diye anlatacak, “Ne utanç verici” diye isyan edecek, “Kötücül duygularla onu bir tanrı gibi tepeledik,” diye coşacak, “korkunç bir laubalilikle bir kenara atılmış” olmaktan yakınacak. Yazıda, aynı evde kalan iki arkadaşın biri tuvaletteyken diğerinin yüzünü yıkayıp gittiği odada yaptığı siyasi tartışmalar tasvir edilecek. Anlatıdaki bazı karakterlerin intihar etmesinden korkulacak. “Dişlerini sıkarak ve kalbinde kötücül bir üşümeyle yürüyen bir adam”ın hali gösterilecek. Lenin birkaç kez “gözyaşlarına boğulma”nın eşiğine gelecek. Durumun “saçmalığı, akıl almazlığı ve anlamsızlığı nedeniyle aşırı bir sıkışmışlık içindeki” devrimciler “cenaze alayındaymış gibi” yürüyecek. “Üstümüzde bir lanet vardı sanki!” diye konuşacak materyalist bir devrim önderi.

Lenin, bu metni Krupskaya, Martov ve yakın olduğu diğer taraftarlara yönelik bir rapor olarak 1900’ün Eylül ayında Cenevre’de kaleme aldı. Hedef kitle, “olanları en yakın arkadaşlarımız dışında kimseye aktarmamayı kararlaştırmıştık” cümlesindeki “en yakın arkadaşlar”la sınırlıdır. Ancak 1924 yılında, Toplu Eserler’in dördüncü cildinde yayımlanan bu hayli kişisel fakat bir o kadar da politik metinde Lenin, bir tarafta Plehanov, Akselrod ve Zasuliç ile diğer tarafta Lenin ve Potresov (Arsenyev) arasında, İskra dergisinin yayın politikaları üzerine yapılan bir buluşmayı anlatır. (Tony Cliff’in Lenin’in ilk cildindeki “Iskra neredeyse sönme noktasına nasıl geldi?” bölümü de bu buluşmaya dairdir.)

Taraflardan ilkini sadece Plehanov temsil ederken (Akselrod ve Zasuliç, Plehanov’a duydukları büyük muhabbete rağmen denge unsuru olmaya çalışmaktadır), ikinci tarafta bu toplantıya katılamayan ama görüşleriyle etkili olan ve daha sonra Lenin’in muarızlarından olacak Martov’un da gölgesi hissedilir. Lenin, kendisiyle Potresov ve Martov arasında oluşan yoldaşlık bağına “Üçlü İttifak” adını vermektedir.

Lenin ve arkadaşları, Plehanov’u, Legal Marksist Peter Struve’ye karşı yeterince güçlü bir karşı duruş gerçekleştirmemekle eleştirirken, bir yandan da, Struve ve arkadaşlarının yeni dergiye katkı sunmalarını ve bu sayede derginin bir tür ideolojik kampfplatz olmasını da istemektedir. Narodniklere karşı ideolojik mücadele sürecinde Plehanov ve Struve ile birlikte ortak bir kitaba katkı sunan Lenin için, partinin henüz doğum sancıları yaşadığı bu aşamada, bu tartışmaların yapılması önemlidir. Plehanov, Struve’nin yanı sıra Yahudi sosyalist Bund partisiyle de bağların koparılmasını istemektedir: “Bütün Yahudiler şovenist ve milliyetçi, bir Rus partisinin Rus olması ve kendisini ‘yılan sürülerini tutsaklığına’ bırakmaması gerekir.” Lenin de parti içi mücadelelerin ilerleyen aşamalarında Legal Marksistler ile ve Bund’la bağları koparacaktır (“Yahudiler” değil fakat Bund milliyetçi olduğu için). Ancak 1900’lerin başında Lenin için henüz o vakit gelmemiştir. Yine yıllar sonra Dönek Kautsky kitabını yazacak olan Lenin, bu aşamada Kautsky’ye karşı sert bir saldırıya da karşıdır. Nâzım Hikmet’in “Dün erkendi, yarın geç, bugün…” dizesinde tarif ettiği gibi, Lenin, zamanlama demektir.

Bu taktik sorunlar bir yana, okuyacağınız yazı, Plehanov grubu ile Lenin grubu arasındaki “işyeri entrikaları”nın -office politics’in- canlı bir tasviridir. İlişkiler birkaç kez kopma noktasına gelir ve yeniden kurulur. İskra daha doğmadan ölecek, kıvılcım daha çakmadan sönecek gibidir. Lenin toplantıya Plehanov’a dönük koşulsuz bir hayranlıkla gider, ondan nefret etmenin eşiğinde oradan ayrılır. Hayranlığını (ve genel olarak Rus gençlerinin Plehanov tutkusunu) âşık-maşuk metaforuyla anlatıyor. Ne var ki, yalnıza bu hayranlığın değil son noktadaki tepkisinin de toplantının ateşiyle abartıldığını farkındadır: “Felaketin aniliği doğal olarak onu abartmamıza yol açıyordu, fakat dile getirdiğimiz acı sözler temelde doğruydu da.”

Kuşak çatışması bütün ağırlığıyla karşımızdadır. “İhtiyarlar”ın “titizlik isteyen ağır ve sıkıcı editoryal işleri yapamayacak”, “aşırı müsamahasız” kimseler olduğundan şikâyet edilir. Bu yakınmaların tarihinin tasarım ve kelime işlem yazılımlarının ortaya çıkmasından çok önceye tarihlendiği anlaşılıyor!

Lenin yaşanan tartışmalardan ve Plehanov’un gerçek yüzünü görmekten o kadar üzgündür ki, daracık bir yoldaş grubuna yazdığı, teknik olması beklenen bir raporda, başka yerlerde pek kullanmadığı edebi taktiklere başvurur. Yazının ortalarında karşımıza klasik bir “doğalcılık yanılgısı” örneği çıkar: Lenin ve Potresov’un duygularının patlama noktasına dek birikmiş olması, yıldırım pırıltılarıyla yarılan, patlamak üzere olan fırtınanın gürültüleriyle yüklü son derece karanlık bir gecenin tasviriyle paralel olarak anlatılır. “Bastırılmış duygularımız bize üstün geldi; zaten yüklü havada bir fırtına koptu.”

Lenin’in teorik hakkını ölene kadar vermekten asla imtina etmediği Plehanov hakkında sonra da pek değişmeyecek olan ahlaki yargısı şudur: “Kendisiyle işbirliği yapmak, çok yakın ilişkiler kurmak istediğimiz bu adam yoldaşlarla uğraşırken satranç hamlelerine başvurdu; kötü bir adam olduğuna kuşku yoktu onun; evet, kötü, kişisel gösterişin ve kibrin dar görüşlü motifleri tarafından esinlenen kötü biri – içtenliksiz bir adam.”

Bu yargının doğal sonucu olarak “O adamın elindeki piyonlar olmayı reddediyoruz,” derler ve olmazlar da. Lenin’in buradan çıkardığı taktiksel dersler, barış istiyorsa savaşa hazır olmak, rest çekilmesi gereken yerde çekmekte tereddüt etmemek, ilişkide olduğun kişilere duygulardan arınmış bir gözle bakarken sapanından taşı eksik etmemektir.

Geçtiğimiz yıl Özay Göztepe’nin editörlüğünde Nota Bene’den çıkan Marx’ın Orkestrası kitabının tarihsel devamı olarak hazırladığımız Lenin’in Karargâhı derlemesine Plehanov bölümünü yazarken karşıma çıktı yazı. Paylaştığım küçük alıntılar, Gazete Duvar’ın dikkatini çekince sevgili dostum Abdurrahman Aydın tam güzel bir çevirisini kotardı. Metnin İngilizce çevirisine marksists.org’dan ulaşılabilir.

'İSKRA' (KIVILCIM) NASIL DA SÖNMEK ÜZEREYDİ?

Çeviri: Aburrahman Aydın

Önce Zürich’e gittim. Arsenyev’i (Potresov) göremeden tek başıma ulaştım. P. B. Akselrod Zürich’te beni çok sıcak karşıladı ve iki günümü onunla samimi konuşmalar yaparak geçirdim. Sohbetimiz, birbirini uzun süredir görmeyen iki dostun sohbeti gibiydi; belirli bir düzen olmaksızın, her şeyden, akla gelebilecek her türlü şeyden konuştuk ve elbette öyle bir iş tartışmasına benzer hiçbir şey de yoktu konuşmalarımızda. Doğrusu, Akselrod’la pratik meselelerle ilgili olarak konuşulabilecek (mitsprechen kann) pek fazla bir şey söz konusu değildi, fakat G. V. Plehanov’a eğilim gösterdiği, dergi için Cenevre’de bir matbaa kurmak yönündeki ısrarı dolayısıyla son derece açıktı. Genel olarak söylersem, Akselrod biraz “pohpohçu” (ifadeyi bağışlayın) biri; bizim girişimimizin kendileri için her şey demek olduğunu, onlar için bir dirilme anlamına geldiğini, şimdi “bizim” Plehanov’un aşırıcılığına mukabele edebileceğimizi söyledi. Son değinisini özellikle not ettim ve bunun ardından gelen ‘tarih’ bu sözlerin özellikle önemli ve anlamlı olduğunu da kanıtladı.

Plehanov

Cenevre’ye gittim. Arsenyev beni, bölünme (1) nedeniyle fena halde gergin ve oldukça kuşkucu olan Plehanov’a karşı özellikle dikkatli olmam konusunda uyardı. Kendisiyle konuşmam da onun gerçekten kuşkucu ve güvensiz olduğunu, kendisini olabilecek en azami derecede haklı gördüğünü gösterdi aslında. İhtiyatını gözetmeye çalıştım ve bütün ‘hassas’ noktalardan sakındım, ama sürekli kendime koyduğum kısıtlamalar ruh halimi elbette çok fazla etkiliyordu. Zaman zaman, bölünme tarafından ortaya çıkarılmış olan tutkuları en küçük düzeyde bile sakinleştirecek ya da yatıştıracak her türlü görüş karşısında Plehanov’un keskin ve sert yanıtlarıyla beliren küçük ‘ihtilaflar’ yükseldi. Derginin taktikleriyle ilgili sorular konusunda da ‘ihtilaflar’ vardı. Plehanov bütünüyle müsamahasızdı; başka insanların argümanlarını anlama yönünde bir beceriksizlik ya da isteksizlik ve doğru sözcüğü kullanmak gerekirse bir samimiyetsizlik sergiliyordu. Struve için mümkün olan her şeyi dikkate almamız gerektiğini, onun gelişimi konusunda hepimizin biraz suçunun olduğunu, çünkü Plehanov da dâhil olmak üzere protestonun gerekli olduğu zamanda (1895, 1897) protesto konusunda başarısız olduğumuzu belirttik. Plehanov en küçük bir suçu bile üstlenmeyi reddetti; açık bir biçimde değersiz argümanlarla, meseleyi açıklığa kavuşturmak yerine kaçamak bir konumu üstlendi. Geleceğin yazı işleri müdürleri arasındaki bu yoldaşça konuşmanın seyri içindeki bu diplomasi hiç hoş değildi. Kendisine 1895’te (Struve’ye) “saldırmamak [??] yönünde direktif verilmiş olduğu” ve kendisine verilen direktifler doğrultusunda davranmaya alışkın olduğu yalanıyla kendini kandırmaya ne gerek vardı? (2) 1897’de (Struve Novoye Slovo’da kendisinin temel amacının Marksizm’in köklü tezlerinden birini çürütmek olduğunu yazarken) Struve’ye, aynı dergide yazan işbirliği içindeki kimseler arasında polemikleri aklı almadığı (ve asla almayacağı) için karşı çıkmamış olduğu iddiasıyla kendini bu kandırma neden? (3) Bu samimiyetsizlik aşırı rahatsız ediciydi ve tartışma içerisinde Plehanov’un Struve’ye karşı acımasız bir kavga verme arzusu taşımadığımız, “her şeyi uzlaştırmak” arzusu taşıdığımız gibi bir sonucun çıkması arayışında olması gerçeği, bunu daha da itici kılıyordu. Derginin sütunlarında genel olarak polemikler konusunda ateşli bir tartışma başladı. Plehanov karşı çıkıyor ve argümanlarımızı dinlemeyi reddediyordu. İşi hayasızlık boyutuna vardırmış “Yurtdışı-Birliği insanlarına” yönelik bir nefret sergiliyordu (ispiyoncu olmalarından kuşkulanıyor, onları üçkağıtçı ve dolandırıcı olmakla itham ediyor ve böylesi “hainleri vurmakta” tereddüt etmeyeceğini ileri sürüyordu). Aşırıya gittiği yönündeki en küçük bir ima bile (örneğin özel mektupların (4) yayınlanması ve böylesi bir sürecin içerdiği tedbirsizlik konularına değinmem) onu galeyana getiriyor ve çabuk alevlenen bir öfke halini açığa vurmasına yol açıyordu. Birbirimizden gittikçe daha çok hoşnutsuz olduğumuz açıklığa kavuştu. Fakat onun aracılığıyla başka şeylerin yanı sıra kendisini açığa vuran şey aşağıda tarif edildiği gibidir: Editoryal bir deklarasyon olarak hazırladığımız bir taslak vardı (“Editörler Kurulu Adına”) ve burada yayınların amacını ve programını açıklıyorduk. Bu metin ‘oportünist’ bir ruhla (Plehanov’un bakış açısından) yazılmıştı – derginin üyeleri arasındaki polemiklere izin verilecekti; metnin tonu ılımlıydı; ‘ekonomistlerle’ olan ihtilaf konusunda barışçıl bir son olasılığı dikkate alınmıştı vs. Deklarasyon Partiye bağlılığımızı ve Partinin birliği için çalışma arzumuzu vurguluyordu. Plehanov bu metni benim gelişimden önce Arsenyev ve Zasuliç’le birlikte okumuştu. Okumuş ve içeriğine dair hiçbir itiraz geliştirmemişti. Yalnızca, fikirlerin akışına dokunmadan metnin üslubunu ve tonunu geliştirme arzusunu ifade etmişti. A. N. Potresov bu amaç doğrultusunda deklarasyon metnini ona bırakmıştı. Ben oraya ulaştığımda Plehanov bana mesele hakkında hiçbir şey söylemedi, fakat birkaç gün sonra kendisini ziyarete gittiğimde deklarasyonu bana öyle bir havayla geri verdi ki adeta şunu söylüyordu: “Al işte; şahitlerin huzurunda onu dokunulmamış bir halde sana geri veriyorum. Gördüğün üzere onu kaybetmedim.” Önerdiği değişiklikleri neden yapmadığını sordum. Bunun daha sonra da yapılabileceğini, uzun bir zaman almayacağını ve şu anda yapmaya değer olmadığını belirtti. Deklarasyonu aldım, değişiklikleri kendim yaptım (hâlâ Rusya’da olduğum dönemde oluşturulmuş bir kabataslaktı); Vera Zasuliç’in şahitliğinde ikinci kere Plehanov’a okudum ve bu defa ondan bu şeyi almasını ve düzeltmesini kesin bir dille istedim. Yine bahanelere başvurdu ve işi, yanında oturan Vera Zasuliç’in üzerine yıktı (bütünüyle tuhaftı bu, çünkü Zasuliç’ten hiçbir zaman beyanlar üzerinde çalışmasını istememiştik ve ayrıca düzeltmeleri yapabilecek, yani metnin tonunu “geliştirebilecek” ve deklarasyona bir manifesto karakteri verebilecek durumda değildi).

İşler konferansa (Emeğin Kurtuluşu grubunun tamamından; Plehanov, Akselrod, Zasuliç’ten, bir de üçüncü kişimiz (5) mevcut olmadığı için iki kişiden oluşan bizim teşkil ettiğimiz konferans) kadar böylece gitti. Nihayet Akselrod geldi ve konferans başladı. Yahudi Birliğine (Bund) yönelik tutumumuzu Plehanov aşırı bir müsamahasızlıkla karşıladı ve bu birliğin Rusları sömüren bir sömürü örgütlenmesi olduğunu, Sosyal-Demokrat bir örgütlenme olmadığını açıkça dile getirdi. Amacımızın Bund’u Partiden atmak olduğunu, bütün Yahudilerin şovenist ve milliyetçi olduklarını, bir Rus partisinin Rus olması ve kendisini “yılan sürülerinin tutsaklığına” bırakmaması gerektiğini söyledi. Bu kaba saba sözlere yönelik itirazlarımızın hiçbiri sonuç vermedi ve Plehanov, bizim, basitçe, Yahudiler hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığımızı, Yahudilerle uğraşma konusunda gerçek bir deneyimimizin bulunmadığını söyleyerek kendi fikirlerine sonuna kadar bağlı kaldı. Bu sorun konusunda hiçbir çözüm benimsenmedi. Konferansta “deklarasyonu” birlikte okuduk. Plehanov’un tutumu yabansıydı. Sessiz kaldı, değişiklik önerisi yapmadı, deklarasyonun polemiklere izin veren kısmına karşı bir fikir öne sürmedi ve genel olarak geri çekildi, bütünüyle geri çekildi. Katılım sağlama arzusu yoktu ve sadece kendisinin (aslında kendilerini, yani içinde bir diktatör olduğu Emeğin Kurtuluşu grubunu kast ediyordu) yazmış olması durumunda bambaşka bir deklarasyon yazmış olacağı biçiminde zehirli, kötücül bir iki değiniyle yetindi. Geçerken söylenen bu ifade, başka bir meseleyle ilgili bir cümlenin ardından özellikle tiksinti verici bulduğum bir şey halini alarak çarptı beni; birlikte çalışacak editörlerin olduğu bir konferans ve bunlardan biri (kendi taslağını oluşturması ya da bizim taslağımıza varsa değişiklik önerilerini getirmesi kendisinden iki kere istenmiş biri) hiçbir düzeltme önerisi getirmiyor ama kendisi yazmış olsa başka türlü (çekingen, ılımlı ve oportünist bir tarzda demek istiyordu sanıyorum) yazmış olacağı gözlemini sarkastik bir biçimde ortaya koyuyor. Bu, onunla bizim aramızda normal ilişkilerin olmadığını açıkça ortaya koyuyordu. Ardından –konferansın daha önemsiz konularını aktarmama izin verin– Bobo (6) ile M. I. Tugan-Baranovski’ye yönelik tutumumuz meselesi geldi. Biz koşullu bir davetten yanaydık (Plehanov’un sergilediği keskinlik nedeniyle kaçınılmaz olarak bu konuma gelmiştik; farklı bir tutumu arzuladığımızı görmesini istiyorduk. Korkunç keskinliği, insanı, neredeyse içgüdüsel bir biçimde ona itiraz etmeye ve karşıtlarını savunmaya itiyordu. Zasuliç Plehanov’un argümanlarının daima kendi okurlarının onun hasmına duymaya başladıkları sempati tarafından şekillendirildiğini uygun bir şekilde dile getirdi). Plehanov, son derece soğuk ve kuru, kesinlikle aynı fikirde olmadığını açıkladı ve bizimle hemfikir olmaya pek de gönülsüz olmayan Akselrod ve Zasuliç ile uzun diyaloğumuz boyunca sessiz kaldı ve bunu apaçık gösterdi. Bütün sabah son derece gergin bir atmosfer içinde geçti. Plehanov’un bize bir ültimatom vermekte olduğu bütün kuşkuların ötesinde bir açıklığa kavuşmuştu – ya kendisini ya da şu “dolandırıcıları” tercih edecektik. Meselelerin böylesi bir darboğaza geldiğini görerek Arsenyev ile ben yol verme konusunda hemfikir olduk ve akşam oturumunun hemen başında, “Plehanov’un ısrarı üzerine” önerimizden vazgeçtiğimizi açıkladık. Bu açıklama sessizlikle karşılandı (öyle ki bu mesele sanki bizim boyun eğmekten başka bir şey yapamayacağımız bir meseleymiş gibiydi). Bu “ültimatom atmosferi” (sonradan Arsenyev böyle tarif etmişti) bizi çok rahatsız etmişti – Plehanov’un sınırsız iktidar arzusu açıktı. Bundan kısa bir süre önce (Plehanov, Arsenyev, Zasuliç ve ben ormanda bir akşamüstü gezintisine çıktığımız sırada) Bobo üzerine özel bir konuşmamızda, ateşli bir tartışmanın ardından Plehanov elini omzuma koyarak şunu demişti: “Fakat beyler, bir şart koşuyor değilim; akşam bunu konferansta hep beraber tartışır ve hep beraber karar veririz.” O sırada bundan etkilenmiştim, fakat konferansta tam tersi oldu; Plehanov yoldaşça tartışmanın dışında durdu; öfkeli bir sessizliği muhafaza etti ve bu sessizlik de açıkça onun “şartlarını” ifade ediyordu. Bu bana keskin bir samimiyetsizlik sergilemek olarak göründü (o esnada kendi izlenimimi açıkça formüle etmiş olmasam da). Arsenyev ise açık sözlülükle şunu dedi: “Bu imtiyaz arzusu nedeniyle onu asla affetmeyeceğim!” Cumartesi günü geldi. O gün ne konuştuğumuzu tam olarak hatırlamıyorum, ama akşam, hep beraber yürüyüşe çıktığımız sırada yeni bir çatışma alevlendi. Plehanov bir kişinin (henüz bizim literatürümüzde bir yayını olmayan, ama Plehanov’un kendisinde felsefi bir yetenek gördüğü biri, benim Plehanov’un kör hayranlığı dışında bilmediğimiz biri) felsefi bir makale yazmakla görevlendirilmesi önerisini getirdi ve şunları söyledi: “Bu kimseye Kautsky’ye karşıt şu ifadelerle yazısına başlamasını tavsiye edeceğim … İyi bir arkadaştır doğrusu! Şimdiden bir ‘eleştirmen’ olmuş durumda ve Neue Zeit’ta (7) felsefi makaleleri yayınlanıyor ama Marksistlere tam kapsamlı bir yer vermiyor.” Arsenyev, Kautsky’ye (katkı sunması için dergiye davet edilmişti) yönelik keskin bir saldırı önerisini duyunca öfkelendi ve bunun yakışıksız olacağı düşüncesiyle ateşli bir şekilde itiraz etti. Plehanov öfkelenerek kabardı; ben Arsenyev’i destekledim; Akselrod ile Zasuliç ise sessiz kaldı. Yarım saat sonra Plehanov ayrıldı (vapura kadar ona eşlik ettik); son anlarında kapkara bir çehreyle sessizce oturdu. Bizden ayrılır ayrılmaz üzerimizden bir yük kalkmış gibi olduk ve tartışmalar ‘dostça’ bir tarzda devam etti. Ertesi gün, Pazar günü (2 Eylül, Pazar. Bu olay yalnızca bir hafta önce oldu!!! Fakat bana bir yılmış gibi geliyor. Ne kadar uzaklaşmış her şey!) bizim kulübemizde değil de Plehanov’unkinde buluşma ayarladık. Oraya gittik, Arsenyev benden önce gelmişti. Plehanov editörlerden biri olmak istemediğini, yalnızca katkı sunanlar arasında yer almak istediğini bildirmek için Akselrod ile Zasuliç’i daha önceden Arsenyev’e göndermişti. Akselrod ayrıldı; bir hayli canı sıkılmış ve kafası karışmış olan Zasuliç Arsenyev’e homurdandı: “Georg gücenmiş, reddediyor.” Ben girdim. Kapıyı Plehanov açtı bana, yüzünde sahte bir gülümsemeyle elimi sıktı ve ardından dışarı çıktı. Odanın içine yürüdüm ve Arsenyev ile Zasulisch’i orada otururken buldum. İkisinin de yüzünde tuhaf bir ifade vardı. “Hanımlar ve beyler” dedim, “nasıl gidiyor?” Plehanov girdi ve bizi kendi odasına davet etti. Dergiye katkı sunan bir konumda olmasının –düzenli yazacağını söylüyordu– daha iyi olacağını, diğer halde sürekli bir sürtüşmenin söz konusu olacağını, kendisinin görüşlerinin bizim görüşlerimizden açıkça farklı olduğunu, bizim Partimize, bakış açımıza saygı duyduğunu, fakat bu bakış açısını paylaşamayacağını belirtti. Bu nedenle bizim editör olmamız, kendisinin de düzenli katkı sunanlar arasında olması daha iyi olurdu. Bunu duymak bizi olumlu anlamda hayrete düşürmüştü ve bu fikre karşıt argümanlar sıralamaya başladık. Bunun üzerine Plehanov şunları söyledi: “Eğer birlikte olursak oylamaları nasıl yapacağız? Kaç oy oluyor o zaman?” “Altı.” “Altı pek pratik bir sayı değil.” “Georg’un iki oyu olsun o zaman” önerisi geldi Zasuliç’ten, “diğer türlü her zaman yalnız kalacak – taktik sorunları konularında iki oy.” Bu konuda hemfikir olduk. Plehanov idarenin dizginlerini eline alınca, baş editör havasıyla, orada hazır bulunanları departmanlara tahsis etmeye ve hiçbir itiraza tahammülü olmayan bir tonda kimisine şu konuda ve kimisine de bu konuda makaleler tahsis etmeye başladı. Sesimiz kısılmışçasına oturduk öylece; mekanik bir şekilde her şeyi onaylıyorduk, olup biteni kavrayamamıştık bile. Aptal yerine konduğumuzu, söylediklerimizin gittikçe daha çok askıya alındığını, değinilerimizin Plehanov tarafından gittikçe daha umursamaz ve daha kolay bir şekilde öylece bir kenara fırlatıldığını (çürütülmek ya da reddedilmek değil, öylece bir kenara itilmek), “yeni sistemin” onun kesin hâkimiyetiyle de facto aynı anlama geldiğini ve Plehanov’un da bunu mükemmel bir biçimde anlayarak bize herhangi bir seremoniye ihtiyaç duymaksızın hükmetmekte tereddüt etmediğini fark ettik. Aptal yerine konmuş ve bütünüyle bozguna uğramış olduğumuzu fark ettik, ama yine de konumumuza dair tam bir kavrayış da geliştiremiyorduk. Demeye kalmadan kendimizi yalnız bulduk; demeye kalmadan vapurdan ayrılmıştık ve kulübemize doğru yürüyorduk. Ardından gözbağı dağıldı ve Plehanov aleyhine şiddetli ve öfkeli bir halde verip veriştirmeye başladık.

Fakat bu tiradımızın özüyle ilgili olarak biraz geriye gitmem gerekiyor. Plehanov’un bütüncül hâkimiyeti (aldığı biçimden bir hayli bağımsız olarak) neden bizde böylesi bir öfkeye yol açıyordu? Öncesinde bizim editörler olacağımızı ve onların da yakın çalışma arkadaşları olacaklarını düşünmüştük. Rusya’dayken ben bunu bu şekilde ve resmi bir biçimde sunma önerisini yapmıştım, fakat Arsenyev resmi bir öneriye karşı çıkmış ve bunu “dostça bir yoldan” ilerletmeyi (nihayetinde aynı sonuca çıkacaktı) teklif etmişti – ben de hemfikir olmuştum. Bizim editörler olacağımız konusunda ikimiz de uyum içindeydik, çünkü “ihtiyarlar”, titizlik isteyen ağır ve sıkıcı editoryal işleri yapamayacak olmalarına ek olarak aşırı müsamahasızlardı. Bunlar bize yol gösteren genel hususlar düzeyindeydi yalnızca, çünkü onların ideolojik kılavuzluğunu kabul etmeye hazırdık. Plehanov’un kendisine en yakın genç yoldaşları ve müritleriyle (Sotsial-Demokrat (8) grubu üyeleri, Plehanov’un uzun zamandır çevresinde olan taraftarları, Partide aktif olan işçiler, işçi olmayıp da bütünüyle Plehanov’a adanmış olan çalışkan insanlar) Cenevre’de yapmış olduğumuz konuşmalar benim ve Arsenyev’in bu meseleyi nasıl halledeceğimiz konusundaki kanılarımızı güçlendirmişti. Bu müritler bize hiçbir belirsizlik olmaksızın, Plehanov’dan biraz daha bağımsız olacağımız Almanya’da bir editoryal ofisin var olmasının arzulanır olduğunu ve ihtiyarlara pratik bir editoryal kontrolün verilmesinin, bütün girişimin çökmesi sonucuna değilse de feci ertelemelere yol açacağını söylemişlerdi. Aynı nedenlerle Arsenyev de koşulsuz bir biçimde Almanya yanlısıydı.

“İskra”nın (Kıvılcım) nasıl da sönme noktasına geldiği konusundaki betimlememi 26 Ağustos Pazar akşamı eve döndüğümüz sırada geliştirdim. Kendimizi yalnız bulduğumuz anda, vapurdan ayrıldıktan sonra, öfkeli ifadelerle dolu bir akışın içinde buluverdik kendimizi. Bastırılmış duygularımız bize üstün geldi; zaten yüklü olan havada bir fırtına koptu. Küçük köyümüzde gecenin içinde bir aşağı bir yukarı gidip geliyorduk; son derece karanlıktı, bir fırtına gürültüsü vardı ve yıldırım pırıltılarıyla yarılıyordu gece. Yan yana yürüdük, öfkeden patlamak üzereydik. Arsenyev’in kendisi söz konusu olduğu sürece Plehanov’la kişisel ilişkilerinin sonsuza dek sona ermiş olduğunu, asla düzelmeyecek olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Onunla iş ilişkilerini muhafaza edecekti, fakat kişisel ilişkiler söz konusu olduğunda – fertig (bitmiştir). Plehanov’un davranışı öylesine aşağılayıcıydı ki bizimle ilgili ‘temiz olmayan’ düşüncelere sahip olduğunu (örneğin bizim Streber -kariyerist- olduğumuzu düşündüğünü) düşünmekten alıkoyamıyorduk kendimizi. Bizi ayaklarının altında çiğnemişti vs. Bu suçlamaları bütünüyle destekliyordum. Plehanov’a duyduğum hayranlık adeta bir sihirle kaybolup gitti ve kendimi inanılmayacak bir düzeyde incitilmiş ve gücendirilmiş hissettim. Bir daha asla, hayatım boyunca hiçbir zaman hiç kimseye böyle samimi bir saygı ve hürmet duymadım; hiç kimsenin karşısında böyle “mütevazı” olmadım ve doğrusu bu olayın öncesinde de hiçbir zaman böyle “tekmelenmemiştim.” Durum buydu; gerçekten tekmelenmiştik. Küçük çocuklar gibi korkmuştuk; bizi kendi başımıza bırakmakla tehdit eden yetişkinler tarafından korkutulmuştuk ve korktuğumuz (ne utanç verici!) zaman da korkunç bir laubalilikle bir kenara atılmıştık. Bir ortak editör olmayı reddettiğinde Plehanov’un o sabah bize açıkça bir tuzak kurmuş olduğunu şimdi anlıyorduk; bilinçli bir satranç hamlesiydi bu; art niyetsiz “güvercinler” için kurulmuş bir kapan. Her ne olursa olsun, şurası kuşkusuz açıktı ki Plehanov ortak editör olmaktan gerçekten korkmuştu, çünkü ayak bağı olacak ve aramızda gereksiz sürtüşmelere yol açabilecekti; sonradan açığa çıktığı üzere (acımasızca açığa çıktığı üzere) onun ortak editörlükten anladığı kendisinin biricik editör olmasıydı. Ve kendisiyle işbirliği yapmak, çok yakın ilişkiler kurmak istediğimiz bu adam yoldaşlarla uğraşırken satranç hamlelerine başvurdu; kötü bir adam olduğuna kuşku yoktu onun; evet, kötü, kişisel gösterişin ve kibrin dar görüşlü motifleri tarafından esinlenen kötü biri – içtenliksiz bir adam. Bu keşif –evet, bu gerçekten bir keşifti– bizi bir yıldırım gibi çarpmıştı; o ana kadar ikimiz de Plehanov’a hayranlık duyuyorduk ve sevdiğimiz birine yaptığımız üzere, her şeyini bağışlıyor, kusurlarını görmezden geliyor; bu kusurların aslında var olmadığına, bunların ilkelere yerinde bir saygısı olmayan insanları rahatsız eden ehemmiyetsiz şeyler olduğuna kendimizi ikna etmek için bir hayli çaba sarf ediyorduk. Ama bu ‘ehemmiyetsiz’ şeylerin en adanmış arkadaşları püskürtme yeteneğine sahip olduğunu, onun politik doğruluğuna yönelik hiçbir takdirin bu püskürtmenin izlerini unutmamızı sağlayamayacağını pratik içinde öğrenmiştik. Öfkemizin sınırı yoktu. İdealimiz tahrip olmuştu; kötücül duygularla onu tahtından indirilmiş bir tanrı gibi tepeledik. Ona savurduğumuz ithamların bir sonu yoktu. Bunun böyle gidemeyeceğine karar verdik. Onunla böyle koşullar altında çalışmayı istemiyorduk, çalışmayacaktık, çalışamazdık. Hoşça kal dergi! Her şeyi bırakıp Rusya’ya dönecek, orada her şeye en baştan, yeniden başlayacak ve kendimizi gazeteyle sınırlayacağız. O adamın elindeki piyonlar olmayı reddediyoruz; yoldaşlık ilişkilerini anlamıyor ve bu ilişkileri muhafaza etmeyi de bilmiyor. Editörlüğü kendi üzerimize almaya kalkışmadık; çünkü o sırada böyle bir şeyi yapmanın tiksindirici boyutu daha da doğrulanmış olurdu; bu, bizi editör koltuğuna can attığımız biçiminde, gerçekten Streber, kariyerist olduğumuz biçiminde ve daha küçük bir düzeyde olsa bile kişisel gösteriş tarafından yönlendirildiğimiz biçiminde gösterirdi. O gece duygularımızın neler olduğunu tarif etmek son derece zor – öyle karışık, ağır, iç içe geçmiş duygular. Bu gerçek bir dramdı; makbul bir çocuk gibi bütün o yıllar boyunca heveslendiğimiz, ömürlerimiz boyunca yaptığımız çalışmaları ayrılmaz bir biçimde kendisine bağladığımız bir şeyi bütünüyle terk ediyorduk. Ve bütün bunların nedeni, Plehanov’a bir vakitler sevdalanmış olmamızdı. Ona bu kadar büyük hayranlık duymuş olmasaydık, ona duyduğumuz saygı daha az tutku içerseydi, daha aklı başında bir saygı olsaydı bu, onu daha nesnel bir biçimde değerlendirmiş olsaydık, ona yönelik davranışımız da daha başka olur ve bu türlü bir felaket yaşamamış olur, ifadenin düz anlamıyla böylesi bir “ahlaki batakla” –Arsenyev’in oldukça doğru tarifiyle– karşılaşmamış olurduk. Hayatımızın en acı dersini almıştık; keskin bir acılığı olan, acı verecek derecede acımasız olan bir ders. Daha yaşlı bir yoldaşa duydukları büyük sevgi nedeniyle genç yoldaşlar onun “gözüne girmeye çalışıyorlar” ve o, birdenbire bu sevginin içine bir entrika atmosferi şırıngalayarak onları daha genç kardeşler olarak değil de burunlarından tutularak yönlendirilmesi gereken aptallar olarak, istendiği zaman harekete geçirilecek piyonlar olarak ve daha da kötüsü doğrudan korkutulması ve ezilmesi gereken salak Streber’ler olarak hissetmeye zorluyor! Meftun bir gençlik maşuktan acı bir ders alıyor – herkese “duygusuz” bak; sapanında hep bir taş olsun! Aynı oranda acılık içeren pek çok başka ifadeyi dile getirdik o gece. Felaketin aniliği doğal olarak onu abartmamıza yol açıyordu, fakat dile getirdiğimiz acı sözler temelde doğruydu da. Duyduğumuz sevgi nedeniyle kör olmuş bir halde gerçekten de köle gibi davranmıştık ve bir köle olmak onur kırıcıdır. Daha önce yanılmış olduğumuz konusundaki duygumuz, kendi aşağılanmışlığımıza gözlerimizi açanın bizzat “kendisi” olması gerçeği tarafından yüz misline çıkıyordu.

En sonunda uyumak üzere kendi odalarımıza çekildik; ertesi gün Plehanov’a öfkemizi ifade etmeye, dergiyi bırakmaya, yalnızca gazeteyle meşgul olmak ve dergi materyallerini broşür formunda yayınlamak üzere gitmeye kararlıydık. Bundan davanın zarar görmeyeceğini düşünüyorduk. Ayrıca “o adamla” yakın ilişkiler kurmaktan da imtina edecektik.

Ertesi sabah her zamankinden erken uyandım. Merdivenlerden gelen ayak sesleriyle ve Arsenyev’in kapısını çalan Akselrod’un sesiyle uyanmıştım. Arsenyev’in yanıt verdiğini ve kapıyı açtığını duydum – bütün bunları duyuyor ve her şeyi dolaysızca konuşacak kadar yürekli olup olmadığını merak ediyordum. Her şeyi derhal konuşmak, meseleyi sündürmekten daha iyiydi; çok daha iyiydi. Elimi yüzümü yıkadım, üstümü giydim ve Arsenyev’in odasına gittim. Arsenyev tuvaletteydi. Akselrod koltuğa oturmuştu. Yüzünde gergin bir ifade vardı. “Dinle, Yoldaş X” dedi Arsenyev bana, “Akselrod’a Rusya’ya dönme kararımızdan bahsettim ve işlerin böyle yürüyemeyeceğini düşündüğümüzü söyledim.” Elbette buna bütünüyle katıldım ve Arsenyev’i destekledim. Son derece açık bir biçimde her şeyi Akselrod’a naklettik; o kadar ki Plehanov’un bizi Streber olarak gördüğü konusundaki kuşkularımızı bile dile getirdik. Akselrod bize genel olarak yarım bir yakınlık gösterdi, kafasını salladı; bir hayli kaygılı, kafası karışmış ve canı sıkılmış görünüyordu. Fakat bu son suçlamamızı işitince itiraz etmeye başladı ve bağırarak ithamımızın temelsiz olduğunu, Plehanov’un pek çok kusurunun olduğunu, ama bu kusurlar arasında bunun yer almadığını; bu meselede bize karşı adil olmayanın Plehanov olmadığını, aksine ona karşı adil olmayanın biz olduğumuzu; şu ana dek Plehanov’a “Bak işleri nasıl da karıştırdın? Şimdi kendi başına temizle, ben bu işten elimi çekiyorum” demeye hazırlandığını, ama bizim de adil olmadığımızı gördükten sonra artık bunu söyleyemeyeceğini belirtti. Tahmin edilebileceği üzere, sözleri pek az etki yarattı üzerimizde ve zavallı Akselrod kararlı olduğumuzu nihayet fark edince acınası bir çehreye büründü.

Vera Zasuliç’i uyarmaya birlikte gittik. “Kopuşun” (çünkü gerçekten bir kopuş gibi görünüyordu) haberini çok kötü bir biçimde almış olacağı beklediğimiz bir şeydi. Bir önceki akşam Arsenyev bana “İntihar etmesinden korkuyorum, gerçekten korkuyorum” demişti.

O sabah üçümüzün içinde olduğu ruh halini asla unutmayacağım. “Bir cenaze törenine gitmek gibi” diye düşündüm. Doğrusu bir cenaze alayındaymışız gibi yürüyorduk – sessiz, gözler kederli, kaybımızın saçmalığı, akıl almazlığı ve anlamsızlığı nedeniyle aşırı bir sıkışmışlık içinde. Üstümüzde bir lanet vardı sanki! Bunca talihsizlikten ve başarısızlıktan sonra her şey sorunsuzca giderken aniden bir kasırga patlamıştı – ve sonunda her şey yine paramparça olmuştu. Buna inanmakta güçlük çekiyordum (insanın çok sevdiği birinin ölmesine inanmakta güçlük çekmesi gibi) – Benim, yani Plehanov’un bu ateşli tapınıcısının, şimdi onunla ilgili acı düşüncelerle dolu olan bu adamın, dişlerini sıkarak ve kalbinde kötücül bir üşümeyle yürüyen bu adamın ona soğuk ve acı sözler söylemeye ve “artık ilişkilerimizin bitmiş olduğunu” beyan etmeye niyetli olması olacak şey miydi? Bu, korkunç bir rüya mıydı, yoksa gerçek miydi?

Bu intiba, Zasuliç’le konuşmamız sırasında bile üzerimize yapışıp kalmış durumdaydı. Güçlü duygular sergilemedi, ama derinden sarsılmış olduğu belliydi; kararımızı geri alıp alamayacağımızı, en azından bunu deneyip deneyemeyeceğimizi sordu, daha doğrusu yalvarır gibiydi – belki de durum o kadar da kötü değildi; en nihayetinde bir kere işe başladıktan sonra işlerini yoluna koyabilirdik; çalışmalar sırasında onun kişiliğinin itici tarafları o kadar görünür olmazdı. Plehanov karşısında zayıf düşmüş, ama davaya mutlak bir içtenlik ve tutkuyla bağlı olan, Plehanovculuğun boyunduruğunu “bir kölenin kahramanlığıyla” (Arsenyev’in ifadesi) yırtan bu kadının içtenlikli ricalarını duymak elem vericiydi. O kadar acı veriyordu ki bu bana, bir iki kere gözyaşlarına boğulacak gibi oldum. Şefkat ve umutsuzluk sözleri bir cenaze törenindeki bir kimseyi kolaylıkla ağlatabilir.

Akselrod ile Zasuliç’ten ayrıldık. Öğle yemeğini yedik, gelmekte olduğumuzu ve makineyi durdurmalarını belirten mektuplar gönderdik Almanya’ya; meseleyle ilgili bir telgraf bile gönderdik (Plehanov’la konuşmamızdan daha öncelikliydi). Ve doğru olanı yaptığımızdan ikimiz de bir an bile kuşku duymadık.

Yemekten sonra, kararlaştırmış olduğumuz saatte, yeniden Akselrod ile Zasuliç’in evine gittik. Plehanov’un da orada olmasını bekliyorduk. Biz yaklaşırken üçü bize doğru geldi. Sessizce selamladık birbirimizi. Plehanov ikincil bir diyalog başlatmaya çalıştı (Akselrod ile Zasuliç’e niyetimiz konusunda onu uyarmalarını tembihlemiştik, böylelikle her şeyi biliyor olacaktı); odaya geri döndük ve oturduk. Arsenyev konuşmaya başladı – kuru, kısa ve mutedil. Bir önceki akşam geliştiği şekliyle bu ilişkileri sürdürme olasılığı konusunda umutsuz olduğumuzu; oradaki yoldaşların da görüşünü almak üzere Rusya’ya dönmeye karar verdiğimizi, çünkü kendi başımıza karar almaya cüret etmeyeceğimizi ve bu süre zarfında da dergiyi yayınlama fikrini terk etmiş olduğumuzu söyledi. Plehanov oldukça sakin ve ölçülüydü; kendisine bütünüyle hâkim olduğu açıkça görülüyordu; Akselrod ile Zasuliç’in ihanetine uğramışlığa dair en küçük bir iz bile yoktu yüzünde (“bundan daha büyük mücadeleleri de olmuştu” diye düşünüyorduk, öfkeyle ona bakarken). Bütün bunların ne hakkında olduğunu sordu. “Bir ültimatomlar havası içerisindeyiz” yanıtını verdi Arsenyev ve bu fikri uzun uzun açıkladı. “İlk sayıyı çıkardıktan sonra ikinci sayıya geçmeden greve gideceğimden mi korktunuz?” diye sordu Plehanov saldırganca. Böyle bir şey söylemeye cüret edemeyeceğimizi düşünüyordu. Fakat ben de sakin ve ölçülüydüm. Şu yanıtı verdim: “Bu söylediğin Arsenyev’in söylediğinden çok mu farklı bir şey? Arsenyev’in söylediği de tam olarak bu değil mi?” Bu sözler karşısında Plehanov’un tüyleri diken diken oldu. Böyle kuru bir ton ve böyle doğrudan bir itham beklemiyordu.

“Eh, ayrılmaya karar verdiyseniz neyi tartışacağız?” dedi. “Söyleyecek bir şeyim yok; konumum zaten garip. Bütün yaptığınız izlenimlerden söz etmek ve başka bir şey de söylemiyorsunuz. Benim kötü bir adam olduğum izlenimine kapılmışsınız. Bu konuda bir şey yapamam.”

Konuşmayı bu imkânsız konudan uzaklaştırma arzusuyla şunu dedim: “Dereyi görmeden paçayı sıvamış olmakla suçlanabiliriz.”

“Hiç de değil!” diye yanıtladı Plehanov. “Dürüst olmak gerekirse, bu kadar önemli şeylerin iliştirilmemesi geren izlenimlere çok fazla önem atfetmekle suçlanıyorsunuz; belki de Arsenyev’in gergin hali de buna dâhil edilmelidir.” Bir anlık sessizlikten sonra broşürler yayınlamakla meşgul olacağımızı söyledik. Plehanov sert ve hiddetli bir biçimde yanıtladı: “Broşürler hakkında düşünmedim ve düşünmüyorum da. Benim üzerimden hesap yapmayın. Eğer giderseniz kollarımı kavuşturup tembel tembel oturmayacağım. Geri dönüşünüze kadar yeni bir girişim içine gireceğim.”

Daha sonra bu dediklerini hatırlayıp da kafamda evirip çevirdiğimde, hiçbir şeyin Plehanov’u gözümde bu kadar alçaltmış olmadığını görecektim. Bu öyle kaba bir tehdit ve bizi sindirmek amacıyla yapılmış öyle kötü hesaplanmış bir girişimdi ki biz söz konusu olduğumuz sürece Plehanov’un basitçe “bitmiş olduğunun” ifadesiydi. Ayrıca onun bize yönelik ‘politikasını’ da açığa çıkarıyordu bu ifadesi: Onları iyice korkut ve bu yeterli olacaktır.

Fakat tehdidine hiç kulak asmadık. Sessizlik içinde ağzım kapalı durdum: Pekâlâ, eğer istediğin buysa tamam! À la guerre comme à la guerre (Savaş mı istiyorsun? O halde meydan!”); fakat eğer değişmiş olduğumuzu, gece boyunca bir dönüşümün içinden geçmiş olduğumuzu göremiyorsan bir aptalsın demektir. Tehditlerinin etkisiz olduğunu fark eden Plehanov, başka bir manevra –başka bir şey denemezdi buna– denedi; az sonra, bizimle kopmasının kendisi için politik aktivitenin bütünüyle terk edilmesi anlamına geldiğini, politik çalışmaları bırakacağını, kendisini bilime, salt bilimsel literatüre adayacağını, çünkü bizimle çalışamamasının başka kimseyle çalışamayacağı anlamına geldiğini söyledi. Tehditlerinin nafile olduğunu görünce pohpohlamayı deniyordu. Böyle gelmesi ve tehditlerini değiştirmesi yalnızca bir iticilik doğuruyordu. Konuşma çok kısaydı ve bu konuşmadan bir şey de çıkmadı. Bunu gören Plehanov konuyu Çin’deki Rus gaddarlıklarına kaydırdı, ama konuşan neredeyse yalnızca kendisiydi ve hemen ardından birbirimizden ayrıldık.

Plehanov’un gidişinden sonra Akselrod ve Zasuliç’le konuşmalarımızda önemli bir şey de yoktu, ilginç bir şey de. Akselrod biraz kımıldadı ve Plehanov’un da ezilmiş olduğunu, eğer bu şekilde ayrılırsak bunun günahının üzerimizde olacağını vs. kanıtlamaya çabaladı. Arsenyev’le ikili bir konuşmalarında Zasuliç “Georg”un hep böyle olduğu itirafında bulundu. “Kölece kahramanlığını” itiraf etti, fakat gitmemizin “ona bir ders olacağını” da ekledi.

Akşamın geri kalanını tembellik ve depresyon içinde geçirdik.

Ertesi gün, 28 Ağustos Salı günü Cenevre’ye hareket etmeye hazırdık; oradan da Almanya’ya geçecektik. Sabah erkenden Arsenyev uyandırdı beni (genelde geç uyanırdı). Şaşırmıştım. Pek iyi uyuyamadığını ve meselenin bir biçimde hal yoluna konulacağı, böylelikle ciddi bir Parti girişiminin kişiler arası ilişkilerin şımarıklığı nedeniyle heba edilmeyeceği son bir mümkün çerçeve üzerine kafa yorduğunu söyledi. Bir derleme yayınlayabilirdik, çünkü hazır materyalimiz vardı ve yayıneviyle de temas kurmuştuk. Bu derlemeyi, mevcut tanımsız editoryal ilişkiler altında yayınlayabilir ve olacakları bekleyebilirdik. Buradan bir derginin yayınlanmasına geçmek en az broşürlerin yayınlanmasına geçmek kadar kolay olurdu. Eğer Plehanov inatçılık ederse canı cehennemeydi; yapabileceğimiz her şeyi yapmış olduğumuzu bilirdik hiç olmazsa. Bu yönde karar verdik.

Akselrod ile Zasuliç’e haber vermek üzere dışarı çıktık ve onlarla yolda karşılaştık. Bizi görmeye geliyorlardı. Teklifimizi elbette hemen kabul ettiler ve Plehanov’la müzakere etme ve rızasını alma işini Akselrod üstlendi.

Cenevre’ye ulaştık. Plehanov’la son görüşmemizi yapmıştık. Bütün olup bitenlerin gerginlik nedeniyle ortaya çıkmış üzücü bir yanlış anlamadan kaynaklandığı biçiminde bir fikri-duyguyu öne sürer gibi görünen bir tutum içindeydi. Oldukça cana yakın bir biçimde Arsenyev’in sağlığını sordu; neredeyse onu kucaklıyordu – Arsenyev ise neredeyse havaya zıplayacaktı. Plehanov bir derlemenin yayınlanması fikrini benimsedi. Editoryal meselelerle ilgili olarak üç varyasyonun mümkün olduğunu söyledik: 1) biz editör olacaktık, o da katkı sunan biri; 2) hepimiz editör olacaktık; 3) o editör olacaktı, biz de katkı sunanlar. Üç alternatifi de Rusya’da tartışacağımızı, bir plan hazırlayacağımızı ve bu planı getireceğimizi belirttik. Plehanov üçüncü seçeneği kesinlikle reddettiğini açıkladı; bu düzenlemenin kesin olarak dışlanmasında ısrarcı olduğunu ve ilk ikisini kabul ettiğini söyledi. Bu nedenle, yeni editoryal biçim konusundaki önerimizi gönderene dek eski düzenlemenin şimdilik yürürlükte kalmasına karar verdik (altı kişi ortak editör olacaktı ve Plehanov’un iki oy hakkı vardı).

Ardından Plehanov bizi rahatsız eden şeyin tam olarak ne olduğunu bilme arzusu içinde olduğunu söyledi. Ben, geleceğe odaklanmanın geçmişe odaklanmaktan belki de daha iyi olacağını belirttim. Ama sorunun yanıtlanmasında ve açıklığa kavuşturulmasında ısrarcı oldu. Yalnızca benim ve Plehanov’un söz aldığı bir konuşma başladı; Arsenyev ile Akselrod sessiz kaldılar. Sakin bir konuşma oldu, çok sakin. Plehanov Struve ile ilgili reddinin Arsenyev’i rahatsız ettiğini fark ettiğini söyledi; ben de aksine, bize koşul dayatanın kendisi olduğunu, ormandaki konuşmamız sırasında ifade ettiklerine rağmen bize koşul dayatamayacağını belirttim. Plehanov koşullar ileri sürmek için sessiz kalmış olmadığını, ama sorunun kendisi söz konusu olduğu sürece çok açık olduğunu söyleyerek kendisini savundu. Polemiklere izin vermek zorunda olduğumuz; kendi aramızda da oylamanın zorunlu olduğu konularında ısrar ettim. Plehanov ikincisinde hemfikir oldu ama oylamanın kısmi sorunlar söz konusu olduğunda izin verilebilir bir şey olmakla birlikte temel meselelerde imkânsız olduğunu ekledi. Temel sorularla kısmi soruları birbirinden ayırmanın her zaman kolay olmadığını ve zaten tam da böylesi ayrımlar nedeniyle ortak editörlerin oylama yapması gerektiğini söyleyerek itiraz ettim. Plehanov inatçıydı. Bunun bir bilinç meselesi olduğunu, temel meseleler ile kısmi meseleler arasındaki ayrımın açık olduğunu, bu konuda oylamanın gereksiz olduğunu söyledi. Neyin temel ve neyin kısmi olduğunu tanımlama sorununda editörler arasında oylama yapmaya izin verilip verilmeyeceği üzerine bu ihtilafın içine sıkışıp kaldık ve hiçbir ilerleme kaydedemedik. Plehanov örneklerinin parlaklığıyla, gülümsemeleriyle, jestleri ve alıntılarıyla bütün maharetini sergiledi ve bu bizi kendimize rağmen gülmeye sevk etti; fakat kesin bir biçimde “hayır” demeden soruyu savuşturdu. Meseleyi olumlu bir biçimde kabullenemediğine; kendi “bireyciliğini” ve “ültimatomlarını” terk edemediğine ikna oldum; çünkü bu tür konularda oylamaya asla yanaşmayacak ve ültimatomlar verecekti.

O akşam Emeğin Kurtuluşu grubunun hiçbir üyesiyle bir daha görüşmeden ayrıldım. Kendi aramızda, geçip gitmiş olanları en yakın arkadaşlarımız dışında kimseye aktarmamayı kararlaştırmıştık. Görünüşü muhafaza etmeye ve hasımlarımıza bir zafer nedeni vermemeye karar verdik. Dışarıdan bakılınca hiçbir şey olmamış gibi olacaktı; aparat o güne kadar çalıştığı şekliyle çalışmaya devam etmeliydi, fakat bir teli kırılmış olarak ve fevkalade kişisel ilişkiler yerine kuru, ciddi ilişkilerin hüküm sürdüğü bir tarzda, şu ilkeyi sürekli hesaba katarak: Barış istiyorsan savaşa hazır olmalısın!

Bununla birlikte, aynı akşam Sotsial-Demokrat (8) grubunun bir üyesi ve Plehanov’un bir hayranı olan yakın bir arkadaşla yaptığımız bir konuşmaya değinmek ilginç olacaktır. Olup bitenler hakkında ona hiçbir şey söylemedim; bir dergi yayınlama işini ayarladığımızı, yazılara karar verildiğini söyledim – şimdi iş başı yapma zamanıydı. İşi düzenlemenin pratik yolları hakkında tartıştım onunla. İhtiyarların editoryal işlerde bütünüyle yeteneksiz oldukları fikrine vurgu yaptı. Onunla “üç varyasyonu” tartıştım ve hangisinin en iyisi olduğu konusunda onun fikrini sordum doğrudan doğruya. Hiç tereddüt etmeden birincisi (bizler editör olacağız, onlar da katkı verenler olacaklar) olduğunu, ama her durumda derginin Plehanov’un dergisi olacağını, gazetenin de bizim olacağını söyledi.

Mesele soğudukça daha sakin düşünmeye başladık ve girişime bir son vermenin bütünüyle sebepsiz olduğuna, mevcut zamanda (derlemenin) editörlüğü(nü) üstlenmekten korkmamak gerektiğine, hatta aksine bunu üstlenmek zorunda olduğumuza, çünkü aparatı uygun bir şekilde çalıştırmanın ve projenin Plehanov’un yıkıcı “temayülleri” tarafından çökertilmesini engellemenin başka bir yolunun olmadığına kanaat getirdik.

Derken 4 ya da 5 Eylülde N.’ye (9) ulaştık; kendi aramızdaki formel ilişkilerin bir planını çıkarmıştık (trende seyir halindeyken yazmaya başlamıştım). Bu plan bizi editör, onları da katkı verenler yapıyordu ve editoryal meselelerde oy hakkını güvenceye alıyordu. Bu planın Yegor’la (Martov) tartışılmasına ve ardından onlara sunulmasına karar verildi.

“İskra”ın (Kıvılcım) yeniden alevleneceği yönünde umutlar yükselmeye başlıyordu.

(1) Yurtdışındaki Rus Sosyal Demokratları ile Birliğin Nisan 1900’deki İkinci Kongresinde yaşanan bölünme. R.S.D.İ.P.’in Birinci Kongresinde Birlik, Partinin yurtdışındaki temsilcisi olarak tanınmıştı; fakat üyelerinin çoğu ‘ekonomist’ konumu benimsemişti ve Emeğin Kurtuluşu grubu ile onların destekçileri Kongreyi terk etmiş, Birlikle ilişkilerini koparmış ve Rus Devrimci Örgütü Sotsial-Demokrat adıyla yurtdışında bağımsız bir Rus Sosyal Demokratları örgütü kurmuşlardı.

(2) 1895’te Struve’ye “saldırmamak yönünde kendisine direktif verilmiş olduğunu” (burada A. N. Potresov’u ima ediyor) söyleyerek Plehanov “Legal Marksistlerin” revizyonist konumuna yönelik uysal tutumunu meşrulaştırmaya çalışıyordu. Lenin Plehanov’un davranışının doğru olmadığını düşünüyordu, çünkü yalnızca Struve’nin burjuva-liberal düşüncelerini eleştirmekte başarısız olmakla kalmamış, aynı zamanda onu himayesi altına da almıştı.

(3) Lenin açıkça Struve’nin 1897’de Novoye Slovo’nun (Yeni Söz) 8. sayısında yayınlanan “Bir Kere Daha Özgür İrade ve Zorunluluk Üzerine” başlıklı makalesine gönderim yapıyor. Bu yazıda Struve Marksist proletarya devrimi teorisine karşıt olduğunu alenen ilan ediyordu. 27 Haziran 1899’da Lenin Potresov’a şunu yazmıştı: “Bir şeyi anlamıyorum: Kamensky (Plehanov) Struve ile Bulgakov’un Novoye Slovo’da yayınlanan Engels karşıtı makalelerini nasıl cevapsız bırakabildi? Bana bunu açıklayabilir misin?”

(4) Bu kısım Rabocheye Dyelo’nun editörler kurulu için makalelerin ve belgelerin bir derlemesi olan Vademecum’a gönderim yapıyor. Plehanov burada başka belgelerin yanı sıra Bond’dan Z. M. Kopelson’un ve ‘ekonomist’ bir lider olan Y. D. Kuskova’nın üç özel mektubunu yayınlamıştı.

(5) “Üçüncü kişimiz” L. Martov’du (Y. O. Zederbaum); Lenin ile Potresov Emeğin Kurtuluşu grubuyla müzakereleri yürütürken Güney Rusya’daydı ve Mart 1901’e kadar da yurtdışına çıkmadı.

(6) Bobo—P. B. Struve.

(7) Die Neue Zeit (Yeni Zamanlar) – Alman Sosyal-Demokrasisinin yayın organı. 1883’ten 1923’e kadar Stuttgart’ta çıktı. 1885-1895 arası Engels’in pek çok yazısı burada yayınlandı. 1890’ların sonlarında, Engels’in ölümünden sonra Kautskyci görüşleri yorumlamaya başlayan yayın organı revizyonistlerin yazılarını yayınlama pratiği sergiledi. Birinci Dünya Savaşı sırasında Merkezci bir konumu benimsedi ve aslında sosyal-şovenistleri destekledi.

(8) Bunlar, Yurtdışındaki Rus Sosyal Demokratları Birliğinin eski üyeleriydiler; Birliğin Nisan 1900’deki İkinci Kongresindeki bölünmeden sonra oportünist çoğunluktan ayrılmış ve Sotsial Demokrat grubunu oluşturmak üzere Emeğin Kurtuluşu grubuyla birleşmişlerdi.

(9) Lenin’in, İskra ile Emeğin Kurtuluşu grupları arasındaki konferansın ardından Cenevre’den Münih’e seyahati sırasında uğradığı Nürnberg.