Anayasa Mahkemesi mi demokrasi mi daha 'sahipsiz'?

Türkiye için dönüp dolaşılıp gelinen yerde mahkum kalınan “İktidar=Hukuk devleti” denklemi acı ama gerçek bir denklem. Matematiğin hatta iktisat biliminin “acımasızlığını” gösterdiği kadar bir ülkenin kendi demokratik dinamikleriyle değil, dış kaynaklı mecburiyet nedeniyle demokrasi ve hukuk devleti standartlarını iyileştirmek zorunda kalmasının “zavallılığını” da gösteriyor.

Google Haberlere Abone ol

Ali D. Ulusoy*

Önce biraz absürt, biraz trajik ve biraz komik bir “piyes” gibi olan bir Anayasa Mahkemesi (AYM) kararı ve devamındaki bazı gelişmelerle başlayalım:

AYM, “kılpayı” bile olmayan mucizevi bir farkla, bir grup akademisyenin imzaladığı ve Patagonya’da bile hiçbir sağduyulu hukukçunun cezalandırmayı düşünemeyeceği Barış Bildirisi'nin suç teşkil etmeyeceğine karar veriyor. Bu arada buradaki “absürtlük”, en yüksek mahkemenin üyelerinden yarısının bu bildiride suç unsuru bulmasında mı; yoksa böyle saçma bir davanın ülkenin en yüksek mahkemesine kadar gelmiş olmasında mı, siz karar verin!

Arkasından başka bir grup akademisyen, içeriği kalite olarak ortaokul kompozisyon ödevinde bile zayıf not alacak seviyedeki bir bildiriyle bu karara tepki gösteriyor. Yani bir grup akademisyen, “Niçin diğer grup akademisyenleri bildiri imzaladıkları için hapse attırmadınız?” diye yüksek mahkemeye “saydıran” bildiri imzalıyor! Şaka gibi! Neyse ki mahkemeler bu AYM kararını referans göstererek akademisyenler için beraat kararları veriyor. Peşinden niye bunca zamandır hapiste kaldıklarını hiçbir tutarlı hukukçunun anlamadığı bir muhalif parti lideri ile muhalif merkez-sol bazı gazeteciler tahliye ediliyor. Aynı zamanlarda “müthiş bir reform yapılıyor” edasıyla kamuoyuna duyurulan ve Barolar Birliği Başkanı'nca da sahiplenilen bir Adalet Reformu gündeme getiriliyor.

Bu gelişmelerdeki dikkatimi ayrıca cezbeden bir husus şu: AYM’nin birkaç ay önceki anılan bu kararına karşı ilk etapta iktidar çevrelerinden ciddi ve organize tepkiler geldi ve kararı veren AYM üyeleri “terör destekçisi” gibi insafsız suçlamalara bile maruz kaldı. Ama bu arada ne değiştiyse; bu karar referans alınarak son günlerde yaşanan ve bahsedilen diğer gelişmelere karşı iktidar çevrelerinden olumsuz bir tepki gelmediği gibi, destek mesajları dahi görülüyor. İlginç bir çelişki gibi ama yanıtı belki aşağıda bulunabilir.

Şimdi tam da bu noktada birkaç tespit ile devam edelim:

BİR: Ülkede (zaten öncesinde de sorunlu olan) demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları standartları son yıllarda çok ciddi biçimde geriye gitti. Bu kötüleşmenin katalizörleri şunlar: Kamuoyunu “devletin bekası mı insan hakları mı” arasında seçim yapmaya zorlayarak demokrasinin temelini dinamitleyen malum darbe girişimi. Bu girişimi hukuk ve hakkaniyet sınırları içinde bastırmak yerine oportünist bir yaklaşımla “fırsata” çevirmeye çalışan OHAL süreci. Yargıyı siyasi iktidara daha da tabi kılan ve üstelik yasamayı da yürütmeye karşı iyice zayıflatan Anayasa değişikliği.

İKİ: Ülkede ekonomik durum son zamanlarda ciddi biçimde kötüleşti. Hem realitede hem de algıda ekonomik “kriz” psikolojisi oluştu. Görünen o ki bu kötüleşmenin katalizörleri ise şunlar: Fazla “şişme” neticesinde “balon yapma” riskine karşı birinci dünyada parasal genişlemenin fren yapması nedeniyle “güvenli liman” arayan paranın Türkiye gibi gelişme olan ülkelerden (üçüncü dünya) çıkmaya başlaması. Türkiye'ye özgü ulusal ve bölgesel siyasi koşulların ve özellikle de hukuk ve adalet sistemindeki kötüleşmenin ülkemizdeki yatırımları riskli hale getirdiği algısı.

ÜÇ: Ülkede insanların kime ve neye göre oy vereceğinde en belirleyici olan faktörün “ekonomi” olduğu anlaşıldı. Din-inanç veya etnik köken eksenli faktörler de etkili olsa, cebinden parasının uçup gitmeye başladığını gören “muhafazakar” yurdum insanının oy sandığında “babasını bile tanımadığı” son İstanbul belediye seçimlerinde kanıtlandı. Ekonomik refahın gerilemesinin, din-inanç veya milliyetçilik eksenli siyaset yapanları dahil, iktidardaki her siyasi parti/ittifak/lider için “yolun sonu” anlamına geldiği anlaşıldı. Bu arada demokrasi, hukuk ve insan haklarındaki iyileşme veya kötüleşme faktörlerinin halkın büyük çoğunluğu için oy sandığında baz alınan asli bir referans olmadığı da maalesef ayrı bir realite.

Bu temel tespitler sadece benim değil, objektif olmaya çalışan tüm yerli ve yabancı gözlemcilerin “Güneşin balçıkla sıvanamayacağı” türden ortak tespitleri.

Bu konuda son günlerde yeni bir gelişme yaşanıyor. Parasal genişlemeye fren koyulmasının ekonomilerinde resesyon riski doğurmasından endişelenen birinci dünyanın, para musluklarını daha “kontrollü” biçimde tekrar açabileceği ortaya çıktı (Bkz. Ümit Akçay’ın Gazete Duvar’daki 12 Eylül 2019 tarihli yazısı). Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin bu yeni para (s)açılımından “tıpkı eski günlerdeki gibi” pay alabileceği ihtimali ortaya çıktı. Böylece mevcut siyasi iktidara, ekonomiye biraz “nefes aldırarak” bir dönem daha iktidarda kalma şansı belirdi.

Ama bir şartla: Ülkede ciddi bir hukuk-adalet reformu yapılarak, iyice kötüye giden demokrasi-hukuk-insan hakları standartlarının acilen iyileştirilmesi. Aksi halde, eskisine göre çok daha “kontrollü” hatta belki de daha “sınırlı” olacağı anlaşılan “yeni” parasal genişlemeden Türkiye gibi “ekstra riskli” görülen ülke pay alamayacak. Bu pay alınamazsa da iktidarda kalma hayali ilk seçimlerde “Kaf Dağı'nın ardında” kalacak. Kuşkusuz böyle bir hukuk-adalet reformu yine de ilk seçimlerde iktidarda kalmayı garanti etmeyecek; ama şu anda yüzde kırk görülen ve ekonomiye göre daha da düşecek şansı yüzde elliye doğru yükseltecek.

Sanırım denklem anlaşıldı. Siyasi iktidar için “iktidarda kalma şansı” (İ) eşittir “hukuk-adalet reformu” (H) yaparak demokrasi ve insan hakları standartlarını yükseltme (İ=H).

Şimdi anlaşıldı mı normalde demokrasi, hukuk devleti ve insan haklarına “böcek” kadar bile değer atfetmeyen otokrat muktedirlerin, son günlerde sanki görünmez bir butona basılmışçasına bir anda demokrasi ve uzlaşma havarisi kesilmeye başlamasının; daha önce “paspas” muamelesi yaptıkları AYM kararlarını bir anda hatırlayarak referans almaya başlayan pek bağımsız (!) yargıçların sırrı?

Türkiye için dönüp dolaşılıp gelinen yerde mahkum kalınan bu “İktidar=Hukuk devleti” denklemi acı ama gerçek bir denklem. Matematiğin hatta iktisat biliminin “acımasızlığını” gösterdiği kadar; bir ülkenin kendi demokratik dinamikleriyle değil, dış kaynaklı mecburiyet nedeniyle demokrasi ve hukuk devleti standartlarını iyileştirmek zorunda kalmasının “zavallılığını” da gösteriyor. Sonuçta her ülke hak ettiği şekilde yönetilir kuşkusuz. Ama saik ne olursa olsun, son tahlilde ülkede hukuk devleti standartlarının eskisinden biraz da olsa iyiye gitmesi yine de şahsen “hayır” diyemeyeceğim olumlu bir gelişme olur.

İşte tam da bu noktada Sezar’ın hakkını Sezar’a, AYM’nin hakkını da AYM’ye vermek gerekiyor. Sadece OHAL ikliminde bile diğer yüksek mahkemelere oranla göreceli olarak çok daha “sağlam” bir duruş sergilediği; bu dönemde diğer yüksek mahkemelerin başaramadığı bir özellik olan, “en yukarıdan” gelen “telkinlere” rağmen kendi iç yönetimi seçiminde özgürce karar verme direnci gösterebildiği için değil. Aynı zamanda, “terör destekçisi” gibi irkiltici suçlamaları bile göze alarak verdiği kararlarla bu yeni hukuk devleti ve adalet açılımının da önünü açtığı için.

Bazı kişi veya kurumların değeri varlığında değil yokluğunda anlaşılır. Kimseye yaranamasalar da AYM’nin mevcut kılpayı çoğunluğu da bunlardan. Demokrasinin bile “sahipsiz” olduğu, yani kamuoyundan ve vatandaşlardan hak ettiği desteği görmediği ülkede AYM’nin demokrat mensuplarının da “sahipsiz” olması şaşırtıcı değil gerçi.

*Prof. Dr. İdare Hukuku, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi