Hadi Canan, sen de taşın altına koy elini

Kaftancıoğlu, hem siyasetin öne çıkan tüm aktörleri gibi, kendisinin ötesinde bir temsil ve mobilize etme imkanına, hem de gözle görülür ‘dişil karizması’ ile kadın düşmanlığını da beraberinde getiren kayyım hukuksuzluğunu, ‘milli irade’ ve ‘sandık’ gibi klişelerin ötesinde ‘rezil rüsva’ etme gücüne sahip.

Google Haberlere Abone ol

Dila Keleş

Canan Kaftancıoğlu’nun Türkiye’de siyasetin popüler bir yüzü olarak hayatımıza girmesi sanırım 31 Mart 2019 yerel seçimleriyle, hatta daha ziyade YSK’nın İstanbul’daki seçim sonuçlarını iptal etmesi üzerine, seçimlerin tekrarlanacağı 23 Haziran 2019’a giden süreçte oldu.

Yaklaşık üç aylık o süreçte, 754 sandık başkanının kamu görevlisi olmadığı gibi son 17 yılda yapılan seçimlerde hiç mi hiç duymadığımız bir gerekçe öne sürerek seçimleri iptal eden YSK’ya, kendisini ve İmamoğlu’nu karalama hırsıyla köpüren medyaya ve siyasal iktidara cesaretle meydan okuyan, güçlü, soğukkanlı, kararlı bir kadın siyasetçi tanıdık. Ben o dönem, Canan Kaftancıoğlu’nun neredeyse tüm açıklamalarını dinledim, basında çıkan röportajlarını okudum, attığı tweetleri takip etmeye çalıştım. Teşbihte hata olmaz; erkeklik timsali muktedirlerin çiğneyip yutamayacağı bir ‘demir leblebi,’ demokrat bir ‘demir leydi’ vardı karşımızda.

Kazanılan bir seçimin şaibe iddialarıyla ve nihayet YSK gibi bir ‘ara çözümle’ iptal edilmesi karşısında ‘mağdur’ olarak konumlanmadı hiç. (Sanırım bu ‘mağduriyet’ söylemine birçoğumuzun fena halde tok olduğunu da anlamıştı.) 31 Mart gecesi sabaha kadar oyların sayım süreciyle ilgili kamuoyunu bilgilendirmek üzere ekranların karşısına geçen İmamoğlu’nun yanı başında duran Kaftancıoğlu, 23 Haziran’a kadar da tüm söylemleriyle seçimin bir kez daha kazanılacağına dair güven verdi ve daha da önemlisi 25 yıldır İstanbul’un yönetimini elinde tutan siyasi kadronun artık neden kaybetmeye mahkum olduğunu tane tane anlattı. (Örnek olarak 12 Mayıs’ta İrfan Aktan’a verdiği röportaja bakılabilir.)

Sonuçlar malum, dört muhalefet partisinin ortak adayı olan İmamoğlu on binlerden 800 binlere tırmanan bir farkla seçimi bir kez daha kazandı, mazbatasını alıp göreve başladı. CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu ise sık sık bu ‘başarının mimarı’ olarak gösterildi. Nitekim, ben de eş dostla yaptığım sohbetlerde, İstanbul’un yerel yönetiminde, tipik bir merkez siyasetçisi olarak gördüğüm İmamoğlu yerine, sol içindeki mücadele birikimi, siyasette kadın dayanışmasına yaptığı vurgular, Kürt sorununun barışçıl çözümüne ilişkin tutumu ve adil ve çoğulcu bir siyasal rejim tahayyülüyle tanıdığım ‘Canan’ı görmeyi tercih edeceğimi söylüyorum.

Ama daha önemli, çünkü acil olan bir şey var: Diyarbakır, Mardin ve Van’da halkın seçtiği belediye başkanlarının 19 Ağustos’ta görevlerinden alındığı ve yerlerine kayyım atandığı bir durumda, kimin belediye başkanı olmasını arzu edeceğimizin, hatta kimi seçtiğimizin ne önemi kalıyor? Esasen soru olmaktan çok, en nihayetinde ‘sandığa’ indirgenmiş ‘ileri ve süper’ demokrasimizin bile işlevsiz kılınmasının yarattığı güvencesizlik duygusunu ifade etmek istiyorum. Ve eminim bu duyguyu, kimilerimiz on yıllardır yaşıyor.

Üstelik, 31 Mart ve 23 Haziran yerel seçimleri öncesinde ‘seçilseler de görev yaptırmayız’ türünden açıklamaların ötesinde, kayyım atamalarının 2016’daki OHAL döneminde çıkarılan KHK’larla başladığını biliyoruz. 11 Eylül 2016’da başlayan kayyım atamalarıyla Demokratik Bölgeler Partisi’nin (bu isim, sanırım İstanbul veya İzmir’den çok uzakta ‘bir yerler’ olduğuna dair bilgi veriyor) il ve ilçe belediye eşbaşkanları görevden alınmış, yerlerine atanan kayyımların yolsuzlukları ise sonradan Sayıştay raporlarıyla ortaya çıkmıştı.

25 Ekim 2016’dan beri tutuklu bulunan eski Diyarbakır Büyükşehir Belediye Eşbaşkanı Gültan Kışanak, 2018’de Kandıra F Tipi Cezaevi’nden Evrim Kepenek’e verdiği röportajında kayyım belediyelerindeki denetimsizliği mümkün kılan bürokratik mekanizmayı tarif etti, muhalefet partilerini ‘kayyım zihniyetine ders verilmediği takdirde tüm yerel yönetimlerin kayyım tehdidi altında olacağına’ dair uyardı.

İstanbul, Ankara ve İzmir’de büyükşehir belediyelerinin yönetimini şu an elinde tutan muhalefet partileri, Diyarbakır, Mardin ve Van’da olanların kendilerinin de başına gelebileceğini düşünüyor mu, bununla ilgili eylem planları var mı veya kayyım atamalarına karşı siyasi ve hukuki bir mücadele vermeyi, tabanlarını ve parti teşkilatlarını mobilize etmeyi düşünürler mi bilemiyorum. Ancak 2016’da atanan kayyımların ‘kadın politikaları’ konusundaki ‘icraatlarına’ baktığımızda, halkın iradesinin gasp edildiği bu uygulamaya itiraz etmenin, statükocu erkek siyasetçilerin çekingen açıklamalarına, tabiri caizse mırıldanmalarına bırakılamayacak kadar ciddi bir mesele olduğunu görüyoruz.

2016’daki icraatlar arasında şunlar var: 34 kadın belediye eşbaşkanı tutuklanmış; belediyelere bağlı Kadın Politikaları Daire Başkanlıkları, kadın müdürlükleri ve sığınma evleri kapatılmış ve bu merkezlerde çalışan kadınlar işsiz bırakılmış; Van Belediyesi’nin “Alo Şiddet Hattı” kaldırılmış; Muradiye Belediyesi’nin kreş, klinik ve kadın aşevi çalışmaları durdurulmuş.

Tarihin tekerrür etmekten ziyade, kapalı bir döngüye veya popüler bir deyişle ‘loop’a girdiği ülkemizde, iki hafta kadar önce atanan kayyımların kadın özgürlüğünü önceleyen ve teşvik eden bir yerel yönetim anlayışını sürdüreceğini bekleyemeyiz herhalde. HDK Kadın Meclisleri, Adana Kadın Platformu, Kadınlar Birlikte Güçlü Platformu, HDP belediyelerine bağlı Kadın ve Gençlik Daire Başkanlıkları gibi çok sayıda kadın örgütü, kayyımlara itiraz ederken, kayyımlarla kadınları güçsüzleştirmeyi hedefleyen erkek egemen siyaset arasındaki bağa dikkat çekiyor. Nezaket sınırlarını aşmak istemem, ama kayyım olarak atanan beyefendilerin fotoğraflarına bakarak yapacağımız bir semiyotik okuma, aksi yönde bir umut beslemeye de pek imkan vermiyor doğrusu.

Kaftancıoğlu, 30 Temmuz 2019’da verdiği bir röportajında şunları söylemişti: “Kadınların yan yana durmasını çoğaltmamız gerekiyor. Bunu zaman içinde yaygınlaştıracağımızı düşünüyorum. Erkek egemen siyaset, kadın siyasetçileri daha kolay hedef yapıyor. Açıkçası imkânım olsa cezaevinde hangi partiden olursa olsun ziyaret etme olanağım olsa bu şekilde hak gasbına uğrayan kadınları ziyaret etme önceliğim olur.

Altı yıl önce yaptığı sosyal medya paylaşımları nedeniyle yargılanan Kaftancıoğlu, davanın ikinci duruşmasının görüldüğü 18 Temmuz 2019’da duruşma esnasında da “Genç kızların ne giyip giymeyeceğine, kadınların kaç çocuk doğurup doğurmayacağına ve hatta ne şekilde doğuracağına iktidarda olanlar, erkek egemen bakış açısı karar veremez, vermemelidir” demişti.

Bir parantez açarak, o duruşma öncesinde Kaftancıoğlu ile dayanışma gösteren sayısız kişi ve kurum arasından, 19 Ağustos’ta görevinden alınan Mardin Belediyesi Eşbaşkanı Ahmet Türk’ün Twitter paylaşımını hatırlatmak isterim: “Canan Kaftancıoğlu, demokrasiye inanan, demokratik gelecek için mücadele eden, özgürlükleri savunan değerli bir şahsiyettir. Bugün hedef haline getirilmiştir. Herkes bilsin ki biz demokrasi mücadelesi verenlerin yanındayız.

Yukarıda emsal gösterdiğim sözlerine ve bilgi sahibi olabildiğim ölçüde siyasi geçmişine dayanarak Canan Kaftancıoğlu’ndan kayyımlara karşı, en az seçim iptali karşısında sergilediği ölçüde güçlü bir tavır sergilemesini; kayyımlarla kadın düşmanı politikalar arasındaki bağı görünür kılmasını ve halkın iradesini ve kadınların kazanımlarını hedef alan bu feci uygulamaya karşı, onu tanıdığımız ölçüde kararlı bir mücadele yürütmesini bekliyorum. Çünkü Kaftancıoğlu, hem siyasetin öne çıkan tüm aktörleri gibi, kendisinin ötesinde bir temsil ve mobilize etme imkanına, hem de gözle görülür ‘dişil karizması’ ile kadın düşmanlığını da beraberinde getiren kayyım hukuksuzluğunu, ‘milli irade’ ve ‘sandık’ gibi klişelerin ötesinde ‘rezil rüsva’ etme gücüne sahip.

Kelime seçimim yanlış anlaşılmasın: Halkın seçtiği belediye başkanlarının yerine, o ildeki valiyi, hem de kayyım olarak atandığı bir önceki dönem kamu kaynaklarını çarçur ettiği belgelerle ortada olmasına rağmen yeniden belediye başkan vekili olarak atamanın hukuksuzluğu artık ‘ifşaya’ muhtaç olmadığından, bu durum başlangıçta ancak ‘rezil rüsva’ edilebilir. Sonrasında ise elbette kayyımların geri çekilmesi, seçilmiş belediye başkanlarının görevlerine iade edilmesi ve kayyım karşıtı protestolara katılan yurttaşlara, milletvekillerine ve parti mensuplarına şiddet uygulayan polisler hakkında soruşturma açılması gibi adımlar gelmeli.

Sözün özü, kayyımların kadınları şiddete açık hale getiren ve korumasız bırakan, adalete erişimlerini engelleyen, bedenleri üzerindeki karar hakkını tanımayan, istihdam edilmelerini desteklemek yerine ev içi emek sömürüsüne mecbur bırakmak isteyen, siyasal özne olmalarından ‘şiddetle’ korkan; kısacası varlığını kadınların baskı altında tutulması, güçsüzleştirilmesi ve sömürülmesi üzerine inşa eden ataerkinin bir parçası olduğunu görmemiz şart. Kayyımlara itirazın İstanbul, İzmir, Ankara gibi şehirlerde de böyle bir ferasetle ortaya konması gerekiyor. Kaftancıoğlu’nun bu ferasete ve imkana sahip olduğunu varsayıyor, kendisine kadın dayanışmasının diliyle seslenmek istiyorum: Hadi Canan, sen de taşın altına koy elini.

Not: Bu yazıyı, Canan Kaftancıoğlu’nun, Emek Barış ve Demokrasi Güçleri’nin İstanbul Kartal Meydanı’nda düzenlediği 1 Eylül Dünya Barış Günü mitinginde yaptığı açıklamadan önce yazdım. Kaftancıoğlu, “Bu haksızlıklar, bu hukuksuzluklar ister Diyarbakır olsun, ister Van olsun, ister İstanbul olsun hep birlikte nasıl mücadele edeceğimiz kıymetlidir. Biz bu mücadeleyi demokrasi ve adalet şemsiyesi altında büyütebilirsek hiçbir şey yapamazlar. Göreceksiniz her zaman kazanan demokrasi olur, barış olur. Kazanan tüm Türkiye halkları olur” sözleriyle, yazıda kendisine yaptığım çağrının yanıt bulabileceğini gösterdi.