Işığın kuşaktan kuşağa nöbetçileri

Meydanları hak arayanlara yasaklayan devlet adamları dünya üzerinde hep oldu. Kimse onları hayırla anmıyor. İktidar hırsları uğruna çektirdikleri acılar, haksızlıklar, zulüm onları ölümsüz kılmadı. Yok olup gittiler.

Google Haberlere Abone ol

Murat Çelikkan*

İnsanlar çoğunlukla gündüz vakti arabalara tıkıştırılıp götürüldü. Gündüz gözüyle alenen. Bir daha dönmediler. Yakınları nerede olduklarını, başlarına ne geldiğini ölü mü sağ mı olduklarını asla öğrenemedi, böyle götürülen yüzlerce kişiden pek çoğunun bedeni bulunamadı. Pek çok kaybedilen yakını için yas tutacakları, ziyaret edecekleri bir mezar olmadı. Bazıları “belki işkencede aklını kaybetti,” diye düşünerek duydukları meczupların peşine düştü. Kaybedilen yakınlarına hep rüyalarında kavuştular.

20 Ağustos’ta İstanbul’da toprağa verilen Elmas Anne, Elmas Eren de 39 yıldır oğlunun mezarına ‘kavuşmak’ için mücadele edenlerden biriydi. 20 Kasım 1980’de gözaltına alınan oğlu Hayrettin Eren bir daha bulunamadı. Yetkililer gözaltına alındığını hep reddetti, arabası gözaltına alındıktan sonra gönderildiği iddia edilen Gayrettepe Emniyet Binası’nın önünde ailesi tarafından bulunduğu halde.”Burada değil,” dediler. O kadar! 2011 yılında dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ile görüşen Cumartesi Anneleri heyetinde Elmas Eren de vardı. “Oğlumun tek bir kemiğine bile razıyım, senden oğlumun mezarını istiyorum,” demişti ona.

Elmas Eren’e bir mezarı bile çok görenler Cumartesi Anneleri'nin sessiz çığlığını boğmak için 25 Ağustos 2017 tarihinden bu yana Galatasaray Meydanı’nı onlara yasaklayacaktı. Yasakların Türkiye'si, 700 hafta boyunca Galatasaray Meydanı’nda yakınlarının akıbetini öğrenmek, onlar için adalet arayışını sürdürmek isteyen Cumartesi Anneleri/İnsanları'nı da Galatasaray Meydanı’ndan söküp atmak istiyordu. 2000’lerin başında son bulan zorla kaybetme politikasının son bulmadığını, geçici bir ara verildiğini 2016 yılından bu yana devlet görevlileri tarafından kaçırıldığı-kaybedildiği iddia edilen 28 kişinin olmasından anlıyoruz. (Hak İnisiyatifi Derneği Raporu-2019)

Hafıza Merkezi’nin bugüne kadar zorla kaybedilen kişilerin hukuki verileri üzerinden yaptığı çalışma şu gerçeği ortaya koyuyor: 131 kişi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne yapılan başvurular sonucunda Mahkeme, 116 kişi için Türkiye’nin sorumlu olduğuna karar verdi. Yani kaybedilme başvurularını haklı buldu ve bu insanların kaybedildiğini kabul etti. 17 kişiye ilişkin 11 başvuru ise kabul edilemezlik kararı sonucu incelenmedi. AİHM’in bu kararlarından sonra Türkiye’de sorumlulara yönelik yeni kovuşturma yapılmadı.

Türkiye’de yerel mahkemelerde ise durum şu:

Kasım 2018 itibariyle hakkında yürütülen hukuki sürece dair veriye ulaşılan 363 zorla kaybedilen kişiden, 85’iyle ilgili 15 ceza davası açıldı. Zorla kaybedilen iki kişiye dair açılan iki dava mahkumiyet kararıyla sonuçlandı (iki korucu), bu karar Yargıtay tarafından onandı. Zorla kaybedilen 47 kişiye dair açılan dokuz dava beraat kararıyla sonuçlandı. Zorla kaybedilen 36 kişiye dair açılan dört dava devam ediyor.

Anayasa Mahkemesi ise 2018 yılından beri kaybedilme konusundaki başvuruları süre aşımından reddediyor. Türkiye’de yüzlerce insan sistematik olarak kaybedilmemiş, bir dönem bu bir politika olarak uygulanmamış gibi, başvuruları münferit vaka olarak kabul ediyor. Ve uluslararası hukukta insanlık suçu olarak tanımlanan dolayısıyla zaman aşımı kuralının işlemeyeceği kaybedilmeleri tekil, sıradan, adli bir vaka olarak ele alıyor.

Yani Türkiye’deki mahkeme kararları AİHM ile tam tersi bir özellik gösteriyor. Bunun sonucunda Türkiye’de suça karışan kamu görevlileri cezalandırılmıyor. Bu da emniyet görevlilerinden yargıya, askeri güçlerden siyasilere kadar uzanan bir işbirliği ile gerçekleşiyor. Bu suçun cezasız kalması, suçun tekrarını da kolaylaştırıyor. Halkı korumakla görevli kolluk güçleri, herkesi yutabilecek bir tehdide dönüşüyor. Kaybedilenlerin aileleri için bir kara delik olan boşluk, toplumun bir yakınları kaybedilmediği için şükredenlerini de bu kara deliğin içine çekiyor.

“Gece ve Sis” operasyonu olarak Nazilerin insanlığa armağan ettiği bu uygulama, faşist ve otoriter devletler tarafından bir “devlet terörü” uygulaması olarak kolaylıkla benimsendi. 2017 sonu itibariyle Birleşmiş Milletler Zorla ve İstemsiz Kaybedilmeler Çalışma Grubu, 1980 yılından bu yana 91 devlette 45 bin 120 zorla kaybedilmeyi incelemeye devam ediyordu.

Bunlardan Cemal Kaşıkçı vakasının uluslararası bilinirliğine rağmen adalet konusunda bir adım atıldığını söylemenin imkanı yok. Çalışma Grubu Mayıs 2019’da “acil eylem” kapsamına giren 49 vakayı ele aldı. Bu kaybedilmeler Bangladeş, Burundi, Mısır, Pakistan, Rusya, Sudi Arabistan, Sudan, Suriye, Venezuela ve tabii ki Türkiye’dendi.

Bugün ellerinde çocuklarının, kardeşlerinin, babalarının vesikalık fotoğraflarını tutarak sessizce bu topluma sorumluluklarını hatırlatan insanları Galatasaray Meydanı’nda görmüyoruz. O meydan şimdilik onlara yasak. Ama İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi önünde polis ablukası altında eylemlerini sürdürüyorlar.

Elmas Anne, 2017 yılından beri Galatasaray Meydanı’na çıkamadı ama Hayrettin Eren’in kardeşleri oradaydı. 39 yıldır hasret çektiği oğlunun akıbetini o yüreğinde hissetse de devlet açıklamadı, kabul etmedi. Dönemin Başbakanı’ndan istediği oğlunun mezarına kavuşamadan öldü. Ama küçük oğlu Faruk Eren’in abisi Hayrettin Eren’in kaybedilişini ve o dönemi anlattığı Kayıp Bir Devrimin Peşinde kitabını gördü. Zaten nöbeti bir süredir kızları, torunları devralmıştı. Meydanları hak arayanlara yasaklayan devlet adamları dünya üzerinde hep oldu. Kimse onları hayırla anmıyor. İktidar hırsları uğruna çektirdikleri acılar, haksızlıklar, zulüm onları ölümsüz kılmadı. Yok olup gittiler. Ama M.Ö. 441 yılında kaleme aldığı Antigone’de Sofokles’in çarpıcı bir biçimde dile getirdiği mezar hakkı, binlerce yıldır yaşıyor. Karanlığı yırtmaya çalışan sesiz çığlık binlerce yıldır atılıyor, kuşaktan kuşağa.

*Hafıza Merkezi